Enflasyondan arındırıldığında, yani reel olarak yüzde 19.7’lik bir artışa karşılık geliyordu. İşte o tarihten bu yana, konut fiyat endeksindeki artış ivme kaybediyor; Temmuz 2016’dan bu yana ise biraz daha keskinleşti.
Hatta reel olarak düşüş başladı.
Geçen hafta Merkez Bankası’nca açıklanan konut fiyat endekslerine bakılırsa; Ağustos 2017’de İstanbul’da son bir yıllık konut fiyat artışı yüzde 7.1 iken, yüzde 10’un üzerindeki bir enflasyondan arındırıldığında, fiyatların yüzde 3.3 reel gerilediği görülüyor.
DÖVİZ kurunda son bir ayda yaklaşık yüzde 10’luk artış var. En başta nedeni, değişen uluslararası konjonktür. İkincisi de içeride bozulan enflasyon ve bekleyişler. Buna tam tersi “faizleri indirme” çabası eklenince, bir de içeride yalanlansa da bankalarımızla ilgili çeşitli iddialar içeren haberler yayıldıkça TL değer kaybediyor. Hatta, buna bağlı olarak “TL’ye operasyon yapıyorlar?” yorumlarını da duyuyoruz, en başta TL’ye operasyon yapılabilecek zayıflıkta bir ekonominiz ve finansal koşullarınız olduğunu dünyaya ilan etmek haksızlık olur.
PEKİ NE OLUYOR? 10 MADDEDE BAKALIM:
1- Son birkaç aydır enflasyonda gerileme değil, özellikle çekirdek enflasyonda yükseliş eğilimi ortaya çıktı. Çekirdek enflasyon yüzde 11’e çıktı. Bu da, Ankara TL faizlerini aşağı bastırmaya çalışırken, artan dolarizasyon kur üzerinde baskı yaratıyor.
2- ABD’de Merkez Bankası Fed’e, “Cumhuriyetçi” bir adayın atanması olasılığı güçlendi. Trump’ın kafasında üç aday vardı; Jerome Powel, John Taylor ve Janet Yellen. Ama Kongre’de senatörlere kapalı kapılar ardında nabız yoklaması yaptığı ve büyük bir çoğunlukla Taylor’ın adının telaffuz edildiği sızdırıldı. “Kurallı para politikasının” babası sayılan Taylor’ın başkan olması durumunda, daha “şahin” bir para politikası izlenmesi olasılığı doları güçlendiriyor.
3- ABD’de uzunca süredir düşük olan uzun vadeli faizlerin sonuna gelindiği düşüncesi kabul görmeye başladı. Özellikle büyük fonları yöneten uzmanlar, faizlerin yukarı doğru seyredeceğine dair görüşlerini açıkça paylaşmaya başladılar. 10 Yıllık ABD devlet tahvili faizleri Çarşamba günü yüzde 2.40’ı geçerek, mayıs ayından bu yana en yüksek seviyeye ulaştı. Bu seviye, “önemli bir eşik” olarak görülüyordu. Bu yukarı yönlü tarihsel dönüşün yeniden düşüşe dönmesi artık mümkün görülmüyor. 1981’deki yüzde 16’lık bir faiz seviyesinden sürekli düşüşle yüzde 2’lere kadar inilmişti. “Sürekli gerileyen faizler dönemi” olarak adlandırılan bu dönemde tarihsel bir son olabileceği dillendiriliyor. Yeniden yükselişle kısa sürede yüzde 3, hatta kimi büyük fon yöneticilerine göre 2020’de yüzde 6’ya ulaşılabilecek. ABD’de tahvil faizinin yükselmesi dolar endeksini yukarı çekiyor. Bu da TL’ye değer kaybı getiriyor.
