Paylaş
1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’na damgasını vuran atletti Jesse Owens... Sadece dereceleriyle değil, gövde gösterisine soyunacağını sanan ‘Faşist’ Adolf Hitler’e Olimpiyat Stadı’nda tattırdığı yenilgilerle de tarihe geçmişti. Lakin göğsünde dört altınla eve döndüğünde ırkçılığın daha büyük boyutlarıyla karşılaşacak; Başkan Roosevelt onu arayıp tebrik etme zahmetinde bulunmayacak, çağrıldığı her davette beyazlar ön kapıdan girerken o yine siyahlara biçilen makûs talihin izlerini sürerek arka kapıdan girmek zorunda kalacaktı.
Bu haftanın yenilerinden ‘Savaştan Sonra’nın (‘Mudbound’) ana karakterlerinden Ronsel Jackson’ın yaşadıkları da Owens’tan çok farklı değil. 2. Dünya Savaşı’nda gittiği Avrupa cephesinde el üstünde tutulan, bir beyaza, Alman bir kadına âşık olan bu siyahi genç, ülkesine döndüğünde yine arka kapılara itiliyor, yine sistem tarafından hor görülüyor, ailesi yine ‘modern köleliğin’ izlerini sürüyordu. Lakin savaş sadece onun değil, arazilerinin sahibi konumundaki McAllan’ların küçük oğlu Jamie’yi de eşitlik, insan hakları ve hayatın dengeleri konusunda bilgi, görgü ve vicdan sahibi yaptığı için, yöredeki yalnızlığını giderecek bir yâren buluyordu...
Faulkner ve Steinbeck tadı
‘Savaştan Sonra’, kaderleri kesişen iki ailenin, McAllan ve Jackson’ların iç içe geçmiş öykülerini anlatıyor. Hillary Jordan’ın 2008 tarihli romanından sinemaya uyarlanan film Mississippi’de, savaş öncesi ortamda başlıyor. İki taraf arasında sınırlar hem sınıfsal hem de ırksal açıdan neredeyse net çizgilerle ayrılmışken, Pearl Harbor’la başlayan süreçte Jamie ve Ronsel, bambaşka bir serüvenin parçasına dönüşüyor. Savaş, bu iki genç insana farklı deneyimler tattırıyor. Lakin geride kalanlarsa rutinlerine devam ediyor ve sistemdeki rollerini sürdürüyorlar. Öte yandan süreç bir noktadan sonra ailelerin genç üyeleri kadar kadınlarını da birleştiriyor, dayanışmaya zorluyor.
Siyahi kadın yönetmen Dee Rees, ‘Savaştan Sonra’da sert, sarsıcı, yer yer de destansı bir dil tutturuyor. Filmin son derece etkileyici atmosferi içinde bütün referanslar yerini buluyor; kimi Amerikalı ve İngiliz eleştirmenlerin de vurguladığı gibi perdeye Faulkner, Steinbeck ve Morrison romanlarını hatırlatan bir tat yansıyor. Özellikle McAllan’lar kanadındaki mutsuz çift Laura ve Henry’nin açmazları, ırkçı baba Pappy’nin, aile üzerindeki kara bulutları hatırlatan varlığı; Jackson’lar cephesinde de baba Hap ve anne Florence’ın fedakârlıkları... Bu arada karakterler itibariyle merkezden açılan ve çoğalan bir görüntü sunsa da filmin kalbi ve ruhu, aslında cepheden dönmüş Jamie’yle Ronsel’in psikolojilerinde ve dostluklarında atıyor.
İngiliz Carey Mulligan ve Avustralyalı Jason Clarke, filmin mutsuz çifti Laura ve Henry’yi canlandırıyor.
Oscar tarihinde bir ilk
Oyunculuklar açısından Laura’da o muhteşem gülümsemesiyle ve ışıl ışıl parlayan gözleriyle Carey Mulligan, Henry’de Avustralyalı aktör Jason Clarke, Hap’de Rob Morgan, Florence’da ‘Hip-hop kraliçesi’ namlı Mary J. Blige, Ku Klux Klan üyesi baba Pappy’de Jonathan Banks; hepsi çok iyiler. Ama Ronsel’de karşımıza gelen Jason Mitchell ve özellikle de Jamie’de Garreth Hedlund olağanüstüler... Öte yandan bu filmdeki performansıyla, ilk kez ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ dalında Oscar’a aday gösterilen kadın görüntü yönetmeni unvanıyla buluşan Rachel Morrison’ın enfes kadrajlarının da altını çizelim.
