Ege Bölgesi’ne özgü mimari üslubu, restore edileren tarihi binaları, kutsal kabul edilen topraklarıyla Ödemiş’in Birgi Beldesi, tarih ve doğayı sevenlerin önemli duraklarından biri. Birgi’ye kadar gelen birinin Bozdağ’ı görmesi ve Ödemiş’i de ziyaret etmesi şart. Ödemiş’e sadece 9 km uzaklıkta kendi köşesine çekilmiş bir kasaba burası. Kasaba, Turizm Bakanlığı tarafından dini turizm merkezlerinden biri olarak kabul ediliyor. Birgi’de tarihi eserleri gezip, Çınaraltı kahvehanelerinde oturmak, karşı masaya oturan amcalarla sohbet etmek olmazsa olmazlardan.
KENTSEL SİT ALANI
Sarıyar Deresi’nin iki yamacına kurulu Birgi, koruma altına alınan kentsel SİT alanlarından biri. Eski konakları, medreseleri, türbeleri, camileri zamana direniyor. Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinin yaz aylarında çalışma yaptığı, restorasyon projeleri ve rölövelerini ücretsiz hazırladığı Birgi, yıllar içinde eski terk edilmiş görünümünden uzaklaşarak ön plana çıkmaya başladı.
Birgi’nin kimler tarafından, ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmiyor. M.Ö. 2. binde Lidyalıların yerleştiği Birgi hakkında tarih kitaplarında, M.Ö. 546’da Pers, 334’te Helen ve 133’te Roma, 1308’de Türkmenlerin egemenliğine geçtiği yazıyor. Bütün bu süreç içinde hep kutsal toprak kabul edilmiş Birgi. Şehrin antik dönemdeki adı Dioshieron, yani Zeus’un Kutsal Yeri. Ortaçağ’da bu defa Hıristiyanlık açısından kutsal kabul edilmiş, adı da Christopolis, yani İsa’nın Şehri oldu. 5. yüzyılda önce piskoposluk, ardından başpiskoposluk merkezi oldu. Askeri açıdan da zaman zaman önem kazandığı, bir ara adının kale ya da burç anlamındaki Pyrgion olarak değişmesinden belliydi. Belde Türklerin eline geçince ismi Birgi oldu.
BAŞKENT DE OLDU
Karaburun, Ocak-Şubat aylarında gittiğinizde alabildiğine sapsarı nergis tarlalarıyla kaplı; buram buram nergis kokan; ülkemizde organik tarım ve zeytincilik denince akla gelen ilk yerlerden biri olan; Akdeniz Foku’nun bulunduğu nadir yerlerden olan sıcak ve huzurlu bir yer.
Üzerinde yer aldığı Yarımada’ya adını veren Karaburun’un ilk yerleşim yeri olarak ne zaman seçildiği kesin olarak bilinmiyor ama yarımada Kalkolitik Çağ’dan itibaren insan yaşamına ev sahipliği yaptığına göre yerleşimin de bu doğrultuda olması beklenebilir. Tunç Devri’ne özel bazı eşyaların ve aletlerin Çakmaktepe Mevkii’nde (Karaburun Merkezinin yaklaşık 3-4 km. güneyi) bulunması Karaburun’un da çok eski bir yerleşim birimi olduğunu düşündürmektedir.
Karaburun’un bilinen en eski adı Mimas’ tır. Bu ismin nereden geldiğini mitolojik öykülerden bulabiliyoruz. İyonya döneminde şimdi Karaburun olarak adlandırdığımız yerde Stelar veya Stylarius isimli bir yerleşim yeri mevcutmuş. Eski haritalarda bu bölge Capo Calaberno –Calaberno burnu olarak zikredilmektedir. Yarımada’nın Türk egemenliğine geçmesinden sonra Ahurlu veya Ahırlı olarak anılan şehir Osmanlı döneminde Karaburun adını almıştır.
XVI. yüzyılın ünlü denizcilerinden Piri Reis, Kitab-ı Bahriye’sinde Yarımada’nın kıyıları hakkında ayrıntılı biçimde bilgi vermektedir.Ve gene XVII. yüzyılın ikinci yarısında Karaburun’u ziyaret eden Evliya Çelebi Karaburun kazasının, İzmir Mollası’nın arpalığı olduğunu, içinde bir cami, bir hamam ve 7 dükkan bulunduğunu ve ayrıca etrafının zeytinlik ve bağlık olduğunu belirtmektedir.
