Adalet ‘western’in temelidir...

Denzel Washington, sistemin yetersizliği karşısında adaleti kendisi sağlayan Robert McCall karakteriyle yeniden huzurlarımızda. Açılış sahnesi Türkiye’de geçen ‘Adalet 2’de Brüksel’de işlenen bir cinayetin izleri sürülüyor. Film kahramanı, atmosferi ve kimi dertleri itibariyle fazlasıyla ‘western tadı’ taşıyor.

Haberin Devamı

Adalet ‘western’in temelidir...

Sen bir kenara çekilip kendi yolunda gitmeye çalışsan da bir şekilde çarkın içine çekilirsin; çünkü sistem işlemez, vicdanın devreye girer ve adaleti sağlamak sana kalır... Sinemanın erken çağında ‘western’lerin, 70’lerde Charles Bronson’lu ya da Clint Eastwood’lu modern ‘suç filmleri’nin bildik temasıydı ‘Kendi adaletini kendin sağla’...

2014 tarihli ‘The Equalizer’, 1985-89 tarihleri arasında çekilen aynı adlı bir TV dizisinden ilham alınarak sinemaya uyarlanmış bir projeydi. Söz konusu çalışma aynı zamanda Denzel Washington’la, kendisine ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar kazandıran ‘Training Day’ filminin yönetmeni Antoine Fuqua’yı da yeniden bir araya getiriyordu. Bizde ‘Adalet’ Türkçe adıyla gösterime giren filmde eski deniz piyadesi ve ajan Robert McCall, fuhuş bataklığındaki genç bir kadına yardım ederken karşısında Rus mafyasını buluyor ama kötüleri kendi yöntemleriyle cezalandırmaktan vazgeçmiyordu.

Haberin Devamı

‘Yitik Zamanın Peşinde’

Dört yıl sonra aynı kahraman, aynı oyuncu, yönetmen ve senaristin imzalarını taşıyan yeni bir adımla karşımızda. ‘Adalet 2’ (‘The Equalizer 2’), İstanbul’a yaklaşan bir trende açılıyor. McCall, çocuğunu kaçırıp eski karısına eziyet etmek isteyen mafyatik bir Türk’le hesabını görüyor ve kendi dünyasına dönüyor. Boston’da biçimlenmiş bu dünyada ise kahramanımızı bir şirkete bağlı olarak taksi şoförlüğü yaparken buluyoruz. ‘Yahudi soykırımı’ esnasında kız kardeşini kaybetmiş ve hayat boyu onu aramış müşterisi Sam’le komşuları; ekip biçtiği bahçesi vandallar tarafından tarûmar edilen Müslüman Fatima ve uyuşturucu çetelerin dahil olmaktan başka çaresi kalmayan ressam adayı Miles, McCall’un hayatındaki ‘sabit’lerdir. Derken ilk filmden de hatırladığımız eski mesai arkadaşı Susan Plummer’ın Brüksel’de işlenen bir cinayeti araştırırken öldürülmesi, ‘uyuyan dev’in uyanmasına neden olur ve eski deniz piyadesi karmaşık bir denklemi çözmeye koyulur...

Haberin Devamı

İlk film aksiyona fazla göz kırpıyor (sanki ‘John Wick’in öncülü gibiydi) ve öykü itibariyle klişeler eşliğinde ilerliyordu. İkinci adımda ise tamamıyla ‘Ermiş’ gibi davranan bir karakter buluyoruz karşımızda. Elinde daima bir kitap (Ta-Nehisi Coates’in ‘Dünyayla Benim Aramda’sı ve Proust’un ‘Yitik Zamanın Peşinde’si, bu arada küçük bir hatırlatma; ilk filmde odaklanılan kitap Hemingway’in ‘Yaşlı Adam ve Deniz’iydi), komşularına her daim yardım elini uzatan, yaşlı-genç demeden onlara destek olan, iyilik timsali bir profil... Ama bir adım ötede kötülüklerle dolu bir dünyanın kendisini ve herkesi beklediğinin farkında... Terazinin dengesi bozulduğunda ise silahı ve mücadele gücüyle meseleye ağırlığını koyuyor.

Haberin Devamı

Fuqua, olgun ve sakin bir rejiyle bu öyküyü aktarıyor. Ben filmi genel olarak ‘Western’ türüne olan sevgi ve saygısı yüzünden beğendim. ‘Adalet 2’, şimdiki zamanda geçse de anlatılan ‘Yalnız ve geçmişi yaralı bir kovboy’un mücadelesi. Atmosfer de buna uygun.

