YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...

Martin Scorsese, Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel gibi bir ‘Rüya takım’a sahip son filmi ‘The Irishman’de, daha önce ‘GoodFellas’, ‘Casino’ gibi filmleriyle ziyaret ettiği mafya dünyasından ölçülü bir destana imza atıyor. Netflix ekranlarında gösterilen ve 3 saat 29 dakikalık süreye sahip olan yapım açgözlülük, şiddet, hırs, ihanet, siyaset, yolsuzluk ve yaşlılık gibi temalarda dolaşıyor.

Haberin Devamı

Martin Scorsese, 77 yaşının baharında en iyi bildiği sulara geri dönüyor... Geçen çarşambadan itibaren Netflix ekranlarında izlenen son filmi ‘The Irishman’, kendince belli işleyiş kurallarına sahip, şiddetin en önemli davranış biçimi ve bir tür kod olduğu, sık sık racon kesilen erkekler dünyasında geçiyor... Bu dünyanın evrensel dildeki karşılığı ise bilindiği gibi ‘mafya’... Emektar yönetmen kariyeri boyunca çizgi dışına taşanları ve suç kavramıyla kişisel ya da sosyal nedenlerle yolu kesişenleri perdeye taşıyıp durdu. Ayrıca ‘mafya’ özeline de ‘Good-Fellas’ ya da ‘Casino’ gibi yapıtlarıyla girdi. Bu açıdan 3 saat 29 dakikalık bu son adımı onun ‘The Godfather’ı sayılır mı diye bir soru da akla geliyor. Kim bilir, belki ama ‘The Irishman’ daha çok geniş bir zincirin son halkası gibi duruyor...
Peki bu, güzergâhını karanlık koridorlarda belirleyen destansı gezi neyi anlatıyor derseniz şöyle: Steven Zaillian’ın Charles Brandt’in ‘I Heard You Paint Houses’ adlı kitabından uyarlayarak yazdığı senaryodan çekilen yapımın odağında Frank Sheeran var. İtalyanların hâkim olduğu dünyaya giren ve burada adım adım yükselen bir ‘tetikçi’nin öyküsü bu. Hayatını kimi işletmeler için taşımacılık yaparak kazanan eski kamyon şoförü, geçmişte, bozulan motorunu tamir eden mafya babası Russell Bufalino’nun kadrajına giriyor, onun küçük çaplı cinayet ve tahsilat işlerini hallediyor ve nihayetinde büyük denizlere açılarak ünlü sendika lideri Jimmy Hoffa’nın bir tür koruyucusu ve dert ortağı oluyor...
‘The Irishman’, Sheeran’ın serüvenini üç farklı yaşta ve dönemde anlatıyor. Bir hastanede, tekerlekli sandalye üzerinde geçmişe dönük anılarla başlayan film önce hikâyenin başına, sonra iç içe geçmiş girift mafyatik ilişkilere ve nihayetinde düğümün çözülmesine uzanıyor.
YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...
Karanlık güçler
ve Hoffa
Bu dağılımda ana duraklardan biri olan Hoffa, Amerika’ya özgü sendikal hareketin en önemli isimlerindendi. Bazen karanlık güçlerin içinde yer aldı, bazen de o güçlerin hedefi haline geldi. İçeri girdi, uzun bir süre hapis hayatı yaşadı, dışarıya çıktığında ise sendikal hareketine kaldığı yerden devam etmek istedi ama başaramadı. 1975’te ortadan kayboldu ve bir daha bulunamadı. Ölümüne dair birçok söylenti ve teori ortaya atıldı, gerçek anılardan perdeye taşınan ‘The Irishman’in tarihsel işlevlerinden biri de bu cinayete ışık tutması olacak...
Scorsese, bu upuzun suç destanını Amerikalı bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi açgözlülük, şiddet, hırs, siyaset ve yolsuzluk gibi temalardan beslenen büyük bir Amerikan tuvaline dönüştürüyor. Aslında ‘The Irishman’ için yönetmenin belki bakış olarak değil ama gezindiği sular itibariyle ‘en politik filmi’ demek de mümkün. Çünkü öykü bir yerde gelip 60’larda Amerikan siyasetinin nasıl dizayn edildiğine de kendince tarifler getiriyor. Sheeran Küba’yla yaşanan ‘Domuzlar Körfezi’ krizinde Castro muhalifleri için silah taşıyor, mafya seçimlerde sandıklarda rol oynuyor ve nihayetinde film, John F. Kennedy’nin suikastına karanlık güçlerin ne türden dahli olduğuna dair kendince fikir yürütüyor.
