Paylaş
Uyuyan devleri uyandırmanın bir getirisi olacaktı elbet... 1993’te Steven Spielberg’ün attığı ilk adım (‘Jurassic Park’) üç filmlik bir seriye dönüşüp yeni bir gişe kapısını aralarken, gündelik hayatta ‘demode’lik adına bir tür aşağılama ifadesi olarak kullanılan ‘dinozor’ların bu çağda da yaşayabileceklerini (!) göstermişti. Bu tarihöncesi yaratıklar 2015’te bir kez daha hatırlandı ve ‘Jurassic World’de daha gelişmiş bir teknolojinin ürünü bilgisayar görüntüleri eşliğinde huzurumuza geldi. Kosta Rika’ya bağlı Nobler Adası’ndaki tema parkında bir dinozorun hayat alanını terk edip yaklaşık 21 bin ziyaretçinin yaşadığı korku dolu anları aktarırken iki ana karakter etrafında (doğabilimci Claire ve dinozor eğitimcisi Owen) da bir ailenin kurtarılmasını anlatan film, seriye ait hafıza tazelemenin dışında çok da kayda değer bir çaba değildi.
Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Jurassic World: Yıkılmış Krallık’ (‘Jurassic World: Fallen Kingdom’) ise bir önceki filmin ana karakterlerini yeni bir maceranın içine atıyor. Bu kez adadaki yaratıkların kaderleri üzerine nasıl bir yol haritası çizeceklerine dair tartışmalar içine girilirken, dinozorları tarih sahnesinden çekip çıkaran John Hammond’ın ortağı Benjamin Lockwood’un kendi malikânesinin yanına kurduğu özel bir alanda yeni bir yaşam ünitesi için harekete geçtiğini öğreniyoruz.
‘Tarzan’vari bir öykü...
Tekerlekli sandalyedeki Lockwood’un sağ kolu Eli Mills, adadaki parka hâkim Claire’den yardım istiyor, o da eski göz ağrısı Owen’a başvuruyor; bilgisayar dâhisi Franklin ve uzman Dr. Zia Rodriguez’le birlikte, bu küçük ekip Nobler Adası’na yollanıyor ve fakat çok geçmeden işin renginin farklı olduğunu, Mills’in yaratıkları zenginlere pazarlamak için böylesi bir hamleye soyunduğunu anlıyorlar... Zaten adada da volkanik patlama oluyor ve lavlar her tarafı sarıyor...
‘Yıkılmış Krallık’, 2015 tarihli ilk adıma göre daha iyi bir film. ‘Yetimhane’, ‘Kıyamet Günü’, ‘Canavarın Çağrısı’ gibi yapıtlara imza atmış J. A. Boyana’nın imzasını taşıyan ve serinin toplamda beşinci hamlesi sayılan bu çalışma genel olarak ‘Tarzan’vari (bizim kuşağın çizgi romanlarından ‘Zembla’ da olabilir, hatta iş ‘King Kong’a kadar bile uzar!) bir öyküye sahip; şımarık zengin beyazlar devasa yaratıkları dövüştürmek, yarıştırmak, gösteri, gerekirse savaş alanında bile kullanmak türü gerekçeler için satın alarak sıkıcı hayatlarına hareket getirmek istiyorlar. Eli Mills de kiraladığı Ken Wheatley adlı avcı ve ekibiyle hayvanları adadan Amerika’ya naklettiriyor, iş ortağı Gunnar Eversol’la da büyük bir açık artırma faaliyetine soyunuyor. Bu aşamada Owen bir tür Indiana Jones ya da Tarzan’vari bir rol üstlenirken Claire, Franklin ve Rodriguez’den oluşan ekibe de Lockwood’un minik torunu Maisie katılıyor.
‘Oh, canımıza değsin’...
