Üç maçlık bu acılı sürecin artçıları saha dışına taşıp bütün bir ülke gündemine otururken yaşanılan serüvenin belki de tek bir kazanımı vardı: Emre Mor...
Bu gencecik yıldız, Hırvatistan ve Çek Cumhuriyeti maçlarında toplam 90 dakika (21+69) forma şansı buldu ama kalitesini, sevdasını, yapabileceklerini sadece bize değil bütün bir futbol kamuoyuna hissettirdi, gösterdi.
Artık bütün dünya onun bundan sonra varabileceği hedefleri, futbolseverlere göstereceği hünerleri ve uzanabileceği noktaları konuşuyor...
Peki neydi Emre Mor’u bu denli gündeme taşıyan özellikler? Malum, bu oyun bizi çocuksu bir tutkuyla buluşturduğu için güzeldir. Emre’nin topu ayağına aldığı an çizdiği tablo tam da bu.
Roland Emmerich’in psikiyatrı durumu nasıl açıklıyor bilmiyorum ama kendisi, malum günümüz sinemasının en önemli ‘Felaket tellalı’. Portföyünde, emektar gezegenimizin başına sürekli dert açan onca yapım bulunan Alman kökenli yönetmen, şimdi de eski defterleri karıştırıyor. Bu haftanın mönüsünde yer alan son filmi ‘Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit’ (‘Independence Day: Resurgence’), 20 yıl önceki anıları yeniden canlandırıyor.
Hatırlanacağı gibi Emmerich’in 1996 tarihli filmi ‘Kurtuluş Günü’, dev uzay gemilerinin burnumuzun dibinde bitmesi sonucu Dünya’nın yaşadığı felaket dolu birkaç güne odaklanıyordu. 20 yıl sonra aynı suda bir kez daha yıkanmaya niyetli Emmerich, senaryosunu kendisiyle birlikte beş kişinin (Nicolas Wright, James A. Woods, James Vanderbilt, Dean Devlin -ki ilk ‘Kurtuluş Günü’nün de senaristiydi-) kaleme aldığı bu ikinci adımda bize aynı hikâyeyi bir kez daha anlatıyor.
İlk filmdeki kahraman pilot Steven Hiller’ın kadro dışı (ölmüş, ama yerine kendisi gibi pilot olan oğlu oyuna girmiş) kaldığı yapımda 1996’da ‘Başkan’ olan Whitmore da bu kez kızıyla birlikte uzaylılara karşı mücadele veriyor. Bu noktada kısa bir özet geçelim: 20 yıl önceki olayda birlik ve beraberlik ruhuyla hareket eden Dünya ahalisi, aradan geçen süre boyunca barış içinde yaşamıştır (yani Emmerich’in çizdiği bu gül gibi geçinen gezegen tasvirinde 11 Eylül, Suriye sorunu ya da IŞİD belası gibi parantezlere yer yoktur). Lakin bu huzur dolu günleri yine, günün birinde devasa gemilerle gökyüzüne çöreklenen uzaylılar bozuyor. ABD’nin kadın başkanı Lanford, mücadele için gerekli önlemlerin alınmasını isterken süreçte 20 yıl öncesinin ekibi; eski başkan Whitmore, uzman David Levinson, 7300 gün sonra komadan çıkan Dr. Brackish Okun da yeniden bir araya geliyor. Bir nevi ‘Top Gun’ ekibi görünümündeki genç kuşak pilotlar; Jake Morrison, Dylan Hiller (daha önce de belirttiğimiz gibi Steven Hiller’ın oğlu), Patricia Whitmore (o da eski başkanın kızı), Çinli Rain Lao mücadelenin yeni karakterleri olarak öne çıkıyor.