Tabii ki Scorsese’nin suç dünyalarında daha önce gezilerinin bütün duraklarında olduğu gibi burada da aile ilişkileri ön planda. Özellikle de bütün yaşananların sessiz tanığı gibi duran ve olaylara ilişkin yargısını ve de vicdani tepkisini gözleriyle ifade eden Sheeran’ın kızı Peggy gibi. Çocukken, babasının kendisine kötü davranan bakkala karşı ‘şiddetli’ çıkışından beri aralarına mesafe koyan Peggy, bu tutumunu hayat boyu sürdürüyor ve benzer bir durumu Russell Bufalino’yla da yaşıyor. Ama iş Jimmy Hoffa cephesine gelince, kurt sendikacıyı adeta babası yerine koyuyor.
Şiddetin anatomisi
Scorsese, kariyeri boyunca insan denen mahlûkatın şiddete yatkınlığını kendisi için temel meselelerden biri olarak görmüştü. Hatta 1600’lerde Japonya’da Budist sistem tarafından acı çektirilen cizvit rahipleri anlattığı, iyi çekilmiş bir Hıristiyanlık propagandası niteliğindeki bir önceki filmi ‘Silence’ta bile bu derdin izleri vardı. ‘The Irishman’de ise öykü bir ara İkinci Dünya Savaşı yıllarına uzanıyor ve ana karakterinin İtalya cephesinde savaşırken iki Alman esirini savaş suçu işleyerek öldürmesini gösteriyor. Bu da öykünün genel gidişatında Frank Sheeran’ın içindeki şiddetin köklerini göstermek bakımından ilginç bir hamleydi. Son bölümdeki yaşlılık, yalnızlık, nedamet, elden ayaktan düşme ve hesaplaşma da filmin en hayata dair ‘öğretici’ duraklarından. Ben JFK’in ölümünde, Hoffa’nın bayrağın yarıya indirilmesine tepki gösterme sahnesini de, etkisi bakımından çok beğendim.
Bu arada yönetmen bu son adımıyla bir kez daha adeta genlerine dönerken filmografisi boyunca kendisiyle yol arkadaşlığı yapan gövde isimleri de kadrosunda toplamış gibi: Robert De Niro, Joe Pesci, ilk göz ağrısı Harvey Keitel... Bu ağır toplara Al Pacino da eklenmiş. Klişe olacak ama hepsi muhteşem oynamışlar. De Niro ise bilgisayar destekli -nispeten- gençleştirilmiş sahnelerde “Bir Zamanlar Amerika’da”dan kadrajlar sunuyor adeta.
Eski bir tadı hatırlamak...
İşlenilen her cinayet sonrası suya atılıp dipte bir galeriyi andıran şekilde yatan silahlar, mutfakta yemek hazırlanırken alınan cinayet kararları, General Patton’a göndermeler, Elvis, Beatles üzerinden Hoffa’ya ilişkin benzetmeler, suç dünyasının labirentlerinde yer almış kişiliklerin hangi yıl, nasıl öldürüldüklerine dair altyazılı bilgiler derken Thelma Schoonmaker’ın her daim maharetli elleriyle biçimlenen kurgu ve Scorsese’nin bilinen usta işi dinamik anlatımı ‘The Irishman’de de karşımıza çıkıyor ve film, upuzun süresine rağmen su gibi akıp gidiyor. Peki bu bir başyapıt mı? Elbette cevaplar sübjektif olacak. Bana kalırsa değil ve mesela ben aynı yolun yolcusu ‘Goodfellas’ı daha çok seviyorum...
Ama ‘The Irishman’i izlerken sanki bir ‘zaman tüneli’nde yolculuk ettim ve günümüz sinemasının ürettiği birçok ‘fast food’ üründe karşıma çıkmayan eski bir tadı, nefaseti buldum (Marvel’ın birkaç filminde de bulmuştum ama!) ve “Doğru ya, bir zamanlar böylesi lezzetler de vardı” türü bir hisse kapıldım. Sonuç olarak bu şiddet, ihanet, ikiyüzlülük, karanlık güçler, siyaset ve yaşlılık gibi limanlarda gezinen ölçülü-biçili mafya destanını mutlaka izleyin derim.
YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...

