Paylaş
Britanya toprakları üzerindeki iktidar erki etrafında dolaşmayı sürdürüyoruz. Geçen hafta ‘İskoçya Kraliçesi Mary’, bu hafta da ‘Sarayın Gözdesi’ (‘The Favourite’). Latife bir yana, arka arkaya gelen bu iki film, kuşkusuz ilginç tarihsel hatırlatmalarda bulunuyor ama bize aktarmaya çalıştıkları öykülerin galiba asıl dertleri çürümenin, entrikanın, hırsın ve yükselme tutkusunun tasvirlerine soyunmak. Hoş aralarında üslup farkı var; ‘İskoçya Kraliçesi Mary’ bu işi ‘ciddiyet’le yapıyordu, ‘Sarayın Gözdesi’ ise komik, hınzır ve kendince aykırı bir dile sahip...
Önce kısaca hikâye diyelim: 1700’lerin başı. Tahtın hâkimi konumundaki Kraliçe Anne, iktidarda olmasına rağmen ipleri elinde tutmaktan acizdir. Fransa’yla savaştaki ülkeyi aslında perde gerisinde son derece güçlü olan çocukluk arkadaşı Sarah Jennings Churchill yönetmekte-
dir. I. Marlborough Dükü’nün eşi olan Sarah, sistemi kendi menfaatleri doğrultusunda organize ederken ortaya çıkan uzak akraba Abigail Masham, yavaş yavaş yükselecek ve Kraliçe’nin yeni gözdesi olacaktır.
Merkeze mi kayıyor?
‘Köpek Dişi’, ‘The Lobster’, ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ gibi filmleriyle tanıdığımız Yorgos Lanthimos’un, Deborah Davis ve Tony McNamara ikilisinin kaleminden çıkan senaryodan çektiği ‘Sarayın Gözdesi’, üçlü bir ayak üzerinde yükselen çekişmelere odaklanıyor. Yunan sinemacı, bu sacayağında sürekli değişen dengeler ve insan doğasının değişmeye eğilimli yapısından yola çıkarak mizahi bir tonun peşine düşüyor. Kraliçe sağlık sorunlarıyla mustarip ve iktidarın değil hayatın ona yükledikleriyle meşgul. Bu durumu lehine kullanan ve ipleri elinde bulunduran Sarah’ın düzenini ise bir tür ‘Alt sınıfın laneti’ olarak kıyıya vuran Abigail bozuyor. İkili oynamalar, saray içi entrikalar, peruklar arası siyaset, ağır kostümler, klasik müzik (Handel, Vivaldi vs) derken Lanthimos tarihsel bir dramanın temel unsurlarıyla örülü ortamından mizaha yöneliyor. Aslında Yunan yönetmenin baştaki çizgi dışı tavrından giderek koptuğu ve yavaş yavaş merkezi noktalara kaydığı kanısındayım. ‘Sarayın Gözdesi’ de bu kayışın bir göstergesi ama tercih edilen alegorik anlatım, Lanthimos’un kökleriyle olan bağını bir nebze ayakta tutan ya da yitirmediğini gösteren en belirgin yan. “Bu arada yeri gelmişken, merkeze göz kırpmanın karşılığı 10 dalda Oscar olabilir mi, sadece soruyorum” dermişim...
Gut hastası ve etrafına bir anlamda “Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” tarzında bir görüntü sunan (ki zaten filmin tadı hafiften Sofia Coppola’nın ‘Marie Antoinette’ini de hatırlatıyor) Kraliçe Anne’de Olivia Colman, konumları yer değiştiren ama neredeyse aynı ruha sahip kuzenlerde Rachel Weisz (Sarah Churchill) ve Emma Stone (Abigail Masham)... Senaryonun karakter bazındaki dokunuşları sanki özellikle oyunculara yaramış; bu üç isim de performanslarıyla (Colman ‘En İyi Kadın’da, Weisz ve Stone ‘En İyi Yardımcı Kadın’da) Oscar’a adaylar...
Sekiz bölümden oluşan filmin görsel açıdan en belirgin yanı ise İrlandalı görüntü yönetmeni Robbie Ryan’ın ‘balık gözü objektif’ kadrajları. Muhtemelen Lanthimos ve Ryan, öyküdeki entrika havasını böylesi bir tercihle daha iyi etkili biçimde anlatacaklarını düşünmüş olmalılar.