HİLLARY CLİNTON’DAN ÖNCE…
‘Kardeş hikâyeleri’, salonlarımıza uğramayı sürdürüyor. Geçen hafta ‘Belgica’yı izlemiştik, bu hafta sahne sırası ‘İnatçılar’da (‘Rams’). İzlanda dolaylarından buyur eden ‘İnatçılar’, enfes bir kara mizah örneği. Önce kısaca öykü diyelim: Kırsal bir alanda, bomboş vadinin orta yerinde yaşayan iki kardeş; Gummi ve Kiddi, tam 40 yıldır birbirleriyle konuşmayan iki kardeştir. Bu, hayatın, coğrafyanın, iklimin ve de geçip giden yılların sertleştirdiği ikilinin tek meşgalesi vardır; Bolstadir ırkından gelen koçlarını yetiştirmek... Bu faaliyetin bir de yansıması vardır; yöredeki diğer yetiştiricilerin de katıldığı yarışmada boy göstermek. O yılki organizasyonda Kiddi’nin koçu birinciliği alır. İkincilik, Gummi’nin dengelerini bozar, ağabeyinin koçunda, Scrapie adlı, hayvanların sinir sistemini bozan ve bağışıklıklarının kaybolmasına neden olan bulaşıcı bir virüs olduğu yönünde iddiayı ortaya atar. Olaya el koyan veterinerler hastalığın gerçek olduğunu belirterek yöredeki bütün hayvanların itlaf edilmesi yönünde karar alırlar. Bu durum, başta Gummi ve Kiddi’nin olmak üzere
herkesin hayatını değiştirecektir.
Sert ama sevimli ve sıcak
Grímur Hákonarson, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı ‘İnatçılar’da (ki filmin orijinal isminin Türkçesi ‘Koçlar’) Kuzey’in kendine özgü melankolisi içinde yalnızlığı bir hayat biçimi olarak seçmiş iki yaşlı erkek kardeşin hikâyelerini önümüze getiriyor. Film, bu sert karakterlerin öykülerine kamerasını daha yakından uzattığında ise sevimli, sıcak, çelişkilerle doğan bir mizahın yansıdığı detaylar görüyoruz. ‘İnatçılar’, söz konusu coğrafyadan daha önce gelen yapımların ruhunu da yansıtıyor. Hákonarson, vatandaşları (ve de öncüleri) Dagur Kári’yle Baltasar Kormákur’un dünyalarının ya da filmlerinin atmosferini, adeta kendi öyküsü dahilinde yeniden yaratıyor. Bu, kuşkusuz olumsuz bir tespit değil; birbirine benzer onca fabrikasyon yapımın yanında İzlanda’dan gelen az ama öz filmler bize bambaşka hayatların ve öykülerin varlığını hatırlatıyor.
Özetle ‘İnatçılar’ kaçmaz diyoruz...
Arada da bir haberi kovalayacaktık...
Akşam gittiğimiz cafede, uzun süredir görmediğim İbrahim Altınsay’a rastladım. Sohbet döndü dolaştı, futbola geldi: “Bizim arkadaşın şirketi Milli Takım’ın ulaşım sponsoru, gelirsen maç biletleri benden” dedi. Önümdeki yazın programı enikonu belli olmuştu böylece.
O dönem çalıştığım Aktüel’de yayımlanan ve Trabzonspor’u 2-1 yenip şampiyon olan Fenerbahçe’nin iki önemli karakteri (o tarihsel söylenişiyle) ‘Oğuz’la (Çetin) Aykut (Kocaman) röportajı’ da ses getirince dergideki yöneticilerim bir tür hediye olarak beni ‘Euro 96’ya gönderme inceliğinde bulundular. Biletler de hazırdı ve 10 günlük Londra merkezli bir macera beni bekliyordu.
‘Çölde Kutup Ayısı’ ve ‘Kırık Çember’ gibi filmleriyle bizde de tanınan Belçikalı yönetmen, son uzun metrajlı adımında her türden müziğe ve insana açık bir bar fikri etrafında yola çıkan (bunun göstergesi de kapıdan gelen herkesi içeri almak) Jo ve ağabeyi Frank’ın büyüme, yükselme ve de nihayetinde çöküş dönemlerini anlatıyor.