Adalet ‘western’in temelidir...
‘Adalet 2’de hikâye, İstanbul’a giden bir trende başlıyor. Bu bölüm, James Bond filmi ‘Skyfall’u akla getiriyor.

Adeta Marlon Brando

Öyle ki kasırganın her şeyi savurduğu kasabadaki final, rüzgâr eşliğinde çalı topaklarının havada uçuştuğu western düellolarına gönderme...

Oyunculuklara gelince: Denzel Washington elbette iyi ama filmin parıltılı performansı genç Miles’ta ‘Moon-
light’
tan hatırladığımız Ashton Sanders’tan geliyor. McCall’un örgütten eski arkadaşı Dave York’ta da ‘Narcos’ dizisiyle tanınan Pedro Pascal karşımıza gelirken, Şili doğumlu aktör bazı kadrajlarda Marlon Brando’nun gençliğini fazlasıyla andırıyor.

Haberin Devamı

Girişteki İstanbul’a tren yolculuğu bölümünün, Bond filmi ‘Skyfall’un Adana’da geçen sahnelerini hatırlattığı ‘Adalet 2’yi özellikle Amerikalı eleştirmenler pek beğenmemiş. Ana karakterin toplumsal açıdan geleneksel erkek rolünü tekrarladığını ve öykünün hamasi olduğunu yazmışlar. Bense western havasına bayıldım, kendimi kaptırdım ve felsefi dokunuşlara sahip bir Clint Eastwood filmi (mesela ‘Unforgiven’) izliyormuşcasına zevk aldım. Yani bana sorarsanız ‘Kaçırmayın’ derim...
Adalet ‘western’in temelidir...
Filmin en ışıltılı performansı Miles rolünde, ‘Moonlight’tan hatırladığımız Asthon Sanders’tan (sağda) geliyor.

Aile boyu ‘süper’lik...

Önce bir saptamayla başlayalım: Şimdiki zaman serilerinde ara bu kadar açılmaz; ‘İnanılmaz Aile’ (The Incredibles’) tam 14 yıl sonra tekrar huzurlarımızda! ‘Pixar külliyatı’nın orta sınıf değerleriyle en örtüşen üyesi niteliğinde yapım, hatırlanacağı gibi ‘Süper’ güçleri devlet tarafından kontrol altına alınan bir ailenin serüvenlerini anlatıyordu. İkinci adımda da perde benzer bir durumla açılıyor: Yasak devam etmektedir... Sonrasında Helen ve Bob Parr (ki eylem isimleri ‘Elastigirl’ ve ‘Mr. Incredible’) çiftine, kendilerine hayran olan bir zengin ilginç bir teklifte bulunuyor. Winston Deavor adlı bu zengin, kız kardeşi Evelyn’le birlikte hazırladıkları projede ‘Süper kahramanlar’ın bozulan imajlarına yeniden itibar kazandırmayı hedefliyor ve kampanyanın yüzü olarak da ‘Elastigirl’ü seçiyor. Bu durum ailedeki iş bölümünün yeniden tanımlanmasına neden oluyor; Helen sokaklarda kötülere karşı mücadele ederken ailenin minik üyeleri Violet, Dash ve Jack-Jack’le ilgilenme görevi de Bob’a kalıyor... Bu arada insanları uzaktan etkisi altına alan kötü bir karakter ortalığı karıştırırken Helen, bu meseleyi halletmek üzere harekete geçiyor.
Adalet ‘western’in temelidir...
‘Simpson Ailesi’ne selam olsun...

Haberin Devamı

Portföyünde ‘Görevimiz Tehlike 4-Hayalet Protokol’ gibi büyük stüdyo yapımı bir aksiyon da bulunan ama köken olarak animasyon yönetmeni olan Brad Bird’ün yazıp çektiği (ilk film de onun eseriydi) ‘İnanılmaz Aile 2’, senaryosunda zekice dokunuşlarla dolu, ilgiye değer karakterlerle süslenmiş, aksiyonla dengelenmiş, izlenmesi zevkli bir animasyon. Bird, geçmişte ‘Simpson Ailesi’ne de ‘bulaşmıştı’, bu açıdan ‘İnanılmaz Aile’de bir parça aynı ruhu ve hınzırlıkları bulmak mümkün (mesela Dash zaman zaman Bart gibi davranabiliyor, keza bebek Jack-Jack’te de benzer refleksleri görmek mümkün).