Boyana, geçmişteki işlerinde atmosfere hâkimiyeti ve germeyi başaran rejisiyle dikkat çeken bir isimdi, burada da belli noktalarda kendine özgü dokunuşlar sergiliyor, özellikle malikânede geçen aksiyon sahnelerinde. Bazı karelerse ‘Canavarın Çağrısı’ndan alınmış gibi duruyor. Ama sonuçta bu büyük stüdyo işi bir çalışma ve malum, bu tür işlerde yönetmenin üslubu, bilgisayarlar tasarımlarının üslubunun önüne pek de geçemez! Lakin bu dengede bir problem yok, çünkü filmdeki yaratık tasarımları çok başarılı ve gerçekçi. Özellikle hayvansever seyirciler, başta Owen’ın ‘eski öğrencisi’ Blue adlı raptor olmak üzere öyküde yer alan birçok yaratığın çok içten, duygusal, özellikle kedi-köpek benzeri bir tasvirle sunulduğuna şahit olacaklar. Öykünün kötü adamlarına yönelik intikamın, bizatihi yaratıklar tarafından alınması ise izleyici kanadında “Oh, canımıza değsin!” türü bir rahatlama sağlıyor.
‘Jurassic World’e ilişkin eleştiri yazıma “Gen’imle oynama, söyledim sana” başlığını atmıştım ama artık çok geç, oynandı bir kere. Bundan sonra da muhtemelen yaratıkların şehir hayatı etrafında biçimlenen maceralarını izleyeceğiz. Bekleyelim, görelim...
Filmin en büyük artısı, etkileyici yaratık tasarımları.
Yok böyle bir final!
Günümüzden bakıldığında Roger Federer’i, Rafael Nadal’ı ya da Novak Djokovic’i çok sevebilir ve tenis tarihinin en büyükleri olarak kabul edebilirsiniz. Ama benim için bu tür unvanların sahibi Björn Borg’dur. Doğrusunu söylemek gerekirse bu seçimin mantıklı bir nedeni yoktur, muhtemelen kortlardaki ilk göz ağrım olmasıdır. İsveçli raket, genç yaşta zirveye tırmanmış ve üst üste kazandığı şampiyonluklarla adeta Wimbledon’ın tapusunu üzerine geçirmiştir (Keza ‘Roland Garros’ta da birinciliklere el koymuştu).
Bu haftanın ilgi çekici yapımlarından ‘Borg / McEnroe’, biri deneyimli, diğeri yolun başındaki iki tenis efsanesinin 1980’de Wimbledon’da oynadıkları final mücadelesine odaklanıyor. Kimi geri dönüşlerle artık tarihe geçmiş bu iki ustanın çocukluk günlerine ve yetişme dönemlerine de göz atan film, asıl olarak 5 Temmuz 1980’de oynanan ve tenis tarihinin en unutulmaz maçlarından biri olarak kayıtlara geçen mücadeleyi perdeye taşıyor. Janus Metz imzalı yapımın bence en önemli artısı, bu soluk kesici final maçını eski nesillere hatırlatması, yeni nesillere de sanki o an oynanıyormuş şeklinde bir sürükleyici anlatımla ve atmosferle sunması olmuş. Örneğin ben tabii ki yaş itibariyle sonucu biliyordum ama zihnimin bir köşesinde kalmış geçmiş zaman parçalarını çıkarana kadar maçı, neticesini hiç bilmiyormuş türünden bir heyecanla izledim ve kendimi filme böyle kaptırdığımı fark ettim.
Björn Borg’u İsveçli aktör Sverrir Gudnason’un, John McEnroe’yu Shia LaBeouf’un canlandırdığı, Borg’un hocası Bergelin’de de Stellan Skarsgard’ı izlediğimiz bu özel çalışmayı kaçırmayın derim.
Bundan da korkacaksak...
Anladık, güneş altında söyleyecek yeni bir şey kalmadı, zaten zamane dâhileri de eski yapıtları birtakım ‘post-modern’ numaralar etrafında allayıp pullayarak yeniden önümüze atıyor; bu durumda da az biraz farklı olanlar baş tacı ediliyor ama el insaf, her böyle yapan deha, çektikleri de ‘başyapıt’ değil. Sadede geleyim ve son dönem örnekleri üzerinden konuşayım; ‘Beni Adınla Çağır’ (‘Call Me by Your Name), ‘Sessiz Bir Yer’ (‘A Quiet Place’), ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin’ (‘You Were Never Really Here’) gibi filmler mesela... Her biri daha önce az ya da çok uğranılmış limanları andırıyorlar; atmosferdi, bir-iki dokunuştu, az biraz farklı karakterlerdi derken eli yüzü düzgün restorasyon çalışmalarından öte adımlar değiller ama öyle bir göklere çıkarıldılar ki, sanki sinema tarihi yeniden yazılıyor. 60’ların sonunda, 70’lerde, hatta 80’lerde bu tür filmlerden çokça seyrettik, ki hiçbiri “Ben çok özelim” afra tafrasıyla gösterime girmez, değerlerini zaman içinde bulurlardı.
