2019 zor bir yıl oldu, Türkiye ve dünya için.
Dünyada Trump’sız gün geçmedi desek yalan olmaz. ABD Başkanı, mesaisinin büyük bölümünü harcadığı tweet atma işine kendini kaptırmış durumda. Tweet atarak dünyayı karıştırıyor.
Ülkemizle ilgili onur kırıcı ifadelerinde olduğu mesajların yanı sıra, Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un’la görüşmeleri, ABD-Çin ticaret savaşı, NATO’nun AB’li ortaklarına çıkışı, Ukrayna’ya yaptığı rakibi Joe Biden’ın oğlunun soruşturulması baskısının ardından gelen azil süreci, Trump’ın alışılmadık bir devlet başkanı olduğunu gösterdi.
*
Dünya Trump’la uğraşırken, Venezuella, Bolivya gerginlikleri, İngiltere’de Brexit sorunun sürmesi ve Türk torunu Boris Johson’un Başbakanlığı da gündemde önemli bir yer tuttu. Suriye, Irak ve İran da yine uluslararası sorunlarda önemli bir yerde olmayı sürdürdü ve sürdürecek gibi.
Bunlara bir de Doğu Akdeniz’de hakimiyet kurma çabaları eklendi.
Buradan Türkiye’ye bakalım. Evet Doğu Akdeniz hızla öne çıkmaya başladı yıl sonuna doğru. Özellikle Libya ile gerçekleştirilen mutabakat metninin ardından ülkeye asker gönderilmesi de yılın ikinci günü TBMM’den geçti.
Bugünleri anlatıyor sanki, Vecdi Bingöl’ün sözleri ve Münir Nurettin Selçuk’un bestesiyle hayat bulan şarkı. Nesrin Sipahi’den dinlemek benim için keyiflidir. Ama sözler...
Otomobillerin uçmasına az kaldı. Eli direksiyonda mı demeli. Ama talih hep kaçmış ülkemiz için. Kendi markasını yaratmak konusunda. İçten yanmalı motorların kullanımın sonuna yaklaştığımız bu dönemde, Türkiye yeni gelen teknolojik çağı kaçırmamak niyetinde. Çok insan yapılanı gereksiz buluyor. Yapılan çalışmayı sadece bir otomobil ve onun markası olarak değerlendiriyor. Bu kaygı anlaşılır elbette. Ancak biraz daha derine bakabilirsek ve odaklanırsak, aslında bir teknolojinin ülkemizde yeni bir alan yaratacağını görebiliriz.
Elektrikli olarak başlayacak ve belki de yakın gelecekte otonom sürüş tekniğini de barındırması planlanan elektrikli otomobil, aslında içten yanmalı motorlu araçlara üretim yapan, yan sanayinin de dönüşümünü sağlayacak.
***
Bursa’da elektrikli otomobil için çalışan firmalar var. Bursa’da üretim yapan ana sanayi de, elektrikli üretim yapma kapasitesine sahip. Ancak Türkiye ve dünyadaki talep bu yöndeki üretimin banda inmesini engelliyordu. Şimdi, yıllık 175 bin kapasiteli bir fabrika ile hem tüketici alışkanlığı, hem yollardaki elektrik şarj istasyonu yaygınlığı, hem de yan sanayi ve servis uygulamaları yepyeni bir anlayışla oluşturulacak.
Çok mu hayalci buldunuz? Olsun, hayallerimde yanılmayı, hayalsiz kalmaya tercih ederim. Bir süredir, sanayinin oldukça içindeyim ve görüyorum ki, Bursa üretme konusunda çok yeterli bir kent.
Burada yerli ve milli kavramından ziyade, otomobil üretim sektörünü değiştirme kapasitesine sahip bir girişimin önemini anlatmaya çalışıyorum. Çok uluslu bir firma da bu girişimi sağlasaydı aynı tepkiyi verirdim. Sadece sanayi anlayışımızdaki değişim değil, çevreci anlayışı da görmemiz gerekir. Tabi bugünden yarına olmayacak bu iş ama adım adımdır.