Sonuç olarak ‘minikler kadar yetişkinlere de seslenen’ animasyonlar sınıfının bu son üyesini kaçırmayın diyoruz...   

 

‘Öteki’nin ruhen ve bedenen portresi...

Adalet ‘western’in temelidir...‘Yüz’, arka planında komünizmden kapitalizme geçen bir toplumun değişen değer yargılarına ve tüketim histerisine de vurgu yapıyor.

Polonya’da küçük bir kasaba: Swiebodzin... En büyük meseleleri Rio’dakiyle yarışacak, hatta onu geçip ‘Dünyanın en büyüğü’ unvanına ulaşacak bir ‘İsa heykeli’ dikmeye çalışmaktır. Jacek ise upuzun saçları, delişmen kişiliği ve Metallica hayranlığıyla yörenin ‘aykırı’ gencidir. Heykel inşaatında çalışır, sevgilisi Dagmara’yla gönül eğlendirir ve İngiltere’ye kapağı atmanın düşlerini kurar... Lakin inşaat sırasında yaşanan bir kaza her şeyin seyrini değiştirir. Hayatına artık ülkede gerçekleştirilen ilk yüz nakliyle devam edecektir. Yeni çehresi korkutucudur; ailesi, kasaba ahalisi ve de sevgili için...

Małgorzata Szumowska imzalı ‘Yüz’ (‘Twartz’), ruhen ‘öteki’yken ‘fiziken’ de ötekileşen genç bir adamın yaşadıkları ekseninde toplumun ikiyüzlülüğüne, eski ‘komünist’ bloka ait bir ülkede, kapitalizmle birlikte değişen değerler karmaşasına vurgu yaparken bu ortamda dinin nerde ve nasıl durduğuna da dikkat çekiyor.

Adalet ‘western’in temelidir...

Tüketim histerisi...

Popüler anlatıma sahip bir yönetmenin ya da Hollywood’vari bir sinemanın elinde öyküsü itibariyle duyguları alabildiğine sömürecek bir filme dönüşebilecek ‘Yüz’, Malgorzata Szumowska’nın tercihleri doğrultusunda serinkanlı, mesafeli bir üslupla ve çelişkilerin altı kimi durum komedileri eşliğinde çizilerek perdeye taşınmış. Filmde Jacek’in kazayla birlikte kaybettikleri (yüzü, hayalleri, sevgilisi vs.) ön plana taşınırken arka planda da Polonya toplumunun genel refleksleriyle yüzleşiyoruz. Giriş sekansı ise ‘Tüketim histerisi’nin günümüz insanını nasıl bir haysiyetsizliğin parçasına dönüştürdüğünü son derece etkili bir şekilde sembolize ediyor.   

Bireysel bir acıyı toplumsal panorama eşliğinde aktaran ‘Yüz’, değişik dertlere sahip filmlerin peşinde koşan seyirci profili için uygun bir seçenek. Bu arada öyküdeki devasa İsa heykelinin, gerçekte de Swiebodzin kasabasında inşa edildiğini ve 6 Kasım 2010’da ziyarete açıldığını not düşelim.

UĞUR VARDAN’LA HAFTANIN FİLMLERİ

Başka ‘tüylü’ bir dünya mümkün...

Adalet ‘western’in temelidir...

Netflix’in ‘2017 kreasyonları’ dahilinde kitlelerle paylaştığı ‘Bright’ta (yönetmen David Ayer’di, başrollerini de Will Smith, Joel Edgerton, Noomi Rapace ve Edgar Ramirez paylaşıyordu) insanlarla ‘Ork’ların birlikte bir yaşam kültürü oluşturmaya çalıştıkları ama genel olarak ‘Ork’ların aşağılayıp horlandığı ve hayatın kirli işlerine zorlandığı bir dünya anlatılıyordu. Haftanın yenilerinden ‘Edepsiz Kuklalar’da (‘The Happytime Murders’) da benzer bir evrenin tasvirine soyunuluyor. Her ne kadar kuklalar yani ‘tüylü dostlarımız’ bütün pis işleri üstlenmeseler de horlanan ve ezilen sınıfın temsilcileri konumundalar (üstelik öykünün ana kahramanları ‘Bright’ta olduğu gibi Los Angeles Polis Departmanı üyeleri).