Haftanın yenilerinden ‘Ayin’ (‘Hereditary’) de aynı mantıkla sahaya çıkıyor. Yok efendim şöyle korkutuyormuş, yok efendim tüyler ürpertiyormuş, yok efendim bilmem neden bu yana bu kadar etkileyici bir yapım yokmuş; falan filan... Ortaokul-lise dönemim bu tür filmlerle geçti, salonlara bu türden gerilimler sıkça uğrardı.
Biz bunlardan çok gördük!
Pardon, önce konuyu özetlemem lazım, değil mi? Hemen özetliyorum: 78 yaşındaki Ellen Taper Leigh ölür ve geride kalan aile (kızı Annie Graham, damadı Steve, erkek torunu Peter, kız torunu Charlie) üyelerinin üzerine adeta bir lanet çöreklenir. İşin içine Joan adlı bir kadın ve onun ‘ruh çağırma’ yöntemleri de girince, evin dengeleri değişir...
Ari Aster’ın ilk uzun metrajlı çalışması olan ‘Ayin’, klasik tarikat filmleri kulvarında ilerlerken pek de korkutmayan bir gerilim öyküsü anlatıyor. Yeri gelmişken ‘korkutma’ ya da ‘germe’ meselesine genel bir bakış atarsak; ben kendi adıma ‘Altıncı His’ ya da ‘The Others’ gibi örneklerin üzerine bir şeyler koyan ya da ‘The Conjuring’ serisinde (yan yollardan kafasını uzatan ‘Annabelle’ de dahil) olduğu gibi hiç değilse birkaç sahnede meselenin hakkını veren yapımların takdir edilmesinden yanayım. Bilmiyorum, kim bilir belki de artık gündelik hayatın korkunçluğu ya da aramızdaki, giderek çoğalan, her yeni günde dibin dibine ulaşan ve ulaştıkları o noktadan sürekli kötülük üretenlerin yanında, sinema perdesinden yansıyan öykülerden etkilenemiyorum.
Neyse, uzattım; filme ilişkin önden gelen övgüler eşliğinde Toni Collette’in ‘Altıncı His’ten sonra yeni bir klasikte oynayacağı beklentisiyle yollandım salona ama Avustralya kökenli oyuncunun bazı sahnelerde çok iyi, bazı sahnelerde de alabildiğine amatörce bir performans sergilediğine tanık oldum. ‘Ayin’ vasat bir çaba; ‘Rosemary’nin Bebeği’ ya da ‘The Wicker Man’ (1973 tarihli olanı) gibi filmleri yeniden ziyaret etmenin dışında da bir duygu uyandırmadı bende.
Diğer seçenekler...
Isabel Coixet’in yönettiği ‘The Bookshop’un başrollerinde Emily Mortimer, Bill Nighy, Patricia Clarkson ve Hunter Tremayne var. Scott Speer imzalı ‘Durumunu Güncelle’nin (‘Status Update’) kadrosunda Ross Lynch, Olivia Holt, Harvey Guillen ve Courtney Eaton gibi isimler yer alıyor. Animasyon ‘Sevimli Tekneler’i (‘Anchors Up’) Simen Alsvik ve William Ashurst yönetmiş. ‘Zohak’ta Erkan Çelik, Seda Kement, Gamze Bayraktaroğlu ve Seyhan Arman başrolleri paylaşıyor, yönetmen Adem Uğur. Kamil Çetin’in yönettiği ‘Cumali Ceber 2’de Halil Söyletmez, Serkan Şengül, Doğa Konakoğlu gibi isimler rol alıyor. Haftanın bir diğer animasyonu ‘Sihirli Müze’yi (‘Harvie and the Magic Museum’) Martin Kotik yönetmiş. İkinci kez vizyona çıkan ‘Acı Tatlı Ekşi’ ise Andaç Haznedaroğlu imzasını taşıyor.
Paylaş