KESKİN VİRAJLARA DİKKAT
Kandıra üzerinden başlayacak bu rota önerisinde ilk durağımız, Karadeniz’in doğal koylarından biri, birçok film ve video klipte kullanılan ilginç kayalıkları ile Kerpe olacak. Kerpe’den sonra rotamızı bir başka doğa harikası olan pembe kayalıklara çevireceğiz ve balıkçı barınağı ile meşhur Kefken’e geçerek, fotoğraf açısından büyük malzeme sunan Kefken limanında kahve molası vereceğiz. Kefken’den ayrılarak güzel doğa içinde yapacağımız kısa yolculuk sonrası Kaynarca – Karasu arasında koruma altında bulunan Acarlar Longozu bölgesine varacağız.. Subasar ormanı olarak ta adlandırılan bölge, 23 kilometrekareliklik büyüklüğüyle Türkiye’nin tek parça halindeki en büyük subasar ormanı olarak biliniyor.
Karamürsel Gölcük ve İzmit’i geride bırakıp kuzeye doğru devam ettiğinizde önünüze çıkan hatırı sayılır ilk yerleşim Kandıra oluyor. Kuzeyinde Karadeniz, doğusunda Karasu güneydoğusunda Adapazarı güneyinde İzmit, batısında Şile ile çevrilmiş bir kasaba.
Kandıra’nın çevresi hep yemyeşildir, bu da hayvancılığı ve meşhur manda yoğurdunu açıklıyor sanırım. Tamamıyla Karadeniz iklimini, doğasını hissetmeye başladığınız ilk yerleşim olan Kandıra ‘da kuzey rüzgârları eksik olmaz, kuzey sahillerinde ki dağların ve tepelerin alçak olması nedeniyle kışın şiddetli rüzgârlar ve yazın sisli esen ratıp rüzgârlarla Kandıra iklimi sert ve serindir.
YOĞURT VE BEZİN PEŞİNE DÜŞÜN
Kandıra’da vereceğiniz kısa molada mutlaka manda yoğurdunun tadına ve denk gelirseniz meşhur Kandıra bezinin peşine düşmelisiniz.
“Yaz bitti; hayır bitmedi” derken eliniz, kulağınız eylül ile ilgili kitaplara, şiirlere, şarkılara kayar farkında olmadan. Sarı yaz dendiğinde benim aklıma Ege gelir. Eylül ve ekim arasında sonbahar tam anlamıyla bastırmadan, aslında her yer güzeldir ama Ege bir başka güzeldir.
Yapraklar sararmadan, yağmurlar ıslatmadan, yapraklar düşmeye başlamadan haydi gezmeye, İşte bu hafta size benden sarı yazda gidebileceğiniz rota tavsiyeleri..
BOZCAADA
Öncelikle bu rotayı tercih edenler, yolunuz üzerinde vakit ayırıp, daha önce görme fırsatı bulamadıysanız Geyikli ayrımı öncesi Troya Müzesine uğrayın…
Aslında özel aracınız varsa ve tarihe meraklıysanız Kuzey Ege’de kahverengi tabelaları atlamadan, karşınıza çıkacak antik kentleri de gezerek bir rota çizebilirsiniz; ama ben Bozcaada’ya, her sene yaptığım gibi yılın en güzel zamanı olan eylül ayında gitmeyi severim, size de tavsiye ederim.
Muhteşem denizi ve havasıyla ziyaretçilerini her zaman cezbeden Bozcaada’da adanın vazgeçilmezleri ayazma plajında deniz keyfi, Bozcaada kalesi, huzurlu sokakları, eski taş evleri, şaraphaneleri, güneşi uğurladığımız rüzgar enerji santrali vazgeçilmez duraklarım olur.
BAĞLARDA YÜRÜYÜŞ YAPIN
Anadolu ‘nun kuzey yönde uç noktası olan İnce Burun ‘a doğu yönde bağlanan Boztepe Burnu uzantısında bir kale-şehir olarak kurulmuş ve tarih boyunca doğu yönde gelişmiş bir kent burası, biraz Amasra’yı anımsatıyor ama doğası farklı. Tarih boyunca kale dışına pek taşmayan şehir bir liman kenti özelliği taşıyan Sinop’a günümüzde yaklaşık 1350 metre yüksekliğinde ki Dranaz dağını aşarak ulaşılıyor. Kışın çetin şartlara sahne olan Dranaz dağı yolu yeni yapılan tünel ve yolla artık yavaş yavaş geçmişin sayfaları arasındaki yerini alacağa benziyor. Yarımada uzantısının kuzey doğusundaki dış liman fırtınalara açık olduğu ve denizcilik bakımından kullanışlı sayılmadığı halde, Antikçağ ‘da daha çok bu limanın kullanıldığı biliniyor. Zamanla kum dolan ve kullanılamaz hale gelen bu limanı yarımadanın güney-doğusundaki iç limana aynı dönemde bir kanal bağlarmış. Bu kanal, Selçuklular döneminde kapatılmış.