4- ABD’de tahvil faizlerini yukarı çeken başka bir unsur; Trump’ın bütçe tasarısının ve vergi indirimlerinin Kongre’den geçmesi olasılığının güçlenmesiydi. Bütçe açığını büyüten, vergi indirimleriyle ekonomiye ivme kazandıran, en önemlisi de Fed’i faiz artırmaya bir adım daha yaklaştıracak olan enflasyonda yükseliş getirecek bir tablo belirdi. Nitekim ABD Temsilciler Meclisi’nde bütçe geçti. İş son aşama olan Senato’ya kaldı. Bu da Trump’ın vergi indirim politikasının hayata geçmesi için çok önemli bir aşamanın atlatılması demekti. Faizleri yukarı itecek bir eşik.
5- Geçen hafta sonu, Türk bankalarının aleyhinde iddialar yayıldı. Bunlar Türkiye’deki otoritelerce yalanlansa da, bu en başta döviz kurunda bozulmayı getirdi. Hafta içindeki Hazine borçlanma ihalelerinde de, öncekilere kıyasla değişken ve TÜFE’ye endeksli ihalelere katılım dikkat çekti. Uzun vadeli (10 yıllık) tahvil ihalesine gelen teklif satışın 1.5 katı oldu. Bu geçmiş ihaleler ortalaması olan 2’nin altında. Yani sabit faizli tahvil ihalelerine katılım iştahı düştü.
Dünkü tek değişiklik şurada; önceki açıklama metnindeki son cümleye, iki vurgu (siyah puntolarla vurgulanan kelimeler) eklenerek şu hale çevrilmiş: “Enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme ve hedeflerle uyum sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş kararlılıkla sürdürülecektir.”
Hatırlatalım; enflasyon hedefi yüzde 5’te, cari enflasyon ise yüzde 11.2’de. Beklentiler de bir yıllık vadede yüzde 8.5, iki yıl vadede yüzde 8 gibi. İki yıllık vadede bile beklenen şu; hedefe teğet bile geçemiyor. Dışarıdan bakınca hiç bilmeyen biri “Evet, Merkez Bankası kararlılık ve sıkılığa özel vurgu yaparak piyasa oyuncularını ikna etmeye çalışıyor” diyebilir. Çok açık ki banka, yine “yeterince sıkılaşma yapamamayı” zamana yayarak çürütme peşinde. Bankanın duruşunu bilenler ise bu mesajla, Merkez’in yine olayların gerisinde kaldığını görüyor.
Oysa en başta, aradan geçen 42 günde yüzde 10’a yakın artan döviz kurundan, geleceğe çıkacak ilave enflasyon faturası şimdiden “buzdağı” gibi orada duruyor. Banka bu yokmuş gibi bir duruş sergiliyor. Yüzde 5 hedefi olan Merkez Bankası’nın, yüzde 11’e dayanmış çekirdek enflasyonu seyretmesi, bu enflasyona karşılık yüzde 12’lik faizle piyasaya para verirken bunu “sıkı duruş” olarak “yutturması” kabul edilebilir değil. 2011’den bu yana para politikası duruşu ve döngüsü belli; kur artar, Merkez Bankası seyreder, kur daha da artar; sonra kur ve enflasyon kaygıları yükselir, banka faizi 3-4 puan artırır, yükselen faizin faturası hane halkına ve üreticiye çıkar.
İşin endişe verici tarafı; hem gelişmiş ülkelerde, uzun vadeli faizlerin uzunca düşük seyrettiği bir dönemin sonuna gelindiği kanısı güçleniyor; hem merkez bankalarının bir taraftan parasal genişlemeyi azalttıkları, diğer taraftan bilanço küçülttükleri bir tablo var. “Faizsiz kararlılık” şu gelişmelerin ertesinde gösterildi: Bankalarla ilgili söylentilerin arttığı, Güney Afrika’da bütçe kaynaklı tedirginliğin ulusal para Rand’a yüzde 2.5 değer kaybettirdiği bir günün akşamında, Alman finans kurumlarının kredi imkanlarını azaltacağı yönündeki iddialar, TL’de zaten bir süredir devam eden değer kaybını hızlandırdı. Dolar kurunun 3.81’e yaklaştığı anlar oldu. İşte bu koşullarda, zaten bozulan çekirdek enflasyon görünümüne bir de kur artışı ile ilave enflasyon yansıması potansiyeli eklendi.