Sonuç? İnsanın insana yaptığı zulmü anlatırken üzerinde yaşadığımız yaşlı gezegenin en problemli üyesini de hatırlatan bu son derece etkileyici filmi kesinlikle kaçırmayın derim.
SAVAŞTAN SONRA (5 üzerinden 4 yıldız)
Yönetmen: Dee Rees
Oyuncular: Garrett Hedlund, Jason Mitchell, Carey Mulligan. Rob Morgan, Jason Clarke, Mary J. Blige, Jonathan Banks, Kerry Cahill
ABD yapımı
Yüreğinin götürdüğü yere...
“İlk filmlerin çoğu sıkıcı olur, çünkü genellikle yönetmenler kendilerini anlatırlar” der bir Fransız atasözü! Bu, elbette bir atasözü değil ama kulak kabartmaya değer bir uyarı... Lakin herkesin de bir anlatma tarzı, ifade biçimi var; dolayısıyla bazı ilk filmler sıkıcılık sınavından geçer...
Canlandırdığı kimi karakterler dolayısıyla New York’lu entelektüel, bir o kadar da kafası karışık gençlerin simgesel yüzü (hatta bedeni) konumundaki Greta Gerwig, her ne kadar ‘ilk filmi’ (o adımı 2008’de Joe Swanberg’le birlikte ‘Nights and Weekends’te atmıştı) tanımıyla buluşmasa da, ‘solo’ olması bakımından sanki öyleymiş gibi duran ‘Uğur Böceği’nde (‘Lady Bird’) kendi büyüme öyküsünü anlatıyor. Beş dalda Oscar’a aday olan film, hedefinde New York’a gitmek, eğitimini orada sürdürmek isteyen Sacramento’lu Christine McPherson adlı bir lise öğrencisi kızın rotasını arama çabalarına odaklanıyor. Katolik lisenin sınırları, ekonomik olarak sallantıda olan aile ortamı, işsiz baba, fedakâr anne, ilk aşklar, sanata olan eğilim ve tutku; derken ‘Uğur Böceği’nde aslında Gerwig’in başrolünü oynadığı Noah Baumbach imzalı ‘Frances Ha’nın ergenlik dönemini izliyor gibiyiz...
Christine ‘Lady Bird’ McPherson’de Saoirse Ronan’ı izlediğimiz yapımda ‘Beni Adınla Çağır’ın büyüme ve cinsel kimlik meselelerinden mustarip genç Elio’su Timothée Chalamet de rol alıyor. ‘Lady Bird’ün annesi Marion’da karşımıza gelen Laurie Metcalf ise yarın gece sahibini bulacak Oscar’larda ‘Ben, Tonya’nın annesi LaVona’yı canlandıran Allison Janney’yle birlikte ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’nun en büyük favorisi.
‘Uğur Böceği’, sempatik, yer yer delidolu bir gençlik filmi ama özellikle ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ dallarındaki adaylığı, bu yılın ‘Akademik’ şakalarından olsa gerek diye düşünüyorum.
