Bazı filmler, dolayısıyla yönetmenler sanırım tarihe not düşmek açısından farklı işlevleri üstleniyorlar. İdeali kuşkusuz ilk ve de sinematografik açıdan da doyurucu olmaktır ama malum, her zaman ideallere ulaşmak mümkün olmayabiliyor. Fatih Akın imzalı ‘Kesik’ (‘The Cut’), Osmanlı’nın son büyük günahlarından ‘Ermeni meselesi’ne el atma konusunda ‘bizden’ bir adım olarak ilk olacak ve bir kapıyı aralama özelliğini hep taşıyacak. Gönül isterdi ki cesaretin yanında daha doyurucu bir film bulabilseydik ama kısmet başka bir baharaymış.
Hoş, ‘Kesik’i izledikten sonra Akın’la söyleşi yapma fırsatı buldum ve yönetmenin açıklamalarıyla, zihnimizde yüzen kimi taşların daha doğru bir şekilde yerli yerine oturduğunu fark ettim ama yine de daha önceki çalışmalarıyla çıtayı bir hayli yukarıya taşıyan bir yaratıcı için bu film daha gerilerde bir adım gibi...
5 üzerinden 2,5 yıldız
Ama bu sezonun bambaşka bir özelliği var; seyirci zaten futboldan soğumuş durumda ve bu gerçek, sistem tarafından bizatihi kendisi tarafından her bir maçta belgelenmiş oluyor sanki.
Evet, Ziraat Türkiye Kupası’ndan bahsediyorum. Bir türlü adalet duygusu içermeyen formatıyla bir kez daha gereksiz maçlara davetiye çıkaran bu organizasyon bu hafta itibariyle sırasını savdı ama daha beş kez aynı sıkıcı sulara dönüp duracağız…
Problemin ilk aşaması ‘Kupa’ denen şeyin ne olduğunu bizatihi organize edenlerin ısrarla anlaması (gerçi anlamadıklarını da sanmıyorum ama). Bu alan, neredeyse tüm dünyadaki futbol iklimlerinde liglerden farklı olarak zayıflara bir günlüğüne özel bir mutluluk tatma hakkı tanıyor. Evet, alt liglerde mücadele ediyor olabilirsiniz, zayıf da olabilirsiniz ama oyunun doğasında olan kimi özellikler sadece bir günlüğüne size uğrayabilir ve ‘Davut’un Golyat’ı yenmesi’ hikâyesini kendi tarihinize eklerken futbol kamuoyunun da ilgi ve sempatisini kazanabilirsiniz. Zamanında Beşiktaş ve Fenerbahçe’yi aynı sezon içinde eleyen Lüleburgazspor, Sarı-Lacivertlileri kupa dışına Pendikspor, Galatasaray’a ‘Bu sezon kupada bu kadar” diyen Erzurumspor hikâyeleri bize hâlâ çok uzak geçmişten de olsa varlıklarını hissettiriyor. Ya da geçen sezon Fethiyespor, Bucaspor ve Balıkesirspor’un Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor’u kupa dışına ittiği Gaziantep BB’nin Galatasaray’a soğuk terler döktürdüğü kupa serüveni…
Sistem gözü gibi sakındığı ‘Büyükler’ daha fazla yaşayabilsinler, daha fazla pastadan pay alabilsinler, organizasyon onlar eliyle daha fazla ilgi çeksin diye uğraşıyor ama nafile. Zaten kupa dediğimiz şey, ancak kendi doğrularıyla ilgi çekecek bir alan… Bütün dünya da bu gerçeğin farkında olarak davranıyor ve güçlüyle zayıfı, zenginle yoksulu, profesyonelle amatörü bu organizasyon sayesinde buluşturuyor. Zaten oyun yeterince ‘Endüstrileşmiş’ durumda ve kupa belki de bu ruhu ve gerçeği görece kırılabilen nadir faaliyetlerden biri.