Film yer yer Sofia Coppola’nın ‘Marie Antoinette’ini ve Stephen Frears’ın ‘Tehlikeli İlişkiler’ini hatırlatıyor.
‘Bazı yaralar kapanmaz’
Tarihsel veriler bu üç kadın karakter arasında öyküde anlatılan türden siyasi dengeler ağı olduğunu söylüyor ama Lanthimos’un filmi ‘serbest uyarlama’yla meselenin perde arkasını lezbiyen ilişkilerle açıklıyor. Kraliçe’nin hayatındaki en öncelikli meşguliyet ise sahip olduğu 17 tavşan ve bu sevimli yarenler, kaybettiği çocuklarını temsil ediyor. Ben filmde en çok bu metaforu beğendim. Anne’in “Bazı yaralar kapanmıyor. Bende böylesi yaralardan çok var” şeklindeki açıklamasını da filmin sinik mizahı içinde yüreğimize çarpan en vurucu cümlelerden biri olarak kaydettim.
Sonuç? Benim için Lanthimos’un en iyi filmi hâlâ ‘The Lobster’, ‘Sarayın Gözdesi’ ise görsel albanisi ve tarih-
sel ihtişamı içinde izlenmesi zevkli bir yapım ama çok da özel bir yeri tarif etmiyor. Mesela sinemasal zihnimiz aynı sularda yüzüp daha derine inen Stephen Frears’ın ‘Tehlikeli İlişkiler’ini (‘Dangerous Liasions’) de hatırlatıyor. Ayrıca kadınlar üzerinden bir hikâye anlatırken ‘İskoç Kraliçesi Mary’ türünden sosyolojik bir bakışa yeltenmiyor (her filmden aynı perspektifleri beklemeye hakkımız yok ama yine de benzer sulara dalındığında bu konuda neler söylüyor türünden bir hissiyatın peşine düşüyoruz).
Sonuç? İzlenmesi keyifli, oyunculuk performansları güçlü ve ‘Oscar gecesi’ adı fazlaca anılacak bir yapım var karşımızda; bu özellikleriyle de görülmeyi hak ediyor.
Yine, yeniden ‘Kan Dökülecek’...
1800’lerin ikinci yarısı... Vahşi Batı’da işler hâlâ silahla görülmektedir ama medeniyet unsurları da hafiften kendisini hatırlatmaya başlamıştır. Şöhretleri ülke sathına yayılmış iki kardeş kiralık katil (yani Sisters Biraderler), Commodore adlı bir zenginin kendilerine verdiği görevi (Hermann Kermit Warn adlı kimyageri öldüreceklerdir) ifa peşindedir. Öncü kuvvet şeklinde takılan John Morris de Warn’u takip ederek Eli ve Charlie kardeşleri, ‘hedef’e ilişkin bilgilendiren kişidir.
‘Düşen Adamlara Bak’, ‘Yeraltı Peygamberi’, ‘Pas ve Kemik’, Dheepan’ gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Fransız yönetmen Jacquac Audiard’ın İngilizce çektiği ilk film olan ‘Sisters Biraderler’ (‘The Sisters Brothers’), klasik western’lerin uzağında seyrediyor. İlk bölümü kaçıp kovalama ve alabildiğine kanlı sahnelerle dolu olan film ikinci yarısında yatağını değiştiriyor ve bambaşka bir havaya bürünüyor. İki kardeş arasındaki psikolojik dramalardan beslenirken Warm ve Morris üzerinden de farklı sulara açılan öykü, nihayetinde klasik ‘altına hücum’ başlığının sınırlarına ulaşıyor. Senaryosu (Audiard’la Thomas Bidegain kaleme almış) Patrick deWitt’in 2011 tarihli romanına dayalı film, giderek insan doğasının açgözlülüğüne ilişkin histerik durumlara el atıyor ve ‘Sisters Kardeşler’, Upton Sinclair’in romanından sinemaya taşınan ‘Kan Dökülecek’ (‘There Will Be Blood’) tadına ulaşıyor.
Joaquin Phoenix, John C. Reilly, Riz Ahmed ve Jake Gyllenhaal gibi klas isimlerden oluşan kadronun etkileyici performanslarının yanı sıra türe derinlik ve üst düzey kalite katan senaryosuyla enfes bir psikolojik bir western var karşımızda. ‘Sisters Kardeşler’ elbette John Ford klasikleri tadında değil ama Peckinpah tarzını ve estetiğini sevenler özellikle, kesinlikle kaçırmasınlar diyoruz.