Banka da, işte bu tüm olan bitene hiçbir politika manevrası yapmadan, sıkı olmayan duruşunu “sıkı duruş” olarak sunarak, devam ettireceğini söylüyor. Ne yazık ki hep bu aynı “filmi” izliyoruz; bugünün 1 puanlık faiz artışından kaçınan Merkez, yarının kaçınılmaz 2-3 puanlık potansiyel faiz artışının tohumunu atıyor.
Banka ocak ayından başlayarak faizleri, merkez bankalarınca olağanüstü durumlarda kullanılan “geç likidite penceresi” (GLP) faizlerini kullanarak, yüzde 12.25’e yükseltmişti. Piyasaya ve Ankara’daki siyasetçilere de “her an düşürebilecek” bir durumda olduğunu sinyalini açık tutmuştu. Hali hazırda piyasaya verdiği paranın ortalama faizi yüzde 12’de. Hâlâ “geçici faiz” penceresi devam ediyor. Yüzde 7.25’deki gecelik borç alma faizini, yüzde 9.25’teki gecelik borç verme faizini, yüzde 8’deki haftalık repo faizini en azından yüzde 10-12’ye yaklaştırabilirdi. Bunu bile yapmadı. Kullandığı faizi bir tarafa bırakın; “kararlılık sinyali” için, kullanmadığı faiz penceresine bile dokunamadı.
İşin, açığı finanse etme tarafıyla görevli Hazine’nin nakit durumuna bakıldığında ise tablo şöyle; 9 aylık nakit açığı 40 milyar TL olurken, Hazine’nin yaptığı net borçlanma bunun çok üzerinde olmuş, 67 milyar TL ile. Açığın bir buçuk katından fazla yapılan borçlanma ile Hazine’nin kasasında yani Merkez Bankası’ndaki mevduat hesabında biriken fazla nakit tam 30 milyar TL olmuş.
Soru şu; Hazine neden görünen bir gelecekte ihtiyacı olmayan bir borçlanmayı yapıp, ilave bir nakit fazlası oluşturmayı tercih etti?
Mayıs ayından itibaren giderek artan bu nakit varlığına dair sorulara son birkaç aydır ekonomistler ve analistler arasında yanıt arayan, sorgulayan çok. Ancak somut bir gerekçe bulunamadı.
Ekonomiyle ilgili bir bakana sordum; bunun teknik düzeyde bir ayrıntı olduğunu, ilgili teknokratlara sormak gerekeceğini söyledi.
Plan ve Bütçe Komisyonu’nda “torba yasa” görüşmeleri sırasında Maliye Bakanı Naci Ağbal, 2018 yılında ‘Hazine’nin daha yüksek bir nakit varlıkla yeni yıla girme ihtiyacı’ndan bahsediyordu.
Bütçe açığından daha fazla borçlanarak yüksek nakit dengesi oluşturmanın temel sebebinin, “Hazine’nin daha güçlü bir nakit yönetimi ihtiyacının temini, bütçe dengeleri dışındaki birtakım ilave ihtiyaçların ve kaynak kullanımlarının söz konusu olmasıdır” diye açıklıyordu. Ama yine de bu “ilave ihtiyaçların” ne olduğunu hala bilmiyoruz.
Peki Hazine’nin iç ve dış borç ödemelerinde böyle acil ya da “stres” yaratacak bir tablo görünmüyor. Hazine’nin, önümüzdeki üç aylık vadede iç ve dış borç ödemelerinin görünen toplamı kabaca 21 milyar civarında. Bu tutar, borç baskısı olmadan ve nakit biriktirme ihtiyacı olmadan geri ödeme yapılarak geçilebilecek bir takvim demek.