Tabii bir de bunca para verip yayın hakkını alan televizyon kanalının durumu var. Onlar da belki ancak bu kadar çok yayınla ödedikleri parayı çıkarabiliyorlardır ama basit bir ekonomi bilgisi, her şeyin kendi dengesi içinde yolunu bulduğunu bize her zaman hatırlatmıştır. Ayrıca az maç gereksizce zamanımızı ve enerjimizi (her koşulda futbol seyredenler için söylüyorum, bazılarımız zaten uzun zamandır meseleye soğuk, onlar geri dönüş için oyunun tekrar eski kimliğini bulmasını bekliyorlar ama bu istekleri de hayal gibi sanki) çalma eylemlerini son verir, oyuna belki tekrar daha dikkatlice odaklanmamıza yardımcı olur…
Son birkaç yılda bu türden çok sayıda yazı kaleme aldığımı sanıyorum. Bunun da bir işe yaramayacağını biliyorum (zaten öyle bir misyonum ve iddiam da yok, yazmak sadece ve sadece fikir paylaşmaktır). Ama yine de hatırlatma bâbından tekrarlara gitmekte yarar var. Bir de ilk hafta maçlarında daha çok gençlere yer veren takımları özel olarak kutluyorum. Ama alınan kötü sonuçlar, daha sonraki maçlarda onları bu fikirlerinden döndürür mü, orasını bilemem. Bekleyelim, görelim…
Not: Aslında tarihçe bile bize kupanın doğasına ilişkin küçük bir ipucu veriyor. Ligde bugüne kadar sadece beş takım (Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor ve Bursaspor) mutlu sona ulaşırken kupayı müzesine getirenler tablosunda bu beşlinin yanı sıra Altay, Ankaragücü, Gençlerbirliği, Göztepe, Kocaelispor, Eskişehirspor, Sakaryaspor ve Kayserispor gibi takımlara rastlıyoruz…
Dünya klasiklerini okumamış olabilirsiniz. Ya da okumuş olabilir ama beyazperdede nasıl vücut bulduklarını izlememiş olabilirsiniz. Hürriyet gazetesi, her arşivde her evde olması gereken çok değerli bir koleksiyonu okurlarıyla buluşturuyor.
Dünya edebiyatının 12 başyapıtı 250 TL değerindeki 22 DVD’lik setle Hürriyet’in edebiyat ve sinema tutkunlarına armağanı. Herkes izlesin, çocuklar klasiklerle tanışsın diye başlatılan film şölenine sadece 29 kupona sahip olabilirsiniz. Vanya Dayı, Küçük Prens, Dava, Vişne Bahçesi’ni okumayan kalmasın.
‘Çakallarla Dans’ serisinin son adımı ‘Sıfır Sıkıntı’, ana karakterlerini bir kez daha sevenleriyle buluşturuyor. Yönetmen Murat Şeker, gişeden aldığı destekle dört eski mahalle arkadaşının serüvenlerini ne kadar daha uzatır bilemem ama ortada sinema adına çok da kayda değer bir şey olmadığı kesin. Şeker’i sinemasal anlamda ‘2 Süper Film Birden’le tanımış ve ümitlenmiştik. Sonraki adımlarına ise zaman zaman uğradık (Ben kendi adıma en son ‘Hayat Sana Güzel’i seyrettim).
5 üzerinden 1,5 yıldız
Kendisi sevdiğim bir arkadaşımdır. Gönül, arkadaşlarının iyi şeyler yapmasını istiyor. Naçizane artık Şeker’in gişe kaygısına son vermesini ve ‘2 Süper Film Birden’ ruhuna geri dönmesini rica ediyorum. Elçiye zeval olmaz, insanlar ‘Çakallarla Dans 3’teki özellikle ‘Gezi’ göndermeli esprilere ilişkin, “Lütfen bu esprileri süsleyecek daha iyi öyküler” diye Şeker’in kulağına kar suyu kaçırmam konusunda ricada bulundular. Bu ricayı kendisine iletmeyi bir borç bilirim...
Bir de hakkını vermem gereken yanı var filmin: ‘Del Piyero Hikmet’in -ki kendisini Murat Akkoyunlu canlandırıyor-, kandırıldığını anladıktan sonra isyanını içeren upuzun sekans, son zamanlarda bir filmde beni en çok güldüren şey oldu. Bu enfes bölüm için de ekibe özel alkış!..
