Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...

‘Hızlı ve Öfkeli’ serisinde sahne sırası yan karakterlerden Luke Hobbs ve Deckard Shaw’da.

Haberin Devamı

İnsanlığın geleceğini tehdit eden ölümcül bir virüsün peşinde koşarken aksiyona soyunan, sürekli birbirleriyle didişen, yer yer esprili bir dil tutturan bu ikilinin sürüklediği film Londra, Moskova, Ukrayna kırsalı ve Samoa Adaları’nda geçiyor. Serinin yatağını değiştiren yapım, genel olarak kendi kulvarı açısından vasatı aşamıyor.
Yaz sıcağında seyirciyi salona çekmenin en bildik reçetelerinden biri kuşkusuz aksiyonlardır. Bu formül, uzun süredir geçerliliğini koruyor. 2019 yazının mönüsünde yer alan öncelikli aksiyonlardan ‘Hızlı ve Öfkeli: Hobbs ve Shaw’ (‘Fast & Furious Presents: Hobbs & Shaw’), bu hafta sahne alıyor... Film, 2000’li yılların en uzun serilerinden birine dönüşen ‘Hızlı ve Öfkeli’nin sonraki adımlarında meselelere dahil olan ara karakterlerin ön plana çıktığı bir öyküye sahip.
Malum, aksiyonlar salona adım attığınızda felsefeyi, mantığı, hayata dair derin meseleleri adeta kapıda bırakmanızı gerektiren yapımlardır. Size genellikle sanat ve siyasete ilişkin konular değil görsel şov, adrenalin dolu anlar, eskilerin deyimiyle vurdu-kırdılı sahneler vaat ederler. Teknolojinin ulaştığı noktalar itibariyle de genellikle vaatlerini gerçekleştirirler... Lakin biz eleştirmenler, yine eskilerin deyimiyle ‘Öküz altında buzağı’ ararız ve aksiyonda bile çıtanın yükseklerde tutulmasını isteriz.
Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...
‘Hızlı ve Öfkeli’, Türk sinema izleyicisinin çok sevdiği bir seri. Hatta serinin yedinci adımı (‘Furious Seven’), 2.961.089 seyirciyle ‘Tüm zamanların en çok izlenen yabancı filmi’ unvanını taşıyor. Lakin ‘Hobbs ve Shaw’da ara karakterlerin öne çıktığı farklı bir öykü anlatıyor.
Yönetmen, eski bir dublör...
Bu bakımdan ‘Hızlı ve Öfkeli’ serisi, geride kalan sekiz filmlik toplama göz atıldığında bazen çıtayı yükseklere taşımış, bazen de sıradanlığın içinde kaybolmuştur... ‘Hobbs ve Shaw’la birlikte yeni ufuklara yelken açma çabasına giren serinin bu son adımında yönetmen koltuğunda David Leitch ismini görmek, en azından kâğıt üzerinde doğru karar verilerek yola çıkıldığı izlenimi uyandırıyordu. Çünkü eski bir dublör, dublör koordinatörü ve aktör olan Leitch, yönetmenlik uğraşına Chad Stahelski’yle birlikte yönettiği ‘John Wick’le başlamış, ardından da ‘Sarışın Bomba’ ve ‘Deadpool 2’ gibi filmlere imza atmıştı.
Ama ‘Hobbs ve Shaw’ın rejisine bakmadan önce öyküsünde kısa bir gezintiye çıkalım. Londra’da bir grup asker, ‘Kar Tanesi’ adlı bir genetik virüsü ele geçirmek için operasyona girişir. Görev başarıyla tamamlanmak üzereyken kendisini “Ben bu hikâyenin kötü adamıyım” diye tanıtan esrarengiz birinin müdahalesiyle dengeler değişir. Askerler öldürülür, içlerinden sağ kalan MI6 ajanı Hattie, virüsü kendi vücuduna enjekte ederek olay mahallini terk eder. Sonrasında devreye CIA girer ve serinin önceki adımlarından hatırladığımız Luke Hobbs ve Deckard Shaw’ı sahaya sürer. İkili birbirlerinden hoşlanmamakta ve göreve tek başına talip olmak istemektedir ama süreç onları ortak hareket etmeye iter...
Açılış bölümü çok güzel...
Chris Morgan ve Drew Pearce’ın kaleme aldıkları senaryo, birçok mantıksız ve akıl dışı olay örgüsüyle dolu ama ne gam; maksat aksiyon olsun... Yönetmen Leitch, yakın dövüş sanatları konusundaki ustalığını zaman zaman konuştururken serinin en önemli özelliği olan zor akrobatik sahneler, ‘Hobbs ve Shaw’da da varlığını koruyor. Bir helikoptere bağlı zincirler eşliğinde dizilen arabalar ve bu yolla sağlanan kaçıp kovalamaca bölümleri, genel olarak Londra’da geçen, sonrasında Moskova ve Ukrayna kırsalına (Çernobil ?) taşınan ve nihayetinde Samoa Adaları’nda sonlanan bir öykü...
Aslına bakılırsa Jim Croce’un ‘Time In A Bottle’ şarkısı eşliğindeki giriş sekansı çok güzel çekilmiş ve doğrusu bu yanıyla film, çok fazla şey vaat ediyordu ama sonrasında genel olarak kendi kulvarı açısından sıradanlığı aştığını söylemek zor. Yer yer esprili dil, Nietzsche ve Bruce Lee üzerinden yüzeysel ‘filozofi’ göndermeler, ana karakterlerin sürekli didişmesi ve Shaw’ın kız kardeşi üzerinden bir gönül meselesine girmesi (yabancı bir eleştirmenin vurguladığı gibi bu durum ‘Tango & Cash’i andırıyor) derken ‘Hobbs ve Shaw’ kendini belli ölçülerde izletmeyi başarıyor. Bir tür ‘Terminator’ (‘Cyborg’ demek de mümkün) olan Brixton karakteri üzerinden senaryo ölümsüzlük ve makineleşmeye vurgu yapıp belki öyküye felsefi bir tat katmak istemiş ama bunun yeterince parlak bir fikir olduğunu söyleyemeyiz. Bir de Samoa’da geçen bölümü hem uzun tutulmuş hem de hamasi diyaloglarla boğulmuş.
Dwayne Johnson ve Jason Statham’ın sürüklediği, ‘The Crown’ dizisiyle tanınan Vanessa Kirby’nin estetik kattığı, ‘öykünün kötü adamı’ olarak Idris Elba’nın boy gösterdiği, Helen Mirren’ın ‘ustalara saygı’ kabilinden huzurlarımıza geldiği ‘erkeklik gösterisi’ niteliğindeki ‘Hobbs ve Shaw’, belki serinin yatağını değiştiriyor ama genel toplamda sıradanlığı aşamıyor.
Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...