Ardından sohbet başka yerlere evrilir. Ancak son 3 aydır, pek de evrilemiyor. Sohbet başladığı düzlemde devam ediyor. Üstelik artık samimi olduğumuz ortamların da konusu havaların sıcaklığı ve bir türlü yağmayan yağmur/karın gelecekte yaratacağı sıkıntılar. Diyeceğim o ki, hepimiz küresel ısınma konusunda bilgi ve fikir sahibi oluyoruz. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamanız için son ayların durumuna bir bakalım isterseniz. Hem de size muhabbetlerde bir avantaj yaratacak bilgilerle. Veriler meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü resmi internet sitesinden alınmıştır.
SU ZENGİNİ Mİ?
Gelin birlikte bakalım ama önce Türkiye’yi su zengini sananlara bir bilgi vererek başlayalım (Bu bilgi DSİ’den alınmıştır). Su varlığına göre ülkeler aşağıdaki şekilde sınıflandırılmaktadır:
- Su Fakirliği: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1.000 m3’ten daha az.
- Su Azlığı : Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 2.000 m3’ten daha az.
- Su Zenginliği: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8.000-10.000 m3’ten daha fazla.
Kişi başına düşen yıllık su miktarına göre ülkemiz su azlığı yaşayan bir ülke konumundadır. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.519 m3 civarındadır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2030 yılı için nüfusumuzun 100 milyon olacağını öngörmüştür. Bu durumda 2030 yılı için kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1.120 m3/yıl civarında olacağı tahmin edilmektedir.
Bugün ekonomi yok, Türkiye’nin hali yok, Bursa’nın hali yok. Bugün Deniz var uçsuz bucaksız. Bugün, bu yazı aslında iki kişiye yazıldı sadece. Okumazsanız da anlarım. Ama bir kişi bile bir dünya değil mi zaten.
Bugün mavi var. Deniz mavisi. Bugün bir genç var acıyan yüreğini acıyla dindiren. Bugün bir ana ve bir baba var. Yavrusunun acısıyla yüreği paramparça. Ama bugün bir direniş de var. İnsan olmanın, acının üstesinden gelmekte yattığını bilerek, direniş var. İnsan duygu ama insan irade aynı zamanda. Duygu galip gelse de başta, irade ve akıl daha uzun soluklu. Yerini alacak, kabaran yürek biraz dinince.
Yürek, hep biraz daha büyük olacak bundan sonra. Ama akıl da hep tetikte. Her yeri Deniz yapmak için. Her yeri Deniz mavisine boyamak için.
Zor iş anne olmak, baba olmak. Ama bu zorluğa değecek çok güzel bir iş de değil mi anne-baba olmak? Ne kadar sürdüğünün de bir önemi yok üstelik. Er ya da geç.
Bundan sonra kabaran yüreklerle, bir anne ve babaya sarılmak var. Dostluk var bugün, dayanışma var. Elinize doğan bir bebeğin elinizden kayıp gitmesi var bu satırlarda. Hayatın sizin yazdıklarınıza uymadığını görmek var. Hayatın acısı var yani. Ama acının sizi değiştirmesi de var. Bugün acıdan olgunlaşan insan var bu satırlarda. “Derman aradım derdime derdim bana derman imiş” diyen şairin sözleri var bu satırlarda.
Derdini bilen ve bu derde derman arayacak olanlar var bu satırlarda. Acılar paylaşıldıkça azalıyor mu bilmem ama paylaşıldıkça yürekteki sevgi ve dostluk artıyor. Acı yalnızlaşıyor biraz daha.
Bu satırlarda bugün mavi var, Deniz mavisi. Görebildiniz mi?
Tarımın uzun yıllar en önemli kentlerinden olmuş Bursa. Hala da özellikle meyvecilikte öyle. Sonra sanayi ile tanışmış neredeyse 100 yıl önce. Son 50 yıldır da otomotivin başkenti olmuş. Turizmde de elinde müthiş değerler olmasına rağmen istediği randımanı alamamış bir kent Bursa.
Bursa, kadim bir kent olmasının getirdiği birikimle yenilikleri de hayata geçirebilen bir şehir. Bu şehirde 10 yıldır, BUSİAD Yenilikçilik ve Yaratıcılık Uzmanlık Grubu’nun genç beyinlerinin canla başla çalıştığı Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu düzenleniyor. Geçen hafta düzenlenen sempozyumda, tam bir izdiham yaşandı. Salona giremeyip geri dönen insanların olduğu bir sempozyum hayal edin. Siz deyin 800 kişi, ben diyeyim bin kişinin katıldığı bi sempozyum. Dedim ya geninde yenilik var bu şehrin.