Yarımadanın güney yönündeki iç liman ise rüzgarlara kapalı konumuyla ve sakin deniziyle güney Karadeniz ‘in en önemli limanıymış.Hatta bu özellikleri yüzünden “Akdeniz” ismini almış. Tarih boyunca işlek bir liman yaşantısı ve tersane faaliyeti bu limanda gerçekleşmiştir. XIX. Yüzyıla kadar tamamen ayakta duran surlardan ise günümüze büyük bir kısmı ulaşmış. Şehrin gelişimi sürekli olarak doğu yönde, Boztepe Burnuna doğru olurken, kuzeydeki Akliman ve Anadolu yönünde bir kaç azınlık yerleşmesinden başka bir yerleşim olmamış. Doğudaki yarımada ise gittikçe sarplaşmakta, Hıdırlık tepesinde 187 metre yüksekliğe ulaşmakta ve nihayet deniz yönünde dik yarlar ile kuşatılmaktadır. Bu durumda şehrin tarih boyunca deniz yönünden ve her iki tarafı suyla kaplı yarımadadan zaptedilmesi imkansız olmuştur.
Dünyada, cezaevinin ünüyle anılan şehirlerin sayısı çok azdır. Ama hiçbiri, Sinop Cezaevi kadar tarihsel derinliğe sahip değildir. Bunun bir çok nedeni olsa da, kentin coğrafi konumu, bunda sanırız en önemli etken olsa gerek. Çünkü Sinop, Uygarlıklar Ülkesi Anadolu’nun “yalnız kenti”dir. Orta kuşakta bulunmasına karşın, Karadeniz’e bir “kısrak başı” gibi uzanır. Bu konum ona, özel bir güzellik katarken, aynı zamanda ideal bir Koloni Kenti de yapar.
Antik çağdan beri parlak ve yoğun bir ticari ve kültürel yaşantıya sahip olan Sinop, bu niteliğini Bizans, Selçuklu, Candaroğlu ve Osmanlı yönetimlerinde de sürdürmüş, ayrıca kale ve tersanesi ile bölgenin en önemli askeri üslerinden biri olmuştur. Bu durumunu Sinop Baskını ‘ndan sonra kaybetmeye başlayan kent, sur dışına güneydoğu yönde azınlık yerleşmeleri ile batıya doğru ise yönetim ve eğitim gibi kamu hizmetleri yerleşmesiyle çıkmıştır. Merkezini yürüyerek gezmeniz gereken Sinop’ta şehiriçi ulaşım yolları, temelleri Antikçağ ‘da atılmış bir geometrik yapı özelliğine sahiptir ve bunu halen daha korumaktadır. Birbirini net şekilde kesen dar sokaklara günümüzde yapılmış yüksek beton binalar göze hoş görünmüyor, onların aralarında direnmeye çalışan ahşap 2-3 katlı Sinop evleri ise nefes almamı sağlıyor.
SİNOP ADI NEREDEN GELİYOR?
Sinop adının ilk kez nereden türediği ve son biçimini nasıl aldığı üzerinde çok efsaneler anlatılmıştır. Bu söylentiler arasında en popüler olanı Sinope’nin Irmak Tanrısı Osopos’un kızı olduğu ile ilgili olandır. Efsaneye göre Sinope Irmak Tanrısı Osopos’un güzeller güzeli kızıymış. Birgün Tanrılar Tanrısı Zeus kendisini görmüş ve o anda aşık olmuş. Zeus bu, gönlünü kaptırdığı kızı elde etmek için yapmadığı her şeyi yapmaya hazırmış. Sinope, Zeus’un bile başını döndürecek bir güzellikteymiş. Eli ayağı, dili dudağı dolaşmış Tanrılar Tanrısının, Sinope’ye aşkına karşılık her istediğini yapacağını söylemiş. Korku içindeki genç kız Zeus’a, her istediğini yapacağını yalnız kendisine dokunmamasını söylemiş... Tanrılar Tanrısı, sözüne sadık kalmış ve Sinope’yi alıp en sevdiği yerlerden olan Karadeniz’in cennete benzeyen yemyeşil kıyılarına bırakmış, yani bugün Sinop ilimizin bulunduğu doğa harikası yere…
Biz de işte böyle bir bahar gününde gitmiştik meşhur Sümela’ya. Sislerin arasından bir görünüp bir kaybolan ve onu ziyarete giden misafirlerinin gönüllerini de hapseden manastır; taş yığınlarında insana asırlar öncesinin sıcaklığını sunan; her dokusu tarih, her adımı inanç kokan kutsal bir mekân. Maçka’nın Altındere Vadisi’nde yükselen Karadağ’ın eteklerindeki kayalıklardan selamlıyor patika yolda ona doğru gidenleri.