Filmi etkileyici kılan elbette öyküsü değil; ‘Belgica’ daha çok müzik kullanımı, gece hayatının görsel ifadesi, ‘harbi’ diyalogları ve oyunculuk performanslarıyla ilgi çekici. Hikâyenin kayda değer yanı ise erkeklik hallerine vurgusu. Ama söz konusu barın büyümesiyle birlikte özellikle iki kardeşin arasına giren para ilişkisi (ki bunu ‘iktidar sorunu’ olarak da tarif etmek mümkün), baştaki ideallerden savrulmalarına zemin hazırlıyor. Öte yandan ağabeyin eşiyle, kardeşin de kız arkadaşıyla aralarındaki giderek büyüyen uçurumlar da, söz konusu çöküşü hızlandıran unsurlar olarak beliriyor. Film, belli bir noktadan sonra yoruluyor, bunu kimi Batılı eleştirmenlerin ‘Shakespeare’yen buldukları kardeşler savaşının klişelerle ilerlemesine mi bağlamak lazım bilemiyorum ama bence asıl ‘Belgica’nın kadına bakışında yer yer problemler var. Bu noktada ben de bir klişeye sığınacağım, film giderek eleştiriyor gözüktüğü durumların birer parçasına dönüşüyor.
Sonuç? Groeningen’in önceki yapıtları kadar etkileyici olmasa da kayıtsız kalınmayacak bir çalışma ‘Belgica’. Yukarıda bahsettiğim problemleri de ihtiva ettiği göz önüne alınmalı derim. Bu arada filmin müziklerini Gent çıkışlı Soulwax grubunun yaptığını, barda bir ara kulağımıza Türkçe müziğin çalındığını, ‘Belgica’ adlı bara yine Gent’te bulunan ‘Charlatan’ adlı mekânın ilham kaynağı olduğunu da belirtelim.
YABANCI OLDUK ŞİMDİ...
Filmin kahramanı spor tarihinin en önemli figürlerinden Jesse Owens’tı. Siyahi yıldız, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı öncesi gövde gösterisine soyunmaya çalıştığı Berlin Olimpiyat Oyunları’nda kendi gövde gösterisine soyunmuş ve dört altın madalya kazanmıştı. Ancak evine döndüğünde bu büyük zaferin pek bir işe yaramadığını; bir siyah olarak yine çağrıldığı davetlere beyazların girdiği kapıdan alınmadığını görmüştü. Owens’ın Berlin’deki muhteşem başarısı karşısında Adolf Hitler’in stadı terk ettiği söylenegelmiştir; siyahi atlet otobiyografisinde kendisini asıl küçümseyenin tebrik için bir kez bile aramayan, mektup, telgraf vs. yollamayan Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt olduğunu yazmıştı.
VİCDANİ RETÇİ
Benzer bir öykünün sahibi de ilk adıyla Cassius Marcellus, sonraki adıyla Muhammed Ali Clay’di. Küçükken, ‘bisikleti çalınmasın’ diye öğrendiği boks sonraları hayatına yön verdi. Rakiplerine karşı savunduğu yumruklar da bir süre sonra vicdanları uyarmaya yöneldi. Spor tarihinden insanlık tarihinin önemli figürlerine dönüşen az sayıda isimden biri oldu. Owens’tan farklı olarak da derdini içine atmadı, öfkesini saklamadı, çığlığını alabildiğine yükseltti. Müslümanlığı seçti, zaman içinde bütün ezilenlerin sesi oldu. Vietnam savaşı dönemi “Tanrı’nın bana verdiği sözle yaşayacağım. Bu söz içinde Vietnam’dakileri öldürmemek de var” dedi ve ekledi: “Bana hiçbir kötülük yapmayanlarla niye savaşayım?” Bu sözleri ve ‘vicdani retçi’ tavrı, hapis ve para cezasına, uzun bir süre bokstan uzaklaştırılmasına neden oldu ama her daim, ‘Savaşa hayır’ diyenlerin gönlünü sonsuza kadar kazandı.