Kapanmayan yaralar,
örtbas edilen suçlar...
Geçmişte işlenmiş ve dini otoritenin, zamanın akışında yok olmasını, unutulmasını beklediği suçlar... Lakin ‘resmi tarih’ onları kayda geçirmese de kurbanların ruhlarında, vicdanlarında açtığı yaralar tazeliğini koruyor ve hayat boyu peşlerini bırakmıyor... François Ozon, son filmi ‘Yüzleşme’de (‘Grace a Dieu’), deşildikçe dalga dalga büyüyen ve gerçekten yaşanmış bir pedofili vakasını perdeye taşıyor.
Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...
Her şeyi Larrain başlattı!
Öykü saygın, beş çocuk babası Lyon’lu bir bankacı olan Alexandre Guérin’in, küçükken kendisine yapılan tacizin izlerini sürme ısrarıyla başlıyor. Olay, 80’li yıllarda kilise öncülüğünde düzenlenen yaz tatili kampı sırasında gerçekleşmiştir. Bernard Preynat adlı din adamının işlediği bu suç (günah!), ne uhrevi ne de hukuki düzlemde karşılığını bulmuş ve her şey, hiçbir şey olmamışçasına devam etmiştir. Dine olan inancını hâlâ canlı tutan ve çocuklarını kilisenin kollarına teslim eden Guérin, işin peşine düşer ve fakat sistemin geçmişte olduğu gibi şimdiki zamanda da harekete geçmeyeceğini, meseleyi her daim soğutma yönteminde ısrar ettiğini anlar... Bu duyarsız ve inançtan beslenmenin avantajıyla güçlü geleneksel yapıya karşı mücadelenin boyutlarını genişletir. Kendisi gibi Preynat’nın tacizine uğramış kurbanları bulur, onlarla buluşur ve nihayetinde artık çoluk çocuğu karışmış bu insanlarla olayı kamuoyuna taşır...
İşaret fişeğini ilk olarak 2015’te Pablo Larrain yaktı. Şilili yönetmen ‘El Club’da, vakti zamanında işledikleri pedofili suçları nedeniyle ‘kol kırılır yen içinde kalır’ mantığının uzantısıyla kilise tarafından küçük bir sahil yöresine sürülen ve kendilerine tahsis edilen evde, zorunlu olarak inzivaya çekilen bir grup rahibin öyküsünü perdeye taşıdı. Sonrasında ‘Spotlight’ geldi; Oscar’a kadar uzanan bu yapım da din adamlarının erkek çocuklarına yönelik cinsel tacizlerini ve bütün yaşanların örtbas edildiği bir Amerika’yı anlatıyordu. ‘Spotlight’ asıl olarak gerçeklerin gazeteciler tarafından ortaya çıkarılma çabasına odaklanıyordu.
Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...