MERKEZ HAFTALIK 2-3 TON ALIMLARLA
80 yaşındasınız ve bakıma ihtiyacınız var, ama tek başınıza, geride bıraktığınız onca yılda bu bakımı sağlayacak bir geliriniz de yok. Ne yapacaksınız? Ya da daha gençsiniz ve bunu şimdiden görebiliyorsunuz. Yaşlılıkta yoksulluk, 21 yüzyılın ortasında belirginleşecek.
Şu sözü çok duyarız; “Allah elden ayaktan düşürmesin”. Bu söz, çoğunlukla bir hastalık ya da yaşlılıkla bağlantılı duruma, mevcut imkanlar çerçevesinde umutsuzluk bakışını içerir. Aslında kaderciliği de, çekirdek aile dayanışmasını da aşan ve “kimseye muhtaç olmama” arzusunun arkasında, “yoksulluk ve yoksunluk dağını aşamamak” vardır.
İnsan ömrü uzuyor; bu uzun yaşam, beraberinde yeni sorunları gündeme getiriyor. Bunların başında da yaşlılıkta yoksulluk ve eşitsizlik.
OECD’nin son raporu “Eşitsiz Yaşlanmayı Önlemek” başlığını taşıyor. Raporun ana vurgusu şu; bireyin yaşamı boyunca birikerek gelişip ilerleyen eşitsizlik, yaşlılıkta başa geliyor. Bunu bizim gibi ülkelere tercüme edersek; “yoksulluk, yaşlılıkta başa bela oluyor”. Yaşam boyunca oluşan gelir ya da sağlık yönünden birikimli etki, hasarını yaşlılıkta gösteriyor.
Rapor, bir çok ülkede bugünkü yaşlı kuşağın, kendilerinden bir önceki kuşağa göre daha yüksek gelire sahip olup, daha düşük yoksulluk riski ile karşı karşıya olduğuna işaret edip, bugünkü genç kuşağın kendi yaşlılıklarında bir önceki kuşaklar gibi yüksek eşitsizlikle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Nedeni ise basit; bugünkü genç kuşak daha uzun yaşayacak. Potansiyel olarak da istikrarsız bir işgücü piyasası ve hane halkı gelir dağılımındaki eşitsizliğin yayılması söz konusu. Daha da fazlası; yapay zeka gibi teknolojik gelişmeler ileride özellikle eğitimsiz ve vasıfsız işgücünü vuracak. İşte bu unsurlar, bugünkü kuşağın yaşlılıklarında, eşitsizliğin yayılımına katkı verecek.
Yaşlılıkta yoksulluğun ve eşitsizliğin “yol haritası” şöyle şekilleniyor; kimileri daha iyi ve istikrarlı bir gelir elde ederken, kimi bireyler de çalışma yaşamlarının bir noktasında işsiz kalıyor, düşük gelir elde ediyor. Yaşam uzadıkça, yoksulluk yaşlılıkta vuruyor.
Eşitsiz yaşlanma gelecekteki ekonomik büyümeye şunun için bir tehdit; fırsat eşitsizliği nedeniyle ayrıcalık ve dışlamanın belirginleştiği yerde, kuşaklar arası toplumsal hareketliliğin altı boşalıyor ve toplumsal bütünleşme tehlikeye atılıyor.
YAŞLI ORANI HIZLA ARTACAK
Bir aydır vergi politikasının ne olacağına bir türlü karar verilemedi. En çarpıcısı; oyuncağa dönen Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) oldu. Önce yüzde 40, sonra “sadece yeni araçlara yüzde 40”, sonra “yok ben karıştırdım hepsineymiş” denildi. En son “yüzde 40’ı yüzde 25’e indirdik” biçiminde formüle edildi. Ama, araçların motor hacmine göre trafikteki dağılımlarına bakılınca anlaşıldı ki; aracı olan orta sınıf, en az yüzde 37.5’ten başlayarak vergi ödüyor olacak.