UĞUR BÖCEĞİ (5 üzerinden 3 yıldız)
Yönetmen: Greta Gerwig
Oyuncular: Saoirse Ronan, Laurie Metcalf, Tracy Letts, Lucas Hedges, Timothée Chalamet, Beanie Feldstein, Lois Smith, Lauro Marano
ABD yapımı
Bir ‘yol ayrımı’ daha
Yavuz Turgul’un son filmi ‘Yol Ayrımı’, yaşlı bir işadamının geçirdiği kazanın ardından acımasız yanlarını bırakarak iyi bir insana dönüşmesini anlatıyordu. Bu dönüşümün tetikçilerinden biri de eskiden yanında çalışırken kovduğu emekçi genç bir kadındı. Güldürü sinemamızın genç ikilisi Murat Cemcir ve Ahmet Kural’ın sürükledikleri yeni komedi filmi ‘Ailecek Şaşkınız’ da temelde bir ‘Yol ayrımı’ hikâyesi anlatıyor. Öykü kısaca şöyle: Bursa’da, babasının inşaat şirketinin başına geçerek CEO’luk görevini üstlenen Ferhat, yardımcısı konumundaki çocukluk arkadaşı Gökhan’la birlikte elemanlarını zor koşullarda çalıştırmakta, öte yandan sonsuz bir kâr hırsıyla ihaleden ihaleye koşmaktadır. Bu insanlık dışı hamleler, Ferhat’ın evine giren hırsızı etkisiz hale getiren kadın komiser Elif’in varlığıyla yeniden gözden geçirilecektir. Genç işadamı âşık olduğu kadının gönlü zengin kişiliğinden etkilenecek, yardımsever ve paylaşımcı olmanın erdemlerini keşfedecektir.
Bir tür olarak komedi, çoğu kez tek bir yıldızın sürüklediği filmlerden oluşur. Bu alanda hem dışarıda hem de bizde tarihe imzasına atmış çok sayıda oyuncu vardır. ‘İkililer’in damga vurduğu komediler ise çok daha az görülür ama kimya tutturulduğunda, işler bir sistemdir. Laurel-Hardy’den ‘Yavru ile Kâtip’e, Jerry Lewis’le Dean Martin’den Jack Lemmon ve Walter Matthau’ya uzanan yola bu coğrafyanın en büyük katkısı, kuşkusuz Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisiydi. Şimdilerde bu kategoride bayrağı Murat Cemcir-Ahmet Kural ‘tandem’inin taşıdığını görüyoruz. Daha çok, gişede büyük iş yapan ‘Düğün Dernek’ serisiyle tanıdığımız ikilinin yukarıda konusunu özetlediğimiz son filmi ‘Ailece Şaşkınız’, gezindiği coğrafya itibariyle İç Anadolu’dan Marmara’ya, taşradan şehir merkezine taşınmış görünüyor. Filmi yine ikilinin karşılıklı gösterileri sürüklese de bu kez Cengiz Bozkurt katkısı çok yoğun olarak hissediliyor. Hele bir ‘şükür namazı’ sekansı var ki, filmin en akılda kalıcı yanlarından. Keza Elif Komiser’de izlediğimiz Saadet Işıl Aksoy da komedinin üstesinden geldiğini gösteriyor.
Yönetmenlik koltuğunda, ikilinin en başından beri bütün filmlerinde birlikte çalıştığı Selçuk Aydemir’i gördüğümüz ‘Ailecek Şaşkınız’, girişte az biraz tökezliyor ama sonradan ritmini buluyor ve çok sayıda komik sahne sunuyor. Alt metindeki iyiliğe ve yardımseverliğe vurgu da bütün naifliğine rağmen olumlu ve pozitif ayrımcılık hak eden türden bir etki yapıyor. Bence ‘Ailecek Şaşkınız’, ‘Düğün Dernek’ serisinin iki filminden de daha iyi bir noktada. Doya doya gülmek ve Mudanya-Tirilye havası almak isteyenler, buyurun salona diyoruz...
AİLECEK ŞAŞKINIZ (5 üzerinden 3 yıldız)
Yönetmen: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Murat Cemcir, Ahmet Kural, Saadet Işıl Aksoy, Cengiz Bozkurt, Günay Karacaoğlu, Bihter Dinçel, Mustafa Alabora, Çağlar Ertuğrul, Serhat Özcan
Türkiye yapımı
Balerinden ‘ajan’ olur mu?