*
Konuşmacıların da etkisi büyüktü elbette katılımda. Serdar Kuzuloğlu, yenilikçilik kökenlerini anlatırken aslında biraz da Bursa’yı tanımlar gibiydi. Dert olmadan derman üretilemeyeceğini ifade ederken Kuzuoğlu, Bursa’nın dertleri geldi aklıma. Kuzuloğlu, bu dertlere çözümlerin ise ancak bir kültürle üretilebileceğini söyledi ki, bu kültür de Bursa’nın tarihine bakınca, bazen flu da olsa var sanırım. Son olarak geleceğin, geçmişe bakarak inşa edilebileceğini kaydetti Kuzuloğlu ki, işte burada Bursa çok şanslı.
Derdi orantısız büyümesi ve doğal varlıklarını kaybetme tehlikesi Bursa’nın. Acil çözüm üretmek için herkes biraz kafa yoruyor. Turizm, tarım ve katma değeri yüksek teknolojik ürün üretmek Bursa’nın en çok tartıştığı konular.
*
Bursa, ipek üretimi, buradan tekstile geçiş ve son olarak otomotiv sektörünün kente nüfuz etmesiyle bir kültüre sahp zaten. Özellikle muhacirlerin bu kente kattığı çalışma disiplin ve azmi genlerine işlemiş durumda kentin. Bir sorun varsa, bu kentin dinamikleri bazen geç de olsa çözümler üretmiş.
Çok sevindirici gelişmeler yaşanıyor. İki rektör de üniversitelerin içine kapalı yapısını kırmaya çalışıyor. Sanayicilerin davetlerine icabet ettikleri gibi yapılacak çalışmalarda da ekiplerini seferber ediyorlar.
Geçen haftalarda yazdığım, TÜBİTAK 2244 Sanayi Doktora Programı da bunlardan biri. İki üniversitenin de konuyla ilgilen öğretim üyeleri, vakit de daraldığı için gece gündüz sanayi ile görüşmeler yapıyorlar. Bunlardan biri de geçen hafta Bursa Sanayicileri ve İşinsanları Derneği’nde (BUSİAD) gerçekleştirildi.
Burada, üniversite temsilcileri, sanayicilere program detaylarını aktarırken sanayiden de geri bildirimleri alma şansını elde etti. Toplantıda, Bursa Teknik Üniversitesi adına bulunan Doç. Dr. Nadir Yıldırım, Türkiye’deki Ar-Ge merkezlerinde çalışan 60 bine yakın insandan, sadece 962’sinin doktoralı olduğunu ifade etti. Yani iş, aslında Ar-Ge ruhuna uygun yürümüyor. Sanayi halen üretimi geliştirmekle ilgileniyor, yeni ürün çabası şimdilik bize ağır geliyor.
*
Yine geçen hafta BUSİAD tarafından, Bursa Uludağ Üniversitesi’nde mühendislik öğrencilerine verilen seminerler dizisinde, patent ve fikri mülkiyet konusunda bilgi veren Tuğba Öztürk, Türkiye’nin patent liginde 18. olduğunu ifade etti. Bu bilgiye göre 10. büyük ekonomi içinde yer alma hedefinden uzak görünüyoruz.
Üniversite, iş dünyasının etkinliklerinde boy göstermekten katkı koymaktan uzak kalmıyor dedik. Biri de BUSİAD’ın Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu ile Yenileşim Ödülü süreci. Burada da Bursa Uludağ Üniversitesi konuya özel önem veriyor. Rektör Prof. Dr. Kılavuz, ödül karar vericileri arasında yer alırken, sempozyuma da katılacak. Öğretim üyesi kadrolarından sürece destek vermesini de sağladı Kılavuz. Her alanda sanayi ile işbirliğinin üniversitenin sürdürülebilir başarısında önemli bir yer tuttuğunun farkında rektörler. Üniversitedeki bilginin, hayatta karşılığı olması gerektiğini çok iyi kavramış ve uygulamaya geçirme azminde görünüyorlar.
İşte üniversite-sanayi ilişkisinde yaşanan bu yeniden hareketlenmenin, Türkiye’nin yeniyi yaratmak konusunda bir çıkış kapısı olmasını umalım. Gözlemlerim, oldukça iyi niyetli işler yapılmaya başladığı yönünde. Meyvelerini yakında görürüz umarım.