Jüri –soyadı sırasına göre aktarıyorum- Mehmet Arslan, Orhan Ayhan, Onur Belge, Gürcan Bilgiç, Ahmet Çakır, Şenes Erzik, Attila Gökçe, Esat Yılmaer ve naçizane bendenizden oluşuyor. Ben bu buluşmaları çok seviyorum; çünkü orada duayenlerle, bazen de çocukluğumun ya da gençliğimin gazetecileriyle buluşmak, konuşmak, aktardıkları anekdotlara kulak kabartmak çok hoşuma gidiyor. Geçmişteki jüride Halit Deringör gibi çok çok eski bir futbol karakteri ve kalemi, ‘Rahmetli’ Necmi Tanyolaç gibi bir spor yazarı efsanesi de yer alırdı ve onlardan bir-iki hatıra dinlemek bile benim için büyük kazançtı. Son randevularda ise genellikle Şenes abinin Blatter’li, Johansson’lu, Platini’li anıları, UEFA’daki kimi gelişmeler, futbol dünyasındaki –artık- tartışmalı itibarımız gibi konular ön plana çıkıyor…
Ama benim bu yazı itibariyle derdim biraz daha farklı. Bu dert de aslında ödül seçimi öncesi listeye göz atarken aklıma geldi. Önce bu yılın adaylarını aktarayım: Ayşegül Çoban (Halterci / Avrupa Halter 53 Kg Şampiyonu), Servet Tazegül (Tekvadocu / Avrupa Tekvando 68 Kg Şampiyonu), Sümeyye Akkuş (Judocu / Avrupa Büyükler Açık Judo Turnuvası 48 Kg Şampiyonu), Yeşim Bostan (Okçu / Avrupa Gençler ve Yıldızlar Açık Hava Okçuluk Şampiyonası Genç Kadınlar Makaralı Yayda Avrupa Şampiyonu), Taha Akgül (Güreşçi / Serbest Güreş 125 Kg Dünya ve Avrupa Şampiyonu), Furkan Bayrak (Güreşçi / Grekoromen Güreş 74 Kg Dünya Gençler Şampiyonu), İstanbul Aydın Üniversitesi Erkek Tenis Takımı (2.Avrupa Üniversiteleri Spor Oyunları Avrupa Tenis Şampiyonu), Atletizm Erkek Milli Takımı (10 Bin Metre Avrupa Kupası Şampiyonu), Para-Tekvando Kadın Milli Takımı (Para-Tekvando Dünya Şampiyonu), A Milli Kadın Voleybol Takımı (CEV Kadınlar Avrupa Ligi Şampiyonu), Ümit Milli Erkek Basketbol Milli Takımı (Avrupa Basketbol Şampiyonu), Genç Milli Erkek Basketbol Takımı (Avrupa Basketbol Şampiyonu), Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı (Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Şampiyonu), Doğa Koleji Genç Kızlar Voleybol Takımı (Dünya Liselerarası Genç Kızlar Voleybol Şampiyonu), Üsküdar Doğa Koleji Genç Kızlar Hentbol Takımı (Dünya Liselerarası Genç Kızlar Hentbol Şampiyonu), Fenerbahçe Grundig Erkek Voleybol Takımı (Avrupa CEV Kupası Voleybol Şampiyonu), Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı (Avrupa CEV Kupası Voleybol Şampiyonu) ve Galatasaray Odeabank Kadın Basketbol Takımı (Avrupa Kadınlar Ligi Şampiyonu)…
Futbolu ara ki bulasın…
Futbolla yatıp kalkan bir millet ve işe bakın ki çoğu kez olduğu gibi 2014’ün de ‘Başarı listesi’nde bir tane takım yok. Hoş, ben sporda başarıdan çok ‘Önemli olan katılmaktır’dan yanayım ama bu ülkenin fetiş kültürü içinde futbol hem önemli bir yer tutuyor hem de her şey başarı üzerinden açıklanırken oyunculara, teknik adamlara, kulüplere fatura bu kriter üzerinden kesiliyor. Bu kadar üzerinde konuşuyorsanız, ortada bu kadar para dönüyorsa, bütün bir spor basını haberlerini, yazarlarını, yorumcularını, sayfalarını, TV programlarını futbol üzerinden tanımlıyorsa, o zaman “Hani nerde o çok sevdiğiniz oyundaki varlığınız?” diye sormak hakkım sanırım. (Bu arada şu hatırlatmada bulunmak lazım: Arda Turan, Atletico Madrid formasıyla La Liga şampiyonluğuna uzanırken uluslararası sularda futbol adına tek kayda değer notumuzu düşürdü 2014’te).
Neyse, bu tablo zaten bildik bir manzara. Asıl olarak Sedat Simavi Ödülleri Spor Dalı’nda aday olan isimlere ve takımlara bakıldığında 18 adaydan dokuz takımın ya da bireysel sporcunun kadınlardan oluştuğunu görüyoruz. O çok ‘politik’ söylemle bu sayı ‘Yüzde 50’ye tekabül ediyor… Erkek egemen kültürün her daim ezmeye çabaladığı, ‘Kadın cinayetleri’nin bir türlü sistem tarafından önlenemediği ve adeta sosyolojik bir gerçeğe dönüştürülmeye çalışıldığı, kadınların çalışma hayatından itilip sadece ‘Evinin kadını ve çocuklarımızın annesi’ kimliğine hapsedilmesinin hesaplarının yapıldığı ve bu hedefin sistemin en üst perdesinden,‘Fıtrat’ üst başlığıyla dillendirildiği bir coğrafyada kadınlarımızın spordaki başarıları bence muhteşem… Bu vesileyle salonlarda, sahalarda ve bilumum spor mecralarında başarılarının devamını diliyor, her birini yürekten kutluyorum… O ünlü mottoyla (ya da o ünlü şarkının sözleriyle) bitireyim: “Kadınlar vardır, kadınlar vardır / Kadınlar her yerde…”
5 üzerinden 3,5 yıldız
Bir parça ‘Travis Bickle’, bir parça ‘Rupert Pupkin’, bir parça ‘Cable Guy’, bir parça ‘Anton Chigurh’, galiba az bir parça da ‘Chance the Gardener’... ‘Gece Vurgunu’nda (‘Nightcrawler’) Jake Gyllenhaal’in canlandırdığı Louis Bloom sinema tarihinin bütün arıza karakterlerinin yenyeni bir karışımı adeta. Öykünün başında hırsız olarak gördüğümüz bu son derece azimli ve yükselme kaygısındaki psikopat, adım adım hedefine yürüyor. Dan Gilroy’un yazıp yönettiği film sert perdeden medya eleştirisine de soyunmaktan geri durmuyor. Filmin “Hayatın içinde fark etmediğimiz psikopatlar olabilir ama ya medyadakilere ne diyeceğiz?” türünden bir mesajı var: Bazıları direkt öldürebilir medya ise reyting kaygısıyla neredeyse hepimizi aynı noktalara çekiyor.