Elim sanata düşer usta!
30 yıllık bir süreçte Nazizim, savaş ortamı, Sovyet hâkimiyeti, Berlin Duvarı gibi limanlarda dolaşan ‘Asla Gözlerini Kaçırma’, sanat ve politika üzerine enfes bir film.
Yıl 1937. Minik Kurt, teyzesi Elizabeth’le birlikte Dresden’de açılan ‘Dejenere Sanat’ sergisi-
ni geziyor. Nazi tur rehberi sanatın işlevselliğinden dem vururken Picasso, Chagall, Kandisky gibi isimlerin eserlerini bir anlamda ‘manasız’ ve ‘gereksiz’ addediyor. Kurt, sergiden ayrılırken “Ressam olmak istediğimden emin değilim” diyor demesine ama hayat onu sonraki yolculuğunda sanatın kollarına itiveriyor...
Florian Henckel von Donnersmarck imzalı ‘Asla Gözlerini Kaçırma’ (‘Werk ohne Autor’), 30 yıllık bir tarih diliminde gezinirken bir yandan Nazizim, savaş ortamı, Sovyet hâkimiyeti, Berlin Duvarı’nın inşası, Batı’ya iltica gibi meselelerde dolaşıyor, öte yandan Kurt Barnert’in sanat yolculuğu ve bu yolculuk esnasındaki dönüşümünü anlatıyor. Psikolojik problem teşhisi konulan teyzesinin ‘Ari ırk’ histerisi sonucu yok edilmesi, bu durumun yeğenindeki travmatik izleri, sistem değiştiren bir ulusun sanattaki izdüşümleri, kimliğini örtbas etmeyi başaran eski bir doktorun kızına olan aşk derken ‘Asla Gözlerini Kaçırma’, üç saat 10 dakikalık upuzun süresine rağmen akıp gidiyor. ‘Başkalarının Hayatı’ adlı enfes dönem filmiyle hatırladığımız (bir sonraki filmi ‘Turist’ ise pek hatırlanmak istenecek türden değildi!) Von Donnersmarck, bir ulusun acılarıyla ve geçmişiyle yüzleşmesini sanat üzerinden yapıyor. Bu yılki Oscar’larda ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalının beş adayından biri olan bu yapımı, siyasi sistemler arasında gidip gelirken kendi ruhunu, sesini, stilini ve özgün duruşunu arama ve bulma yolundaki bir sanatçının öyküsü olarak nitelendirmek de mümkün...
‘Teyzem’e sevgilerle’
Ana karakter Kurt’u Tom Schilling’in, âşık olduğu Ellie Seeband’ı Paula Beer’in (‘Frantz’ ve ‘Transit’ten de hatırlıyoruz kendisini), babası Profesör Carl Seeband’ı Sebastian Koch’un, akademideki hocası Antonius van Verten’i Oliver Masucci’nin canlandırdığı film, bereketli haftanın kaçırılmayacak sinemasal randevularından. Bu arada Kurt Barnert adlı bu kurgusal karakterin esin kaynağı Dresden doğumlu ünlü Alman ressam Gerhard Richter (gerçi filmden hiç hoşlanmamış ama), hocası Van Verten’in de 60’lı ve 70’li yılların efsanevi öncü sanatçısı Joseph Beuys’muş; meraklısına hatırlatalım...
Halit Refiğ-Ümit Ünal işbirliği sonucu ortaya çıkan ve sinemamızdaki en kıymetli işlerden biri olarak tarihe kaldığını düşündüğüm ‘Teyzem’e de uzaktan selam yollayan bu etkileyici ‘sanat-siyaset’ filmini kesinlikle kaçırmayın derim.
Diğer seçenekler
Haftanın yerli seçeneklerinden ‘Babamın Kemikleri’, Özkan Çelik imzasını taşıyor. Oyuncular Cem Davran, Mustafa Erdi Atılgan, Ömer Aydede ve Goncagül Sunar. ‘Lego Filmi 2’ (‘The Lego Movie 2: The Second Part’) adlı animasyonu Mike Mitchell yönetmiş. ‘Sir-Ayet’ ise Onur Aldoğan imzasını taşıyor, oyuncular Demet Oran, Aydan Akboğa, Sinan Taşkan ve Gizem Terzi. Bir diğer animasyon seçeneği ‘Mucize Uğur Böceği’nin (‘The Ladybug’) yönetmeni ise Ding Shi...
Paylaş