Joseph Mallord William Turner, İngiliz romantik döneminin en ünlü ressamıydı. 1775’te Londra’da, bir berberin oğlu olarak dünyaya geldi. Başlarda çizdiklerini, babasının dükkânında satıyordu. 1789’da Kraliyet Akademisi Okulları’na girdi. ‘Manzara ressamı’ olarak tanındı, sonraları bambaşka türde yapıtlar verdi. Tıpkı Vermeer gibi ‘Işığın ustası’ olarak anılıyordu.
Britanya toplumunun sosyolojik manzarasıyla süslediği onca filmle tanınan Mike Leigh, son çalışması ‘Mr. Turner’da tıpkı 1999 tarihli yapıtı ‘Topsy-Turvy’ gibi sanatçının dünyasına eğiliyor. Sağlam bir sinematografi, etkileyici bir görüntü yönetmenliği çalışması -Dick Pope, bu filmdeki performansıyla ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ dalında Oscar’a aday oldu -ve özellikle Turner’ı canlandıran Timothy Spall’un müthiş oyunculuğu... Yeri gelmişken, ‘Mr. Turner’ dört dalda Oscar’a aday ama Akademi jürisi Spall’un performansını es geçmiş. Neyse, İngiliz aktör geçen yıl ‘Cannes’da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü almıştı zaten...
Sanatçılar öyküleri perdeye aktarılırken genelde ‘Aziz’ katına yükseltilir ve serüvenleri bu anlayışla anlatılmaya çalışılır. Leigh, bu büyük ressamı zaafları, açmazları ve yer yer çelişkileriyle aktarmış. Zaten filminin büyüklüğü ve özelliği, biraz da bu bakış açısından kaynaklanıyor. Sakin anlatımı, ele aldığı ressamın üslubuna yakın renkleri, ışığı kullanma beceresi ve harika oyunculuk performanslarıyla (sadece Spall değil evin hizmetçisi Hannah’da Dorothy Atkinson, motel işletmecisi Sophia Booth’ta Marion Bailey de çok iyi oynuyor) ‘Mr. Turner’, çok özel bir film. Cazseverlere ‘Whiplash’i, resimseverlere ‘Mr. Turner’ı, sanatseverlere ve de sinemaseverlere de her ikisini önererek meseleye son noktayı koyalım...
Ağırlıklı olarak Wes Anderson filmlerindeki küçük ama kalitesini hatırlatıcı ara rollerden sonra Bill Murray, dört başı mamur bir karakterle huzurlarımızda... ‘Benim Komşum Bir Melek’ (‘St. Vincent’), aksi bir ihtiyarın 11 yaşındaki küçük bir çocukla zoraki başlayan dostluğunu anlatan bir komedi...
Önce kısaca öykü diyelim: Brooklyn’de, kedisi Felix’le birlikte kendine özgü sularda sürüklenip giden ihtiyar Vincent’ın hayatında yeni bir heyecan belirir: Yandaki eve taşınan komşu kadının oğlu Oliver. Minik, bir gün okulda cüzdanını ve anahtarlarını, sınıfın kabadayılarına kaptırınca eve giremez ve Vincent’a konuk olur. Bu hamleyi fırsata çeviren yaşlı adam, Oliver’ın hastanede çalışan ve geç saatlerde çıkan annesine bir teklifte bulunur: Belli bir ücret karşılığında oğluna bakmak. Kadıncağız, yeni bir bakıcı aramaktansa bu teklifi kabul eder ve böylece, yepyeni bir ikili doğar...
MUHAFAZAKÂR BAKIŞ
Yönetmen Thedore Melfi, uzaktan uzağa Eastwood’un ‘Gran Torino’sunu da çağrıştıran bu ilk uzun metrajlı filminde buzdağının görünmeyen yüzünü bir çocuğun hınzırlığı ve sempatisiyle ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bütün bu süreçte kendince gizemli bir geçmişe sahip olan Vincent’ın, sırlarına yavaş yavaş vâkıf oluyoruz... Bu arada da yaşlı adamın, bir tür ‘Karate Kid’deki usta tadında kendi öğretilerini ve zevklerini minik Oliver’la paylaşmasına (!) tanıklık ediyoruz. Bu paylaşımlar arasında bara gitmek, at yarışı oynamak ve öğrendiği dövüş teknikleriyle kendisine okulda zulmedenlere haddini bildirmek var...