Boksör Rocky karakteriyle şöhret olan Sylvester Stallone, 1976 Oscar töreninde Ali ile şov yapmıştı.
1- ‘Bizimkiler’ orada
Hoş, turnuvada Türkiye olmasaydı da futbolseverler olarak bizlerin gözü ve kulağı Fransa’da olacaktı ama madem temsilcimiz bulunuyor ve en az üç maçı garanti, Euro 2016’yı ayrı bir ruh durumuyla izleyeceğiz. D Grubu’nda yer alan Türkiye’nin serüveni 12 Haziran’daki Hırvatistan maçıyla başlıyor, sonrasında Ay-Yıldızlılar İspanya ve Çek Cumhuriyeti’yle oynayacak.
2- Güvenlik had safhada
Fransa’nın ve dahi bütün dünyanın son dönemde karşı karşıya olduğu terör meselesi, Euro 2016’yı güvenlik açısından özel statüye soktu. Organizasyonun güvenliği için 34 milyon euro’luk bir bütçe ayrıldı. Fransa İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve, geçen hafta spor gazetesi L’Equipe’e yaptığı açıklamada, hedeflerinin Euro 2016’nın bir festival havasında gerçekleşmesi olduğunu belirterek olası bir terör saldırısını engellemek için her türlü önlemi almaya çalıştıklarını ifade etti. Cazeneuve, “Turnuva boyunca 60 binden fazla polis
ve jandarma görev yapacak” dedi.
3- Süper Lig’den 18 isim
2003’te aramızdan ayrılan (kanserdi) Jacques Deray’ı bizim kuşak, ‘Borsalino’, ‘Üç Adam Ölecek’, ‘Mağlup Edilemeyen’ gibi klasikleriyle tanımıştı. Türkiye’de ‘Sen Benimsin’ ismiyle gösterime ‘La piscine’ (‘Havuz’) ise belki de kariyerindeki ‘Yeni Dalga’ya en yakın filmdi. Söz konusu yapımın kadrosunda o zamanlar birlikte olan Alain Delon ve Romy Schneider’ın yanı sıra bir başka Fransız efsanesi Maurice Ronet ve ilk önemli rollerinden biriyle seyirci karşısına çıkan Jane Birkin yer alıyordu. Bir nevi ‘Dream Team’ olan bu ekiple, unutulmayacak bir yapıta imza atmıştı Deray.
Orijinali böyle olunca, “Yeniden çevriminden de çok şeyler beklemek hakkımızdır” diye düşünüyor insan. Nitekim Luca Guadagnino imzalı (‘A Bigger Splash’) şimdiki zaman uzantısı, zannımca gayet iyi bir film olmuş. İtalyan yönetmen, kimi rotüşlarla derli toplu ve derinlikli bir yapıta imza atmış. Alain Page’in orijinal hikâyesini bu kez David Kajganich senaryolaştırırken (1969’daki versiyonundaki senaryoyu Deray, Jean-Claude Carriere’yle birlikle kaleme almıştı), arka plana hafiften şimdiki zaman toplumsal sorunlarının gölgesini de düşürmüş.
Önce kısaca öykü diyelim: Dünyaca ünlü bir rock yıldızı olan Marienne Lane, tatilini kendisinden genç belgesel sinemacı sevgilisi Paul’le İtalya’ya bağlı volkanik bir adada geçirmektedir. Sürpriz bir telefon, tatil ekibinin büyümesine neden olacaktır. Eski prodüktörü ve sevgilisi Harry, gencecik kızı Penelope’la birlikte aralarına katılır ve bu noktadan sonra bir anlamda kartlar yeniden dağıtılır…