Bolşoy’un başbalerini Dominika Egorova ve CIA ajanı Nate Nash… Biri sanatını icra ederken öteki aynı zaman diliminde Gorki Parkı’nda, Rus muhbiri dikkat çekmesin diye peşine, çevredeki sivil ve resmi polisleri takıyor. Daha sonra olaylar öyle bir gelişiyor ki, Egorova çok küçük yaşlardan beri içinde yer almak istediği kültür-sanat dünyasını bırakıp önce sıkı bir eğitimden geçiyor, sonra da tetikçi-ajan olarak Avrupa sathında göreve çıkıyor…
CIA’in eski operatörlerinden Jason Matthews’ın çok satan romanından uyarlanan ‘Kızıl Serçe’ (‘Red Sparrow’) buram buram propaganda kokan bir film. Her şey kör gözüm parmağına biçimde Rus düşmanlığına çıkıyor. Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı Egorova dahil hepsinin ruhunda şiddet ve nefret var, öykünün sunduğu tek ahlaklı ve vicdanlı karakter ise bir CIA ajanı olan Joel Edgerton’ın canlandırdığı Nate Nash.
Filmin mantığını şöyle özetlemek de mümkün: Devlet mekanizması, ‘sosyal medya ve alışveriş tutkusu’yla zayıfladığı düşünülen Batı’ya karşı kin doludur ve Rusya’yı, tekrar eski öncü ve de lider gücüne kavuşturmak üzere harekete geçmiştir. “Bedeniniz devlete ait” diyen sistemin temsilcileri, yetenekli gençleri hedefe giden yolda hiçbir ahlaki değere sahip olmaksızın yetiştirerek suikastçı özelliklere sahip ajanlara, ölüm makinelerine yani birer ‘Kızıl serçe’ye dönüştürür.
Matthias ‘Putin’ Schoenaerts
Dört filmlik ‘Açlık Oyunları’ serisinin üçünü yöneten Francis Lawrence imzalı yapım, öylesine nefrete sahip ki öykünen ‘en’ kötü adamı konumundaki Egorova’nın amcası Vanya’da, Belçikalı oyuncu Matthias Schoenaerts’ı görüntü olarak alabildiğince Vladimir Putin’e benzetmeye çalışmışlar. Bırakın 60’ların, 70’lerin ‘Soğuk Savaş Dönemi’ casusluk filmlerindeki felsefi derinliği, ‘Çıkış Yok’ (‘No Way Out’) benzeri bir entrika ya da yakın zaman önce izlediğimiz ‘Sarışın Bomba’daki (‘Atomic Blonde’) aksiyon bile yok ‘Kızıl Serçe’de. Zaten senaryoyu “Gizem katacağız” diye öyle bir karıştırmışlar ki, her şey birbirinin içine girmiş. Bu arada gençleri anladık ama Charlotte Rampling, Jeremy Irons, Joely Richardson, Ciaran Hinds ve Mary-Louise Parker gibi isimlere “Bu denli kötü bir propaganda filminde ne işiniz var” diye sormak lazım. Hoş, sorsak ne olacak ki? “Profesyonellik bunu gerektirir” diye geçiştirecekler elbet.Girişteki Bolşoy Balesi’nin Egorova yönetimindeki gösterisiyle CIA ajanı Nate’in, Gorki Parkı’ndaki kaçış sahnelerinin paralel kurguyla verildiği bölüm dışında sinematografik olarak da pek etkileyici anlar sunmayan ‘Kızıl Serçe’, bence yılın en kötülerinden biri olarak yerini çoktan ayırttı bile…
KIZIL SERÇE (5 üzerinden 1,5 yıldız)
Yönetmen: Francis Lawrence
Oyuncular: Jennifer Lawrence, Joel Edgerton, Matthias Schoenaerts,Charlotte Rampling, Jeremy Irons, Joely Richardson, Ciaran Hinds, Mary-Louise Parker
ABD yapımı
Diğer seçenekler
Gerilim türündeki ‘Melez’ (‘The Crossbreed’), Biray Dalkıran imzasını taşıyor. ABD’de çekilen filmin kadrosunda Angela Durazo, Nathan Schellerup ve Malinda Farrington gibi isimler var. ‘Sessizliğin Kardeşleri’, Taylan Mintaş imzalı bir belgesel. ‘Puloi: Asla Yalnız Uçmayacaksın’ (‘Ploey: You Never Fly Alone’) ise haftanın animasyon seçeneği. Yönetmen Arnie Asgeirsson.
Paylaş