Sonra Meclis’teki görüşmeler sırasında gelir vergisinin üçüncü dilimine uygulanan yüzde 27’lik vergi oranının, yüzde 30’a çıkarılması da geri çekilmişti. Bitmedi; sadece finansal şirketlere getirileceği ilan edilen kurumlar vergisi oranının yüzde 20’den yüzde 22’ye çıkarılması, bu defa Meclis görüşmeleri sırasında tüm şirketlere uygulanacak biçimde güncellendi.
Ankara’da bir kafa karışıklığı var; vergi politikası, hem zaman boyutu ile hem de rota boyutu ile çerçevesi bulanık. Yarın ters yüz olabilir.
Ağustos sonunda Hürriyet muhabiri Neşe Karanfil’e stratejik ve kritik sektörlere kurumlar vergisi (KV) indirimine yönelik bir çalışma yaptıklarını anlatan Maliye Bakanı Naci Ağbal, ekim ayında silme tüm sektörlere 2 puanlık KV artışının altına imza koyuyordu. Sonra da zamlanmış yerden, yeni bir indirim hikayesini canlandırıyordu; “Kurumlar vergisinde üç yıl için ve geçici olarak getirdiğimiz 2 puanlık artışı, mali imkanlar elverirse daha önce geri çekebiliriz.”
2018 bütçesinde, eskisi gibi muğlak olmaktan çıkıp sayılara bürünen ve önemli bir bütçe kalemi olarak yerini alan unsur da; koşullu yükümlülükler. MTV ve KV gibi vergi artışlarından gelecek ilave hasılat, çok açık ki otoyol ve köprüler ile şehir hastaneleri için verilen kamusal taahhütlere yapılacak ödemelere kaynak olacak.
Ağbal, “kamu özel işbirliği projeleri” olarak adlandırılan otoyol ve köprüler ile şehir hastaneleri için taahhüt edilen ödemeler için; bütçeye toplam 6.2 milyar TL ödenek konulacağını açıkladı. Buna göre; 2018 yılı için ulaştırma projelerinde verilen garanti ödemeleri kapsamında 3.6 milyar TL, şehir hastaneleri için ise 2.6 milyar TL ödenek konuluyor.
Kötü ve ekonomiye getireceği dışsallığı az olan bir modelle yapılan otoyol ve köprüler, ölçekleri ve yerindekileri tartışmalı şehir hastanelerine verilen garantilerin kamu cebinden faturası resmi olarak bütçede yerini alırken; henüz başındayken bunların bedeli şimdilik bütçe açığının yüzde 10’una karşılık geliyor. İzleyen yıllarda bu fatura daha da kabaracak.
Bakan
BUNDAN 10 yıl önce, sol kesimde “neoliberal kapitalizmin uluslarüstü kuruluşu” olarak tanımlanan Uluslararası Para Fonu’nun (IMF), Britanya İşçi Partisi ile aynı noktaya geleceği söylenseydi kimse inanmazdı. Ama değişmeyen tek şey değişmenin kendisi; 10 yıl öncesinden başlayarak IMF de değişiyor; “sosyal yanı” giderek kabarıyor.
“Kemer sıkmacı” IMF, 2008’de küresel kriz patladıktan sonra sağladığı mali yardımların hem önden yüklemeli olmasını sağlamış hem de bütçe içinde kullanılmasına izin vermişti. Bütçe gelirleri düşünce kemer sıkma yerine borçlanmaya yeşil ışık yakan iç ve dış finansman koşulları sıkıştığında da IMF fonlarının bütçeye aktarılmasına izin veren bir açı idi bu. IMF buna “yeni kuşak programlar” derken, kriz sonrasında daha insaflı bir kulvara geçiyordu. Hatta sonradan, bu yeni kuşak program sayesinde dalgalanmaların azaldığını, aşırı düzeyde cari denge daralmasına tanık olunmadığını ve bankacılık krizlerinden de uzak kalındığını raporlayan da IMF idi.