Üniversiteler, doktora öğrencilerini sanayi kuruluşlarına yerleştirmek için bizzat şirketleri ziyaret ediyorlar, SİAD’ların kapısını çalıyorlar. Uzun zamandır göremediğimiz bir üniversite sanayi diyaloğu yaşanıyor anlayacağınız. Projenin detaylarını aktarmak uzun iş. Ancak şu kadarını söyleyeyim oldukça faydalı da görünüyor.
Proje ile 3 doktora öğrencisi sanayi kuruluşunda istihdam ediliyor (Farklı seçenekler de var ama asıl bunun üzerinde duruluyor). Bu istihdamdan doğan mali yükün yüzde 75’ini TÜBİTAK karşılıyor ve en çok 4500 liraya kadar burs veriyor. İşletme bin lira civarında bir maliyetle doktora öğrencisi araştırmacı istihdam etmiş oluyor.
Bir diğer kural, istihdamı gerçekleştirecek şirketin Ar-Ge merkezinin bulunması. Ve şirketin doktora sonrası için 3 yıl istihdam ettiği araştırmacıya iş garantisi vermesi gerekiyor.
Detayları TÜBİTAK’ın web sitesinden öğrenmek mümkün.
Proje, artan Ar-Ge merkezi enflasyonuna alternatif çözüm gibi. Piyasada, Ar-Ge merkezleri, devletten teşvik almak amacını gütmeye başlamış, aslında araştırma geliştirme yerine, ürünü geliştirmeye yönelmiş bir görüntü vermeye başlamıştı. İşletmeler de Ar-Ge mühendisi kapma yarışına girmişti. Şimdi gerçekten yeni bir ürün bulmak ve geliştirmekle ilgilenen merkezler hedef alınmış durumda. Doktoralı öğrencilerle ülkenin Ar-Ge kapasitesinin artırılması amaçlanıyor.
Buraya kadar proje çok olumlu görünüyor. Ancak iş dünyasında 3 doktora öğrencisi sayısı ve süreye ilişkin çekinceler de yok değil. 3 doktora öğrencisi istihdam etmek günümüz ekonomik koşullarında, teşvik yüksek de olsa kolay değil. Ayrıca süre 7 yılı buluyor. 4 yılın ardından iş verene istihdam şartı da var.
Üniversitelerin teknoloji transfer ofisleri, durumu anlatmaya ve doktoralı öğrencilerine istihdam yaratmaya çabalıyor. Telaş çok güzel. Umarım istenilen sonuçlara ulaşılabilsin.
İşte böylesine acımasız bir trajediye tanık olduk geçen hafta, sahnede. Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun yeni oyunu Yangınlar, Lübnan iç savaşının acımasızlığını gözümüze değil, kalbimize bir hançer gibi sapladı. İyi de yaptı.
Wajdi Mouawad’ın yazdığı, Ayberk Erkay’ın çevirdiği ve Murat Daltaban’ın yönettiği oyun, konusu itibarıyla çok sarsıcı. Bazı diyalogları çok ağdalı bulsam da (Zaten çok acı bir olayı anlatırken bu kadar ağdalı sözler bana biraz gereksiz geldi) konu ve final çok çarpıcı.
İnsanlığınızdan utanıyorsunuz. Matematik bile şaşırıyor yönünü 1+1=1 oluveriyor.
*
İşte iç savaşın en acı yönü. Kardeş kardeşi öldürüyor, Habil ve Kabil’den beri. Acılar bununla son bulmuyor. Daha da öteye geçebiliyor. Size oyun hakkında detay vermeden ilerlemek güç ama yapmaya çalışacağım.
Newal Marvan ölür. Biri kız, biri erkek ikiz çocuklarına, biri öldü sanılan babaya diğeri de varlığı bile bilinmeyen ağabeye verilmek üzere iki mektup bırakır. Olaylar buradan sonra gelişir. Çocuklar annelerinin Lübnan iç savaşında yaşadığı büyük acılarla yüzleşir.
Jeanne, babasının izini bulur, Simone da ağabeyinin. Simone’un “1+1=1 etmez mi?” sözü sonradan size dehşet bir acı bırakır.
*