‘Gece Vurgunu’ kulak vermeye değer bir hikâye anlatıyor. Gyllenhaal da muhtemelen ‘En iyi erkek’teki beş Oscar adayından biri olacak türden bir performans sunuyor. Ama film genel olarak toplumsal mesajların altını fazlaca çiziyor. En azından bence... Ayrıca Rene Russo ve Riz Ahmed’in performansları da çok çok iyi...
Yönetmen:
5 üzerinden 3,5 yıldız
Nedamet getiren emektar silahşor, gün gelir eski dünyasına geri dönmek zorunda kalır... Bu klasik western formatı, Keanu Reeves’ın sürüklediği ‘John Wick’te bir kez daha karşımıza çıkıyor. Lakin ihtisas alanı dövüş sanatları olan ve genelde bu tür filmlerde danışman-eğitmen olarak görev yapan Chad Stahelski-David Leitch ikilisi, yönetmenliğini birlikte üstlendikleri ‘John Wick’te, konudan ziyade görselliğe sırtlarını dayamışlar.
Hikâyeyi kısaca özetlersek: Kanserden ölen çok sevdiği karısının yasını tutmakta olan John Wick, ilginç bir hediye alır: Karısının vefat etmeden önce kendisini her daim hatırlaması için yolladığı minik bir köpek... Daisy adındaki bu yeni dostuyla gittiği benzincide 1969 model Ford Mustang’ine Rus mafya şefi Viggo’nun küstah oğlu Iosef göz koyar ve satmasını ister. Teklif reddedilince de gece evine baskın yaparak hem arabasını alır hem de köpeği öldürür. Bu, bir tür uyuyan devi uyandırmaktır. Çünkü Wick eski bir kiralık katildir ve hesabı kapatmak için, en iyi bildiği işi icra etmeye başlar...
‘John Wick’, öykü düzleminde yakın zaman önce izlediğimiz Denzel Washington’lı ‘The Equalizer’a uzaktan uzağa selam sarkıtıyor ama Stahelski-Leitch ikilisi asıl akrabalıkları Uzakdoğu menşeili aksiyonlarla kuruyor. ‘John Wick’te John Woo’dan da Takeshi Kitano’dan da Kim Jee-woon’dan da tatlar bulabilirsiniz. Hatta sertlik derecesi itibariyle ‘The Raid’ serisini bile hatırlamak mümkün. Stahelski-Leitch ikilisi Amerikan sinemasının bu tür aksiyonlardaki standartlarını daha üst noktalara taşıyarak şiddeti alabildiğine estetize etme çabasına girişmişler. Dolayısıyla bu tür sahnelerle aranızda belirli bir mesafe varsa ‘John Wick’ size uygun bir seçenek değil. Ama hakkını vermek lazım: Filmdeki teknik işçilik ve atmosfer birinci sınıf...
İki yıllık bir gecikmeyle salonlarımıza uğrayan film, ünlü bir şefle ona hayranlık duyan ama kendisini bir türlü kanıtlamamış genç bir meslektaşının kimi tesadüfler sonucu yollarının kesişmesi üzerine kurulu bir öyküye sahip. Öte yandan filmin ana meselelerinden biri de ‘füzyon mutfağı’yla geleneksel arasındaki mücadele ve bu esnada popülerizmin her yere nüfuz eden varlığı üzerine de fikir beyan etmek.
5 üzerinden 2 yıldız
Daniel Cohen’in yönettiği bu sempatik filmde başrolleri Jean Reno, Michael Youn ve Raphaelle Agogue paylaşıyor.
Yönetmen: Daniel Cohen