İLAVE 7 MİLYAR POUNDAma bugünlerin “asıl bombası”, önceki gün IMF toplantıları öncesinde açıklanan ‘Mali İzleme Raporu’nda idi. Raporda, gelir eşitsizliğinin azaltılması için yüksek gelir grubunun vergisinin arttırılabileceği, bunun da büyümeye engel olmayacağı anlatılıyor. Şaşırtıcı olan bunun Britanya İşçi Partisi’nin manifestosundaki vergi artışı önerisinden birkaç ay sonrasında gelmesi. Britanya’da Haziran ayında Jeremy Corbyn’in liderliğindeki İşçi Partisi’nin manifestosunda yüksek gelirlilerin vergi eşiğini aşağı çeken bir politika hedefi konulduğu ortaya çıkmıştı. Hedef, yüksek gelirlilerin daha fazla vergi ödemesiydi.
Manifestoya göre, eskiden yüzde 45’lik oranlı dilime giren 150 bin poundluk eşik 80 bin pounda indirilirken, yeni bir oran olan yüzde 50’lik vergi oranlı dilim de 123 bin pound gelirin üzerini olacaktı. Böylelikle 1.3 milyon kişiden ilave olarak 7 milyar pound vergi hasılatı sağlanacaktı. Hedef ise son 30 yıllık dönemde yükselen gelir eşitsizliğini azaltmak.
IMF’nin ‘Mali İzleme Raporu’nda da yüksek gelirli kesimlerin vergi yükünün artmasının gelir eşitsizliğini azaltırken, büyümeyi de etkilemeyeceği vurgulanıyor. Böylece kapitalizmin ana kurumlarından biri olarak görülen IMF ile Britanya İşçi Partisi aynı politikada buluşmuş oldu.
EŞİTSİZLİK DERİNLEŞTİDünya Bankası çalışmalarına göre gelir eşitsizliğinin bir göstergesi olan GINI katsayısı, 2000’li yılların başından itibaren düşüyor (iyileşiyor). IMF’ye göre küresel gelir eşitsizliğinde bu hızlı biçimde iyileşmenin nedeni Çin ve Hindistan’daki gelirin gelişmiş ülkelerle arayı kapamaya başlaması. Küresel iyileşme olsa da, ülkelerin kendi içlerindeki gelir dağılımı bozuluyor. Özellikle de gelişmiş ülkelerde.
Gelişmiş ülkelerde özellikle 2008 krizi sonrasındaki aşırı gevşek para politikaları, mali varlıkları olanları; yani servet sahiplerini daha da zengin etti, üst gelir grubundaki kişiler arayı hızla açtı. Gelir eşitsizliği daha da derinleşti. IMF, bunun etrafındaki bozulmaların maliye politikası ile düzeltilebileceğini söylüyor. IMF, gelişmiş ülkelerde vergi ve transferler öncesindeki gelir eşitsizliğinin üçte birinin maliye politikası ile azaltıldığını, yüzde 75’inin transferler yoluyla olduğunu vurguluyor. Gelişen ülkelerde ise maliye politikası yoluyla yeniden bölüşümün daha zayıf olduğuna işaret ediliyor.
ZİHİNSEL DEVRİM
İlk açıklamalar, bu fonun neden kurulduğuna yanıt veremiyordu. Kamunun deneyimli kurumları; Hazine ve Özelleştirme İdaresi’nin yapamayacağı ne vardı ki koşa koşa varlık fonu kurulmuştu.
Bir yılı aşan bir dönemde “Ne yapacaksınız? Nasıl yapacaksınız?” sorusunun yanıtını fonun başındaki kişiler de bilmiyordu.
Hatta öyle ki; TVF’na danışman olarak atanan firmalar yurtdışında çeşitli finansal kurumları dolaşıp zemin yokluyordu. Öyle olmuş ki; gezilen kurumlardan birinin, zemin yoklamaya gelen danışmana “bu sorduğunuzu Türk Hazinesi epeydir yapıyor” diyerek ders verdiği anlatılıyor finans kulislerinde.
Varlık Fonu kuruluşunun birinci yılı dolmadan atanan başkan görevden alındı. Nedenini bilmiyoruz.