UĞUR VARDAN’LA HAFTANIN FİLMLERİ...
Bir tatlı huzur almaya geldik İstanbul’dan!
70’lerde televizyon denen yeni heyecan, bütün ülkenin başını döndürüp evlerdeki hükümranlığını ilan ederken TRT ekranında karşımıza gelen öncelikli eğlenceliklerden biriydi ‘Charlie’nin Melekleri’. Jill, Sabrina ve Kelly’den (ki onları Farrah Fawcett, Kate Jackson ve Jaclyn Smith canlandırıyordu) oluşan üçlü bir kadın dedektif ağının Charlie adlı gizemli bir patrondan Bosley adlı bir ‘aracı’ vasıtasıyla aldığı işleri çözmesini anlatan bu dizi, bazı karakterleri değişse de uzun süre yoluna devam etti (1976’dan 1981’e kadar). “Ben kim miyim, Charlie” repliğiyle de bir kuşağın zihninde yer eden seri, 2000’lerde iki filmle kendini hatırlatsa da eskinin ruhunu ve heyecanı estirilemedi.
Geçmişin tortuları üzerinde yükselmek isteyen yeni bir filmse huzurlarımızda. ‘Calipso’ adlı alternatif enerji projesinin kötülerin eline geçmemesi için mücadele eden zamane meleklerine bu kez yepyeni bir Bosley eşlik ediyor. Yeni nesil ajan filmleri gibi Rio, Hamburg, Los Angeles (meleklerin bağlı olduğu Townsend Ajansı’nın merkezi orada), Paris, Berlin, Londra ve İstanbul gibi merkezlere uğrayan yapımda yönetmen-oyuncu Elizabeth Banks’in feminist dokunuşları kendisini hissettiriyor. Öykü dövüş sanatlarına hâkim, silah kullanımı üst düzeyde, sağlam karakter ve bakış açılarına sahip güçlü kadınlar eşliğinde ilerliyor. İstanbul bölümüne ise Sultanahmet-Kapalıçarşı arterinde çekilmiş kimi turistik görüntüler, Veliefendi’deki bir at yarışı (‘Turkish derby’!) ve şehir hatları vapurunda yapılmış bir tur hâkim.
Sonuç olarak olarak Kristen Stewart, Naomi Scott ve Ella Balinska’nın sürüklediği film, izleyicisini fazla sıkmadan izlettiren bir seyirlik. Efsane kadrodan Jaclyn Smith’e (Kelly) bir sahnede yer vermek de çok şık durmuş (Bu arada çekirdek kadronun en popüler ismi Farrah Fawcett’ın, 2009’da aramızdan ayrıldığını hatırlatalım)…
YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...
Charlie’nin Melekleri  (Üç yıldız)
Yönetmen: Elizabeth Banks
Oyuncular: Kristen Stewart, Naomi Scott, Ella Balinska, Elizabeth Banks, Patrick Stewart, Djimon Hounsou, Sam Claflin, Noah Centineo, Jonathan Tucker, Nat Faxon, Chris Pang, Luis Gerardo Mendez
ABD yapımı
‘Küçük burjuva’nın büyük dertleri...
Sinemamızın genç yönetmenlerinden Kıvanç Sezer imzalı ‘Küçük Şeyler’, orta sınıfın büyük (!) dertlerini anlatıyor. İlk filmi ‘Babamın Kanatları’nda emekçilerin sistem içinde tutun(ama)ma meselelerinde gezinen Sezer, ikinci adımında Onur ve Bahar çiftinin mutlu mesut giden küçük burjuva dünyalarının Onur’un işten çıkarılmasıyla ne türden bir kaosa dönüştüğünü perdeye taşıyor. Farklı toplumsal sınıflara ait karakterlerin hayatlarına odaklanan bir üçlemenin ikinci hamlesi niteliğindeki ‘Küçük Şeyler’, yönetmeni adına da farklı bir üslubun ifadesi.
‘Babamın Kanatları’ndaki toplumsal gerçekçi anlatım burada yerini absürd bir tarza bırakmış. Kim bilir, karakterlerin hayata karşı duruşları, bakışları, dertlerinin türü de bu tarz değişikliğini beraberinde getirmiştir, bilemiyorum ama Sezer’in yönetmenlik kumaşını daha da geliştirdiğini gösteren bir çalışma ‘Küçük Şeyler’. Onur’u canlandıran Alican Ulusoy’un ışıltılı performansının (birçok festivalde ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında ödüle uzandı) yanı sıra Başak Özcan’la yakaladıkları kimya özellikle kimi sahnelerde (mesela Bahar’ın evi terk etme bölümü) üst düzeyde.
Toparlarsak ‘beyaz yakalılar’ da denilen toplumsal katmana dair bu modern taşmayı kaçırmayın derim...
YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...