Bill Murray kuşkusuz muhteşem bir oyuncu, ‘Benim Komşum Bir Melek’te de enfes bir kompozisyon çiziyor (hele ki minik Oliver’la ağır çekimde koşuşturma sahneleri çok çok iyi). Canlandırdığı karakter de ondaki cevheri yeniden hatırlatma yolunda uygun bir seçim olmuş (bu rol için önce Jack Nicholson düşünülmüş ama sonuçta Murray’e kısmet olmuş). Ve fakat öykünün giderek muhafazakârlığa göz kırpması, zamanında Vietnam’da savaşan Vincent’ın aslında bir kahraman olması gibi suyu bulandıran özellikler, filme ilişkin sempati katsayılarını aşağılara çekiyor. Oysa senaryo, Oliver’ın eğitim gördüğü Katolik Okulu’ndaki dinsel tartışmalar ve farklı inanç kültürleri -ki aralarında ‘ateistler’ de var- üzerinden yapılan espriler ve bakış açısı gibi hoşlukları da içeriyordu.
Hollywood’un ‘Sessiz sinema’ dönemine ilişkin en sempatik saygı duruşlarından biri olarak dikkat çeken ‘The Artist’in yönetmeni olarak tanıdığımız Michel Hazanavicius, yeni filmi ‘Arayış’ta (The Search’) 2. Çeçen Savaşı döneminden bir hikâye anlatıyor. Fransız yönetmen bu kez Fred Zinnemann’ın 1948 tarihli aynı adlı filmini, adeta günümüz dünya siyasetinin acılı bir meselesi etrafında yeniden harmanlıyor. Önce filmin arka planını çizelim: 1999’da Putin henüz iktidarı yeni devralmışken kimi terör olaylarını bahane eden Rus ordusu soluğu Çeçenistan’da alıyor ve meseleyi kendi kaynağında kurutmak adına harekete geçiyor. Lakin iş çığırından çıkıyor ve Rus askerleri, yerli halk arasında adeta katliama soyunuyor ve havadan sudan sebeplerle Çeçenleri öldürmeye başlıyor. Bu genel çerçevede Hazanavicius üç ana karaktere yoğunlaşıyor: Saklandığı evinden ailesinin katledildiğini gören ve birkaç aylık kardeşini yanına alıp yollara düşen dokuz yaşındaki Hacı, yörede AB İnsan Hakları Komitesi adına çalışan ve yolları minik çocukla kesişen Fransız Carole ve de uyuşturucu bulundurmaktan gözaltına alındıktan sonra cepheye yollanan Rus genci Kolya...
Film bu üçlü arasında gidip gelirken acının ve şiddetin tonları da sürekli değişiyor. Kolya ve ait olduğu birlik üzerinden ‘Full Metal Jacket’ benzeri bir askeri eğitimin izlerini sürüyoruz. Hacı-Carole ilişkisi ise insanlığın ölmediğine dair mesajları, çok da duygu sömürüsüne soyunmadan seyirci vicdanıyla paylaşmaya çalışıyor. Hazanavicius’un Ruslara yönelik sert ve taraflı bir tavrı olduğu kesin, film bizi özetle “Çeçenler terörist oldu ama hele bir sorun, niye oldu?” noktasına taşımaya çalışıyor. Masumların giderek acımasız, duygularından arındırılmış birer ölüm makinesine nasıl dönüştüğünü de Kolya örneği üzerinden aktarıyor.
Filmde Hacı karakterine hayat veren Abdül Halim Mamutsiev muhteşem bir performans sergiliyor. Minik oyuncu bazı sahnelerde sadece gözleri ve minikleriyle oynuyor -‘Kafkas dansı’ yaptığı sahnede muhteşem-. Kolya’da da Rus oyuncu Maksim Emelyanov da çok iyi. Carole’da ise ilk olarak ‘The Artist’ten ve de Farhadi’nin ‘Geçmiş’inden hatırladığımız, Hazanavicius’un karısı Berenice Bejo’yu izliyoruz. ‘Arayış’, oyunculuk performansları ve kimi etkileyici sahneleriyle izlenmeye değer bir çalışma...
5 üzerinden 3 yıldız
En azından bazıları için... Lakin bu tutunma meselesi kimi zaman tehlikeli sularda gezinir ve ortaya son derece trajik öyküler ve sonuçlar çıkabilir. Önümüzdeki hafta salonlarımıza uğrayacak olan ‘Foxcatcher’ ya da vizyon adıyla ‘Foxcatcher Takımı’, son zamanlarda spor üzerinden hayatın dar ve zorlu koridorlarında gezinen en başarılı filmlerden biri. Üstelik sınıfsal meselelere ve kapitalizme öyle doğru noktalardan bakıyor ki, sanki sosyolojik bir derse dramatik bir öykü eşliğinde tanıklık etmiş gibi oluyorsunuz. Film, aslında bir zamanlar Reşit Karabacak’la 1984 Olimpiyat Oyunları’ndaki acımasız güreşinden hatırladığımız Mark Schultz özelinden başlıyor ve koca bir sistemin anatomisine soyunuyor.
Yaşı yetenlerin hatırlayacağı gibi Schultz, Karabacak’ın kolunu kırmış ama yanlış hatırlamıyorsam, gerekli itirazın zamanında yapılmaması sonucu Amerikalı güreşçi fair-play dışı bu hareketinin bedelini ödememiş ve nihayetinde kendi evleri Los Angeles’ta düzenlenen oyunlarda ‘Altın madalya’ya uzanmıştı. Schultz ismi aslında Amerikan güreş tarihi içinde özel bir yere sahip. Çünkü Mark’ın abisi Dave de çok ünlü bir güreşçiydi ve ikili, ülkelerine çok sayıda zafer tattırmış, madalya kazandırmıştı.
HAYAT DEĞİŞTİREN TEKLİF
Foxcatcher Takımı, Mike’ın abisinin gölgesinden kurtulmak istediği bir dönemde ülkenin en zengin hanedanı Du Pont ailesinden, John Eleuthere’den aldığı teklifle kaderlerinin değişmesinin hikâyesine odaklanıyor. Koca bir servet içinde işlevsiz bir hayatın sahibi olan John, Mike’a kendi güreş takımı ‘Foxcather’ı teslim ediyor ve ekibi önce Dünya Şampiyonası’na, sonra da 1988 Olimpiyat Oyunları’na hazırlamasını istiyor. Kimya, plastik ve enerji sektöründe söz sahibi olan ‘Du Pont Hanedanı’nın bu yalnız ve sorunlu yetişkini canı atış talimi istediğinde Polis Teşkilatı, yeni ateşli bir silahı denemek istediğinde ordu emrindedir. Lakin onun hayat karşısındaki yenilgisinin ve trajik duruşunun faturasını Schultz kardeşler ödemek durumunda kalır...
BEŞ DALDA OSCAR’A ADAY
‘SPOR filmleri’ kategorisinde yer alan yapımlar sadece odaklandıkları kategorilerin muhataplarını değil, tüm sinemaseverleri ilgilendiren öyküler anlattıkları zaman yarınlara kalırlar. ‘Cehennemde İki Devre’, ‘Ateş Arabaları’, ‘Kızgın Boğa’, ‘Rush’ ilk elde aklıma gelen bu türden filmler. Daha önce yine spor endüstrisinin çarkları arasında dolaşan Brad Pitt’li ‘Moneyball’unu (bizde ‘Kazanma Sanatı’ adıyla gösterilmişti) izlediğimiz Bennett Miller, ‘Foxcatcher Takımı’nda bence şu ana kadarki yönetmenlik uğraşının en önemli işine imza atmış. Steve Carrell, Chaning Tatum, Mark Ruffalo, Sienna Miller ve Vanessa Redgrave’in başrollerini paylaştığı bu sosyoloji-spor zirvesi niteliğindeki filmi kesinlikle kaçırmayın derim.
BU NASIL BiR AYMAZLIKTIR?
ORTADA bir cinayet var, her şeyden önce sona erdirilen bir hayat ve geriye bırakılan tarifsiz acılar var... Ve bütün bunlara bir maçın ardından yaşananlar neden olmuş. Ve sen bu acının ardından, deplasmana gidip o öldürülen taraftarın takımıyla zor bir müsabakaya çıkmışsın. Onca güvenlik tedbiri, onca gerilim, stres derken galip gelmişsin ve parkeye atılan bir-iki yabancı madde dışında sakin geçmiş bir mücadelenin ardından evine dönmüşsün. Aaa, bir bakıyoruz bunca yaşananlardan sonra takımın koçunun olduğu bir kareyle süslenmiş bir tişört maçın bir gün sonrasında ‘Zaferin ifadesi’ olarak piyasaya sürülüyor. Allah aşkına bu nedir?
Genç yönetmen Damien Chazelle, ikinci uzun metrajlı çalışmasında iki ana karakter etrafında gelişen bir hikâye anlatırken seyircisini hem sanatın o ince kıvrımlarında dolaştırıyor hem de son derece sert darbelerle ilerleyen psikolojik bir oyunun içine atıyor.
‘Whiplash’, merkezine müzik eğitimini koyarken Terrence Fletcher aslında bize benzer yöntemleri kullanan bir futbol ya da basketbol antrenörü kadar mesela ‘Full Metal Jacket’ta ya da ‘Subay ve Centilmen’deki acımasız çavuşları da andırıyor. Aslında bu çağrışımların şöyle bir gerçek temeli var: Chazelle bir söyleşisinde “Müzik hakkında tıpkı savaş ya da gangster filmleri gibi yapıya sahip olan bir öykü anlatmak istedim. Silahların yerini enstrümanlar alacaktı ve aksiyonlar savaş alanı yerine bir okul odasında ya da konser salonlarında geçecekti.” Doğrusu sanatı böyle tanımlama yolunda bu türden ifadeler çok da hoş olmasa gerek, en azından benim için bu böyle. Ama karşımıza çıkan yapıta baktığımızda son derece etkileyici bir film var.
5 DALDA OSCAR’A ADAY
5 üzerinden 4,5 yıldız…
Chazelle, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı ‘Whiplash’de sağlam karakterler ortaya çıkarmış ve iki muhteşem oyunculuk performansıyla da onları fazlasıyla inandırıcı kılmış. İstediği performansı vermeleri adına öğrencilerini hamur gibi yoğuran Fletcher’in sadizme kayan hastalıklı eğitim sürecine karşı ayakta durmaya çabalayan ve her türlü sözlü -ve yer yer fiziksel- tacize rağmen kararlılığıyla dikkatleri çeken Nayman’ın mücadelesi filmin atardamarlarını belirliyor. Öte yandan giderek ‘Stockholm Sendromu’na göz kırpan bu hikâyeyi Chazelle, görsel açıdan da taçlandırmayı başarıyor. Meseleyi somutlaştırmak gerekirse evinin odasındaki duvarını süsleyen Buddy Rich gibi olmak için uğraş veren Nayman’ın, solo performansları sırasında enstrümanla (davul) icracı arasında ustalıkla dolaşan kamera sayesinde seyirciler olarak, müzik kadar görsel bir ziyafetin de tanıklarına dönüşüyoruz. Öte yandan filmin kilit bir anı var ki -ne olduğunu söylersem tadınızı kaçırmış olurum-, son zamanlarda beni görsel açıdan bu kadar etkileyen bir sahne hatırlamıyorum.
Elbette ‘Tatlı Hayat’ların da bir sonu vardı ama Anita Ekberg’in geçen haftaki ‘veda’sıyla mesele resmiyete büründü... Aslına bakılırsa konuyu şöyle tanımlamak da mümkün: Sinema, güzelliklerini öte tarafa taşıyor birer birer...
Filmler gibi bazen onca karaktere hayat veren oyuncuların da kendine özgü, kulak vermeye değer, kimselerin yaşayamadığı öyküleri olur. Ekberg işte böylesi hikâyelerle süslenen bir hayatın sahibiydi. Tam adıyla Kerstin Anita Marianne Ekberg, 29 Eylül 1931’de Malmö’de doğmuştu. Modellik yaptı, ‘İsveç güzeli’ seçildi, nihayetinde Amerika’ya kapağı attı ve sonrasında bambaşka bir kaderin parçası oldu. Küçük roller ve adımlarla ilerlerken, gözlerin yeteneğine değil yüzü ve vücuduna odaklandığını herkes biliyordu. King Vidor imzalı ‘Savaş ve Barış’ta dikkat çekici bir performans sergilemişti ama onu kim bilir kaç kuşağın belleğine, bir daha hiç çıkmamacasına yerleştiren Federico Fellini’nin ‘Dolce Vita’, namı diğer ‘Tatlı Hayat’ filmi oldu.
İtalyan sinemasının bu ‘sürreal’ dehası, Roma burjuvazisindeki ahlaki çöküşü resmederken Ekberg’e de Sylvia adlı ‘mutsuz’ aktris rolünü biçmişti. Sinema tarihindeki yerini çoktan almış ‘Trevi Çeşmesi’nde geçen o muhteşem sahnede öykünün ana karakteri olan Marcello Rubini’ye karşı son derece davetkâr bir portre çizer İsveçli... Elindeki yavru kediyi bırakır, çeşmenin içine dalar ve adeta küçük çaplı bir çağlayanın altından seslenir: “Marcello, buraya gel...”