Dört başı mamur
bir pazar yazısı tadında
Ozon’un filmi de aynı sulara bu kez kurbanların psikolojisi, ardından hesaplaşma çabaları ve sistemin aymazlığı üzerinden yaklaşıyor. ‘Yüzleşme’nin kıymeti harbiyesi el attığı konu kadar metnin çok başarılı ve akıcı bir şekilde kaleme alınması, öykünün kat kat açılması, adeta ders olarak okutulacak bir senaryoya sahip olması. Belki yıllarca mesleğin mutfağında da çalışmış biri olmanın refleksiyle bu metni, hafta sonu eklerinde yayımlanan ve toplumsal olaylarda gezinen dört başı mamur yazılara (‘dosya’ da diyebiliriz) benzettim... Tat olarak da Ozon filmleri içinde en çok ‘Evde’ye (‘Dans la maison’) yakın buldum.
Ana karakterlerden Alexandre Guérin’i, Melvil Poupaud’un François Debord’u Denis Ménochet’nin, Emmauel Thomassin’i Swann Arlaud’un, tacizci din adamı Bernard Preynat’yı Bernard Verley’nin canlandırdığı ‘Yüzleşme’yi kesinlikle kaçırmayın derim. Bu arada salondan ayrılırken elbette şu soru sizi takip edecek: Şili, Amerikan ve Fransız sineması örtbas edilen suçların izini sürdü, bakalım bizim sinemamıza sıra ne zaman gelecek?
Diğer seçenekler...
Haftanın yenilerinden ‘Geniş Aile: Komşu Kızı’nı Cüneyt İnay yönetmiş, oyuncular Ufuk Özkan, Bülent Çolak, Rojda Demirer ve Emre Altuğ. Bir diğer yerli komedi olan ‘Ölü Yatırım’, Neslihan Yıldız imzasını tayışor, filmin kadrosunda Serkan Dağlı, Anıl Çelik, Nursel Köse, Öykü Çelik ve Köksal Engür gibi isimler var. ‘Luis ve Uzaylı Dostları’ (Luis and the Aliens’) ise haftanın animasyon seçeneği, filmi üç isim; Christoph Lauenstein, Wolfgang Lauenstein ve Sean McCormack yönetmiş. Yerli gerilim ‘Cinna: Karabasan’da Sena Özcan, Vedat Delibaş ve Kenan Balık gibi isimler rol alıyor, yönetmen Ebru Delibaş.
Yazlıklardan havalanan...
Açık hava sinemalarının mönüsünde bu hafta şu filmler var:
◊ Yenilenen Ortaköy Feriye’nin açık hava sinemasında bu haftanın filmi, bir 70’ler klasiği olan ‘Jaws’... Yarın gece saat 21.15’te gösterilecek yapım Steven Spielberg imzasını taşıyor. Amity adlı sahil yöresine dadanan bir köpekbalığının yarattığı korku üzerinden gelişen öyküsüyle dikkat çeken film, Peter Benchley’nin çok satan romanından sinemaya uyarlanmıştı.
Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...
◊ Yapı Kredi Bomontiada’da da 7 Ağustos akşamı Ralph Fiennes’ın yönettiği ‘Beyaz Karga’ (‘The White Crow’) izlenebilir. Gösterim saati 21.00.
◊ UNIQ’te ise yarın Paolo Sorrentino’nun ‘Loro’su, 6 Ağustos’ta Gustav Möller’in ‘Suçlu’su (‘The Guilty’), 7 Ağustos’ta Joe Penna’nın ‘Arctic’i, 8 Ağustos’ta da Zhangke Jia’nın ‘Kül En Saf Beyazdır’ı (‘Jiang hu er nü’) izlenebilir. Filmlerin gösterim saati 21.00...
Yer yer hızlı, az öfkeli, az biraz komik...


 

Yazarın Tüm Yazıları