Gezelim, görelim...
Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival, tam 25 yaşında... Dün Ankara’da perdelerini açan şenlik, başkentte 5 Aralık’a kadar sürecek, peşi sıra 6-8 Aralık’ta Sinop’ta ve 9-12 Aralık’ta Kastamonu’da seyirciyle buluşacak. Festivalin bu yılki programında Dünya Sineması, Kısa İyidir, Çocuk Filmleri, Türkiye Sineması, Canlı Müzik Eşliğinde Sessiz Filmler gibi klasikleşen bölümlerin yanı sıra 25. yıl için özel olarak programlanan, yeni, tematik film seçkileri de yer alıyor. Bu yıl özellikle ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla gerçekleştirilen ‘Amerikan Sinemasının Öncü Kadınları Bölümü’ ilgi çekici. Bu bölümde Dorothy Arzner’in 1932 yapımı filmi ‘Güle Oynaya Cehenneme Gidiyoruz’ (‘Merrily We Go To Hell’), Ida Lupino’nun 1953 yapımı başyapıtı ‘Otostopçu’ (‘The Hitch-Hiker’) ve Shirley Clarke’ın 1961 yapımı filmi ‘Torbacı’ (‘The Connection’) izlenebilir. Festivalde yerli sinema kapsamında da ‘Şehitler’, ‘Aidiyet’, ‘Kız Kardeşler’, ‘Nuh Tepesi’, ‘Küçük Şeyler’, ‘Bozkır’, ‘Soluk’ gibi yapımlar da seyirci karşısına çıkacak...

Diğer seçenekler
Roland Emmerich imzalı İkinci Dünya Savaşı draması ‘Midway’de başrolleri Ed Skrein, Patrick Wilson, Woody Harrelson, Luke Evans, Etsushi Toyokawa, Tadanobu Asano, Rennis Quaid gibi isimler paylaşıyor. ‘Bir Şans Daha’yı (‘Last Christmas’) ise Paul Feig yönetmiş, oyuncular Emilia Clarke, Henry Golding, Michelle Yeoh ve Emma Thompson. Haftanın gerilim seçeneği ‘Korkunun Sesi’ (‘Evhoes of Fear’) Brian Avenet Bradley-Laurence Avenet Bradley ikilisinin imzalarını taşıyor, kadroda Trista Robinson, Hannah Race, Paul Chirico ve Marshal Hilton gibi isimler var. Alejandro Landes’in yönettiği ‘Monos’ta ise başrolleri Sofia Buenaventura, Julian Giraldo ve Karen Quintero gibi isimler paylaşıyor. ‘Hemen Döneriz’in kadrosunda Kadir Polatçı, Murat Genç, Burak Satıbol ve Çorumlu Amir var, yönetmen Haydar Işık. Murat Pay imzalı
‘Dilsiz’in kadrosunda ise Ozan Çelik, Vildan Atasever, Mim Kemal Öke, Emin Gürsoy gibi oyuncular yer alıyor.
YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...






 

Yazarın Tüm Yazıları