‘Edepsiz Kuklalar’, ünlü ‘The Muppet Show’un yaratıcısı Jim Henson’ın oğlu Brian Henson’ın imzasını taşıyor. Film, kuklaların temsilcisi olarak yer aldığı polis teşkilatından mesleki bir hata yüzünden ayrılmak zorunda kalan ve sonrasında dedektiflik yapan Phil Philips’in yeni bir vakaya el atması ve eski partneri Connie Edwards’la yollarının yeniden kesişmesi üzerine kurulu bir öyküye sahip. Söz konusu vaka da şu: 80’lerin çok tutmuş televizyon dizisi ‘The Happytime Gang’in üyeleri tek tek öldürülmeye başlar. İçlerinde dizinin en belirgin karakterlerinden olan, Philips’in kardeşi Bumblypants de vardır. Lakin her cinayet dedektifin yanında işlendiği için FBI, Philips’i şüpheli ilan eder ve işler iyiden iyiye karışır...   

‘Irkçılık’ metaforu

Senaryosunu Todd Berger’in kaleme aldığı filmin öyküsünde ve bize aktarmaya çalıştığı dünyada öne çıkan unsurlar şöyle: Bir kere tasvir edilen evrende karşımıza gelen dedektif tiplemesi Raymond Chandler, Mickey Spillane ya da James Ellroy gibi ‘noir’ yazarlarının ana karakterlerini andırıyor (ki ismi de sanki Chandler’ın yarattığı Philip Marlowe’a gönderme). Düşmüş, çizgi dışı, sistem tarafından pek de makbul görülmeyen, ‘pulp’ bir tipleme yani... Aslında hafiften eski TV klasiği ‘Komiser Kolombo’yu da çağrıştırıyor. Öte yandan işin kukla boyutu da Amerika’nın modern zamanlardaki en temel meselesi olan ‘ırkçılık’a ilişkin bir metafor ya da göndermeler bütününün ifadesi... Kuklalar, aşağılanıp horlanan, çocuklar tarafından bile dalga ve oyun malzemesi yapılan bir tür. Bu arada filmin komik cümlelerinden biri de şuydu bence: “Dış görünüşleri nasıl olursa olsun tüylü ve iyiler. Yani insan gibi değiller.” Film (senaryo), işte bu genel unsurları ağzı bozuk ve yer yer uçlara uzanan bir mizah ve kendince hınzırlıklarla perdeye aktarmaya çalışmış.

Phil Philips’e Bill Barretta sesiyle hayat verirken (ki ‘The Muppet Show’ ailesinin kıdemli üyelerindendir kendileri) Dedektif Connie Edwards’ta da Amerika’nın yükselen yeni komedi yıldızı Melissa McCarthy’yi izliyoruz. Öykünün ‘Femme fatale’i Sandra White ise ‘Temel İçgüdü’de Sharon Stone’un canlandırdığı Catherine Tramell’a bir gönderme...

Edepsiz Kuklalar’ nedense ABD’de pek beğenilmedi (‘Fikir iyi, uygulama kötü’ dendi) ve yerden yere vuruldu. Ama ben aynı kanıda değilim. Jim Henson’ın mirasçıları farklı bir şey denemeye kalkmışlar ve hedefi belli ölçülerde tutturmuşlar... Kim bilir, belki de Philips-Edwards ikilisi yeni bir polisiye serisinin kapısını aralar... 

 Diğer seçenekler

Adalet ‘western’in temelidir...

Yerli yapım ‘İki İyi Çocuk’, Mehmet Demir Yılmaz imzasını taşıyor, Filmin kadrosunda Sarp Levendoğlu, Sevcan Yaşar, Kazım Karakadıoğlu ve Murat Serezli gibi isimler yer alıyor. ‘Acayip Güzelim’i (‘I Feel Pretty’) Abby Kohn-Marc Silverstein ikilisi yönetmiş, oyuncularAmy Schumer, Michelle Williams, Emily Ratajkowski ve Naomi Campbell. Başrollerini Christopher Abbott, Joel Edgerton, Carmen Ejogo ve Riley Keough’un paylaştığı ‘Gece Gelen’ (‘It Comes at Night’) Trey Edward Shults imzalı bir yapım. ‘Facia Üçlü’Ramazan Özer yönetmiş, oyuncular Sefa Kındır, Mami Emen, Emre Gül ve Deniz Oral. J. Van Auken imzalı ‘Tanrıdan Gelen’de (‘Revelator’) başrolleri Lillian Solange Beaudoin, Barrow Dawis Tolot, Shelly DeChistofaro ve Joe DeSoto paylaşıyor.Adalet ‘western’in temelidir...
 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları