Bu türün popüler kanadına bakıldığında ilk işaret fişeğini 1960’ta Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davis Jr., Angie Dickinson, Peter Lawford gibi isimlere sahip bir kadroyla yola çıkan ‘Ocean’s Eleven’ yakmıştı. Bu ilk adım, daha sonra 2001’de Steven Soderbergh imzalı ve kadrosunda Brat Pitt, George Clooney, Julia Roberts, Elliot Gould, Casey Affleck gibi yıldızları barındıran yeniden çevrimle şimdiki zaman izleyicilerine hatırlatıldı, hatta daha sonrasında seriye dönüştü. Ama bu kulvarın şahikası bizde ‘Belalılar’ ismiyle bilinen 1973 yapımı ‘The Sting’tir. İki büyük efsane, Robert Redford ve ‘rahmetli’ Paul Newman’ın sürükledği film, muhteşemdir.
Beş üzerinden ikibuçuk yıldız
Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Focus’ da, benzer bir güzergâhta ilerliyor. Hikâyenin odağında üç kuşaktır bu meslekle icra eden çete lideri Nicky var. Tesadüf eseri tanıştığı genç ve güzel Jess, bir tür çırağı oluyor. Ama asıl heyecanlı gelişme zamanla ikilinin arasında bir aşk ilişkisinin de filizlenmesi oluyor. Lakin işe aşkı karıştırmak suyun akışını da değiştiriyor…
Glenn Ficarra-John Requa ikilisinin yönettiği film, son derece parıltılı bir dünyanın resmine soyunuyor. Güzel kadınlar, güzel arabalar, lüks hayatlar, çekici mekânlar ve şehirler derken film de bu parlaklığa paralel bir akıp giden bir anlatım tutturuyor. Hikâye ise sürekli aldatmacalar ve yeni numaralar eşliğinde ilerliyor. Ve fakat işte bu ışıltının ardından geri pek bir şey kalmıyor. Öykünün birbiri ardına gelen tuzaklar ve abartılı kurgularla ilerlemesi de, bir zaman sonra sizi -ya da bizi diyelim- “Yeter artık” noktasına getiriyor.
Nicky’de Will Smith sanki bu role oturmamış gibi gözüküyor. Öte yandan film sanırım genç yıldız Margot Robbie yarayacak. Önce ‘Zamanda Aşk’ta küçük bir rolle tanıştığımız, ‘Para Avcısı’nda “Kimdi bu ya?” dediğimiz Avustralyalı güzel oyuncu, sanırım bundan böyle ‘Yeni Sharon Stone’ olarak yoluna devam edecek. Filmde Brezilyalı ünlü aktör Rodrigo Santoro’ya da rastlıyoruz. Owens rolündeki emektar Gerald McRaney’yi ise yıllar öncesinin ünlü dizisi ‘Simon & Simon’ dizisinden hatırlıyoruz.
Önce genel bir bakış açısıyla meseleye girizgâhımızı yapalım: 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı ve bu bağlamda Nazi zulmü, Pasifik cephesi, Normandiya çıkarması, Stalingrad savunması, sonrasında Vietnam, savaş dönemi ve sonrasının toplumsal ve psikolojik acıları, nihayetinde Ortadoğu bataklığı, 1. Körfez Savaşı, Saddam’ın devrilme dönemi vs... Başta Amerikan sineması olmak üzere hemen her ülke sineması, insanlık tarihinin bu önemli dönemeçlerini perdeye defalarca taşıdı; yedinci sanat bu kulvarda vasat örneklerin yanı sıra başyapıtlarını da verdi... Artık bu meseleler, ara ara uğranılan limanlar gibi...
O KADAR PARAYA YAZIK OLMUŞ
Beş üzerinden bir buçuk yıldız
Bizim cephede ise durum farklı. Vakti zamanında bir türlü sektör olamayan sinemamız kendi kıt imkânlarıyla kimi savaş filmlerine imza attı, çoğu ‘kahramanlık öyküleri’ eşliğinde gelişen bu yapımların bazıları kuşkusuz ruhu ve dertleri olan ama sinemasal derinlikleri tartışmalı örnekler olarak bu günlere kaldı. Modern zamanlara gelince hamle sayısı arttı ama benzer şekilde işin sinemasal cephesinde henüz çarpıcı, kalıcı, üzerinde tartışılmaya değer örneklere ne yazık ki rastlayamıyoruz. Malum, 18 Mart Çarşamba Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı’ydı. Bu vesileyle tarihe kendince not düşürmek isteyen bir film vizyona girdi: ‘Son Mektup.’ Özhan Eren’in yönetmenliğini üstlendiği film, ‘Sinema tarihimizin en pahalı yapımı’ türünden bir ibareyi de yanında taşıyor. Resmi açıklamaya gören 20 milyon TL’ye mal olan yapım için, Çanakkale’deki deniz savaşlarına odaklanırken Tayyareci Yüzbaşı Salih Ekrem’le Nihal Hemşire arasındaki bir aşkı da perdeyle taşımayı hedefliyor.
100 yılı aşkın bir şekilde tutkuluyuz kendisine, ama karşılığında ‘resmi’ açıdan kulüpler düzeyinde tek bir başarımız var: Galatasaray’ın 2000’deki ‘UEFA Kupası Şampiyonluğu...’
Milli Takımlar hanesinde ise ‘2002 Dünya Kupası üçüncülüğü’ ve ‘Euro 2008 üçüncülüğü’...
Hoş, ben sevginin başarıyla taçlanması türünden bir derdin peşinde değilim ama bunca yatırım, bunca ilgi, bunca medya desteği ve bunca büyük bir sektör...
Kötü olan şu, spor dediğiniz şey sadece futbol değil.
Aslında bu defter çoktan kapanırdı ama orijinali varlığını sürdürünce parodilerine de ister istemez hayat hakkı tanınıyor! Evet, ‘007’ ve türevlerinden bahsediyoruz. Dünya artık İngilizlerin elinde dönmese de ‘Bond filmleri’ (ha, bir de ‘Kod Adı: KOZ’) öyleymiş gibi yapmayı sürdürüyor. ‘Majestelerin ajanı’ hizmetini her daim esirgemeyince ‘Austin Powers’ serisi ya da ‘Get Smart’ gibi yapımlar da kendilerince anlam kazanıyor. Bu hafta itibariyle bir tür ‘Ajan parodisi’ne soyunma sırası ‘Kingsman: Gizli Servis’te (‘Kingsman: The Secret Service’).
Matthew Vaughn’u önce, Britanya’daki suç dünyalarında gezinen iki etkileyici Guy Ritchie filmi ‘Lock, Stock...’ ve ‘Snatch’in yapımcısı olarak tanıdık. Sonra yönetmenliğe adım atıp ilk olarak ‘Layer Cake’le karşımıza geldiğinde dedik ki, “İyi ama bu arkadaş, aynı meseleleri Guy Ritchie’den çok daha iyi anlatıyor...” Peşi sıra ‘Yıldız Tozu’ ve ‘Kiss-Ass’ geldi. Ve de ‘X-Men: Birinci Sınıf’ gibi gerçekten seri açısından ‘Birinci sınıf’ bir işe imza attı...
Vaughn, ‘Kick-Ass’ın da yaratıcıları Mark Millar ve Dave Gibbons’ın bir başka çizgi romanının uyarlaması ‘Kingsman’de, MI6 benzeri farklı ve daha küçük çaplı bir gizli servisin yaşadıklarını perdeye taşıyor. Dire Straits’in ‘Money for nothing’iyle dahil olduğumuz öyküde yıllar önce 1997’de, Ortadoğu’daki bir operasyonda kaybettiği arkadaşının oğlunu daha sonra örgüte dahil etmeye taşıyan Galahad’ın ön planda olduğu bir serüven izliyoruz. Tecrübeli ajan, genç ‘Eggsy’yi ‘serseri hayatı’ndan çekip çıkarmaya ve ekibin taze kanlarından biri olması için çabalıyor. Bu arada Amerikalı teknoloji milyarderi Valentine de öykünün ‘kötü’sü olarak ücretsiz internet üzerinden SIM kartlar yoluyla emri altına aldığı onca insanla hain emellerini gerçekleştirme yolunda adımlarını sıklaştırıyor...
Kilisede neler oluyor?
Dolayısıyla kendine özgü refleksleri, etkisi, ağırlığı ve de üzerinden atamadığı ataleti, hantal yönleri var(dı). Bazen içinden gelenler, bazen dışına çıkıp bakmayı becerenler, bazen de sonraki nesiller onunla hesaplaşmaya gitti ve her biri değişik tat ve gözlem içeren yapımlar izledik. ‘Arabesk’, ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’, ‘Acı Aşk’ ya da ‘Pek Yakında’, bu kulvarda ilk elde akla gelen yapımlar...
Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Bana Adını Sor’, öyle bir başlayıp yoluna devam ediyor ki, izlerken uzun bir süre “Galiba Yeşilçam’la dalga geçmek istemişler” hissiyle baş başa kalıyorsunuz. Ne var ki perdede izlediklerimizin şaka, gönderme, ti’ye alma olduğunu belli edecek herhangi ‘özel’ bir işareti beklerken filmin sonu geliyor. Ve kuyruk jeneriği geçerken anlıyorsunuz ki aslında dalga geçilen sizsiniz...
“Konu ne?” derseniz hemen özetleyelim: Yasemin ve Hakan, yetiştirme yurdunda birlikte büyümüştür. Abla konumunda olan Yasemin, Hakan’a ilgi duyar ama karşı taraf bunun farkında değildir. Birlikte iş ortaklığına soyunup onlara her daim kol kanat geren Hasan Baba’yla birlikte bir lokanta açarlar amma velakin Hakan’ın sokakta tesadüfen hayatını kurtardığı -bu sahne de bir şahika; bomboş ara yolda araba önünde yürüyen onca insanı görmesine rağmen niye hız kesmiyor, koca bir muamma. Zaten bu sahneyle birlikte acaba ‘Yeşilçam’ı ti’ye mi alıyorlar duygusuna kapıldık- Merve’ye âşık olur ve işler sarpa sarar...
Bize düşen gördüğümüzü çalmak
Son dönemde o kadar çok kötü film izledik ki, “Bu en kötüsü” deme şansına sahip olamıyoruz çoğu kez. ‘Bana Adını Sor’ bu topluluğun en yeni üyelerinden. Bizi bizden alan sahneler ve olay dizileri, TV dizisi mantığındaki örgü, ağlatmaya çalışırken istemeden komik olma durumları, derinliksiz karakter tiplemeleri ve daha saymakla bitmeyecek onca yüzeysel hamle... Bence bu tür projeler oyunculara da yazık ediyor...
Bu statta 1999’dan beri galip gelemeyen G.Saray’ın geceyi üç puanla kapaması ve böylece literatüre geçebilmesi... Ama mücadele ev sahibinin 1-0’lık galibiyetiyle biterken Sarı-Kırmızılıların Başkanı Duygun Yarsuvat’ın ifadesi durumu gayet iyi özetliyordu: “Gelenek bozulmadı...”
FUTBOL KALİTESİNDE DÜZELME YOK Kİ...
Bu topraklarda futbolun, modern zamanlardaki öncelikli kahramanları Hagi, Alex gibi isimler olsa da bir alttan alta sahaya sürülen ‘yabancı düşmanlığı’, eline ilk fırsatı geçirdiği aşamada kıyıya vuruyor. Bunun somut örneğini bu sezon Galatasaray’ın kulübesindeki değişimde net bir şekilde hissediyoruz. Süper Lig’deki serüveni ‘Puan cetveli’ bakımından hiç de kötü olmayan Prandelli takımdan uzaklaştırılıp görev Hamza Hamzaoğlu’na verildiğinden bu yana, aslında futbol kalitesinde gözle görülür bir düzelme olmayan ama biraz da şansla kazanılan maçlar sonunda genç teknik direktör son derece abartılı bir biçimde göklere çıkarılmaya başlandı.
Galatasaray’da tek bir yıldız var
Mesele aslında basitti; Bruma, Emre Çolak, Telles, Olcan gibi yetenekli ama bir türlü işlenemeyen (ki bazıları bence ‘halı saha topçusu’ vasıflarından başka özelliklere sahip değil) isimlerin yanı sıra Tarık gibi ortalamanın bile altında futbolcularla zaten kim gelirse gelsin mucize yaratması imkânsızdı. Takımın elinde uluslar arası ölçüde tek bir yıldız var; o da malumunuz Sneijder. Burak Yılmaz’ın zaman zaman fırsatçığı, Umut Bulut’un emekçiliği, Melo’nun azmi (ve her daim takımı eksik bırakacak potansiyeli), Hamit Altıntop’un dirayeti, Chedjou’nun yüreği, Muslera’nın tecrübesi vs. derken eldeki artılar da böyleydi...
Ayakları nispeten yere basan bir masal da diyebiliriz. ‘Gizemli’ takılan bir rock’çıyla öğretmen genç bir kız arasında, ilk adımı komşu evden gelen melodiler eşliğinde atılan bir ilişkide erkek tarafı zamanla bu birlikteliği taşımakta zorlanır. Ya da öyleymiş gibi davranır.
Son dönemde sinemamızın popüler kanattaki çıtası o denli düştü ki, yönetmenlik içeren her hamle belli ölçülerde övgü ve desteğe ihtiyaç duyuyor gibi. İlksen Başarır’ın çektiği, senaryosunu da Mert Fırat’la birlikte yazdığı ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’, uygun oyuncu seçimleri, iyi yazılmış diyalogları ve duygusal tonlamaların üstesinden gelen sahneleriyle orta karar bir seyirlik. Ayrıca oyunculuklar da gayet iyi -bu arada Mert Fırat fena şarkı söylemiyormuş-, Melisa Sözen’e de ‘çocuk-kadın’ havası bu kez çok yakışmış. Ama yönetmen Başarır adına çıtanın en üstüne ‘Atlıkarınca’yı koyunca, ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’un ortalama bir çaba olduğunu gözlemek mümkün.
Naçizane benim bu tür filmlerden şöyle bir beklentim de oluyor genellikle: Mesela bu öyküde roçk’çı bir grup var ve seyirci olarak onlarla fazla haşir neşir oluyoruz. Bu durumda da “Bu arkadaşlar bir araya gelince sürekli kadın-erkek ilişkilerinden mi bahseder, mesela ülke nereye gider, enikonu müzikle ilgilenenler olarak sanatın ahval ve şeraiti ne durumdadır, merak etmezler mi, bu gibi meseleler onları kapsamaz mı?” diye düşünmeden edemiyorum. Bir filmi, anlatmadıklarından dolayı yargılamak elbette tartışılabilir ama ben yine de şimdiki zaman’ın gençleri söz konusu olunca, perdeye biraz da fazla şeylerin yansımasını bekliyorum.
Baskı ve zulüm zamanlarında aşk
Ya da şöyle söyleyeyim: ‘Kolera günleri’nde olduğu gibi baskı ve zulüm günlerinde de aşk olabilir. Üstelik ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ böyle günlerden haberdar olduğunu kapı önündeki kasklar ve ‘rahmetli’ kardeşimiz Ethem Sarısülük posteriyle gösteriyor. Keşke bu göndermeler bir dönem özelliği ve derdi olarak senaryoya daha fazla sızsaymış; çünkü çok iyi biliyoruz ki aşk, gerektiğinde sosyolojik ve politik bir yere de evrilebilir. Ya da meseleye kendi sinemasal mirasımızla yaklaşayım: ‘Sevgi emektir!’
Sinema serüveni boyunca fantastik hikâyeler anlatan Tim Burton, bugüne değin sadece ‘Ed Wood’da gerçek bir karakteri perdeyle taşımıştı. Lakin Ed Wood’un bizatihi kendisi alabildiğine fantastikti ( hatta belki de Amerikan sinema tarihinin en fantastik yönetmeniydi). Burton, bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayacak olan ‘Büyük Gözler’de (‘Big Eyes’) yine gerçek bir karaktere kulak kabartıyor ve yine, anlattıkları sıradan hayatın içinde alabildiğine fantastik duran bir öykünün parçaları…
Film 1950’lerde başlıyor. Kendi halinde bir ev kadını olan Margaret, eşinden ayrıldıktan sonra küçük kızıyla birlikte San Francisco’da kendine yeni bir gelecek arıyor. Resim konusunda yetenekli olan ve sürekli ‘Büyük gözler’e sahip çocuk portreleri çizen genç kadın, hayatını bu yolla kazanmak istese de çok geçmeden küçük meblağlarla gerçekleştirdiği satışlarla bir yere varamayacağını anlıyor. Manzara ressamı Walter Keane’le tanışması bir anlamda kaderini değişiyor: Hayat ve sanat arkadaşlığı derken Walter’ın ticari zekâsıyla Margaret’in resimleri ülkenin en önemli görsel ifadelerinden biri oluyor. Ne var ki bu denklemde eşitlik, ancak bir erkeğin kanatları altında var olabileceğini inanan kadın ressamın aleyhine sürekli bozuluyor.
‘Büyük Gözler’, Burton’ın filmografisi içinde belki de en düz çalışması ama yine de akıp gidiyor ve bizi ana karakterinin dramına ve çıkışsızlığına ortak ediyor. Film, entelektüel donanımdan yoksun, saf bir yetenekle yoluna devam eden ve o klişe deyişle ‘Duygularını sanatına yansıtan’ Margaret Keane gibi bir değerin öyküsünü alabildiğine yalın anlatıyor.
‘ELEŞTİRMENLERE NEDEN İHTİYAÇ DUYULUR?’