‘BAŞTA NAZİ ASKERİ GİBİ GELMİŞTİ’
Ama görselliğin en önemli ve tek kıstas gibi gösterildiği, az-biraz uzun metinlerin anında “Sıkıcı, kimse okumaz” diye damga yediği, her bir şeyin işin kolayına kaçılarak kısa yoldan halledildiği, hız ve anlık enerji patlamaları adına suni gündemlerin sürekli el üstünde tutulduğu, cahilliğin neredeyse erdeme dönüştürüldüğü (bu durumu ‘önyargısızlık’ olarak addedenler bile var) bir ortamda aklın yerine sürekli duygularla hareket edilen bir alanın da, bu genel kabullerin dışında hareket etmesi beklenemez elbette...
Evet, futboldan bahsediyorum: O, en önemli boy aynamızdan... Aslında bu mecra, çok uzun zamandır okuma-yazma eylemiyle pek de barışık değil. Hatırlarım, neredeyse çocukluğumdan beri elinde kitap görülen oyuncular adeta bir ‘filozof’ katına yükseltilir, “Herkes odasında pineklerken ya da okey oynarken, o kitap okuyormuş” ifadesi eşliğinde özel payelerle donatılırdı.
‘DİKİLİ BİR AĞAÇ’ MESELESİ
HAKLIYDI elbette bu türden saptamalarda bulunanlar; çok ‘kıymetli’ydi okumaya çabalayan futbolcu modeli... O kadar azdılar ki... Ama az olanların sayısı sadece okuma eylemini soyunanlar değildi, onca hatırayı kendileriyle birlikte tarihe gömenler de çoktu. Zamanında ‘Hatırat’ tutmamış olabilirlerdi ama hiç değilse belirli bir yaşta, “Artık bendeki onca yüklü malzemeyi gelecek kuşaklara nakletme vakti geldi, en azından benim bu konuda dikili bir ağacım olsun” diyebilirler ve anılarını kendileri kaleme almasalar da birileri aracılığıyla aktarabilirlerdi.
Futbolla ilgili yayınlarımız çok az, üstelik yayımlananlar da pek ilgi görmüyor. Bazen söz konusu ismi satışlarının çok önünde... Herkes o kitapların varlığını biliyor ama satışları bin-iki bin civarında bile değil. Bu durumda kitapları basanlar da özel bir şövalyeliğe soyunmuş oluyorlar. Neyse ki hem bu türden kitaplar tek tük olsa da çıkıyor, hem de onları basmakta inat eden yayınevleri...Bunca girişi, geçen hafta içinde vitrinlerdeki yerini alan ‘Vefa’nın Galip’i’ için yaptım... İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap, bir zamanlar İstanbul’un dördüncü büyüğü’ namlı Vefa’nın o dönem için en tanınmış futbolcularından Galip Haktanır’ın anılarından oluşuyor. Kitapta Cem Zamur’un enfes giriş yazısının ardından bir dönemin hem futbolundan hem ahlakından hem de sosyo-kültürel reflekslerinden sizi haberdar edecek hayatın izlerini sürüyorsunuz. Galip Bey’in aktardıklarını ise Fethi Aytuna kaleme almış...
CANKURTARAN OLMAYINCA!
Andrey Zvyagintsev, naçizane bence bir başyapıt olan ilk filmi ‘Dönüş’te (‘Vozvrashcheniye’/2003), öyküsünü aniden ortaya çıkan ve yokluğuna alışılan, bu yüzden de varlığıyla rahatsız edici bir unsura dönüşen bir baba figürü üzerine kuruyordu. Hikâye, belki de komünizm sonrası yeni rota olarak çizilen kapitalizmin, onlar için bilinmedik yollarında çok çabuk yalpalamaya başlayan bir
ülkenin ifadesiydi ve bir anlamda ‘Devlet baba’yla yüzleşiliyordu.
Rus yönetmen, ‘Dönüş’ten tam 11 yıl sonra, dördüncü uzun metrajlı çalışması ‘Leviathan’da bu kez lafı dolandırmıyor ve direkt olarak ‘Devlet’ -‘baba’lı ya da ‘babasız’- figürüyle hesaplaşıyor.
Önce kısaca öykü: Kuzeybatı Rusya’da küçük bir kasabada araba tamircisi Kolya, ilk evliğinden olan oğlu Roma ve ikinci karısı Lilya’yla sakin bir hayat yaşamaktadır. Lakin yörenin Belediye Başkanı Vadim’in, evinin ve dükkânının bulunduğu arazide gözü vardır ve hukuku kılığına uydurarak mülküne el koyar. Kolya, davanın savunmasını askerlik arkadaşı olan Moskovalı avukat Dimitri’ye verir ama o da meselenin üstesinden gelmekte zorlanır...
‘HEDEF TAHTASI’NDA KİMLER YOK Kİ?