Altındere Vadisi’nden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan Manastır, bugün bile insanoğlunu dünya işlerinden el çektirebilecek kadar kuvvetli bir mistik atmosfere sahip.
Meryem Ana adına kurulan manastırın Sümela adını siyah anlamına gelen melas sözcüğünden aldığı söyleniyor. Bu ismin manastırın kurulduğu koyu renkli Karadağlar`dan geldiği (mela oros) olduğu söyleniyor. Yaz mevsimin son sıcak günlerinde, sizi bu pazar Trabzon’un simgelerinden biri olan Sümela Manastırı’na götürüyorum.
MİNİBÜSÜ TERCİH EDİN
Manastır bölgesine kendi aracınızla ulaşmaya çalışmaktansa Maçka’dan bineceğiniz, yol boyu Karadeniz müzikleri çalan minibüslerle gitmek gerek. Minibüsten indikten sonra da belli bir mesafeyi yürümek gerekiyor. Manastıra ilk girişte, yamaca yaslanmış durumdaki büyük su kemeri dikkat çekiyor. Çok gözlü olan bu kemerin büyük bölümü restore edilmiş durumda. Manastırın ana girişine ulaşabilmek için ise dar uzun bir merdivenden ilerlemek gerekiyor. Giriş kapısına ulaştığımızda muhafız odalarını görüyoruz. Buradan bir merdivenle iç avluya iniliyor. Sol tarafta kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli binalar bulunuyor; sağ tarafta ise kütüphane. Tavandaki süslemeler, sanata hayranlığı, inanca saygıyı uyandırıyor içimizde.
AZİZİN ÇİZDİĞİ KUTSAL İKONA
Paylaşılan karelerle bazen acımazsızca eleştirilen bazen de yüceltilen bu doğa harikası göl hakkında o kadar çok şey yazıldı çizildi ki, adeta efsane oldu. Efsanelerle yaşamaya başlayan göle ziyaretçi yoğunluğu da artmaya başlayınca ve en sonunda Orman Bakanlığı ciddi şekilde gölün durumuna el attı. Geçtiğimiz hafta sonu Salda Gölü’nü tekrar ziyaret etme, son durumunu görme fırsatım oldu. Bundan 7-8 sene önce göle ilk uğradığımda daha bakir, kendi halinde bir göl ile tanışmıştım ama her doğal güzellikte olduğu gibi burada da karşıma çıkan çöpler beni üzmüştü.
TEMİZ VE DÜZENLİYDİ
Beni üzen, göl civarındaki piknik alanları ve kumsalındaki çöp yığınları, çöp bidonlarından taşmış dökülmüş, sağa sola atılmış piknik artıkları ve meşrubat şişelerini bu ziyaretimde bulamadım, aksine göl ve çevresini çok temiz ve düzenli buldum. Gölde karşılaştığım ziyaretçi sayısındaki artış, bakanlığın göl çevresinde yaptığı düzenlemeler sonrası yaya olarak girmek isteyenlerden bile para alması onca kıyamet gürültüden sonra normal karşıladığım bir durumdu. Değişen iklim şartları, dünyanın her yerinde ve ülkemizde yakın zamanda yaşadığımız büyük orman yangınları, hafta içinde yine ülkemizin Batı Karadeniz bölgesinde yaşadığımız sel felaketi, can kayıpları doğa ile mücadelemizin bundan sonra çok kolay olmayacağını gösteriyor bize. Bu noktada Salda ve benzeri göllerin korunarak geleceğe taşınması çok önemli.
SALDA GÖLÜ’NÜN ÖZELLİKLERİ
Yıllardır kendi halinde dururken birden ön plana cıkan Salda Gölü, Burdur’un Yeşilova ilçesinin kuzey batısında, ilçe merkezine 4 km. uzaklıkta, ormanla kaplı tepeler, kayalık araziler ve küçük alüvyonal ovalarla çevrili hafif tuzlu tektonik bir göl. Göller Bölgesi içinde yer alıyor ve 185 metreye varan derinliği ile Türkiye’nin birinci, dünyanın üçüncü en derin gölü unvanına sahip.
Aslında Eğirdir ilçesi Isparta ilinin, hatta Göller bölgesinin turizm merkezi olarak gösteriliyor. Tarihi zenginlikler, doğal güzellikler açısından büyük bir potansiyele sahip Eğirdir Gölü nün ve bölgenin doğal güzellikleri her yıl artan sayıda yerli ve yabancı turisti ilçeye çekiyor fakat Eğirdir’e gelenlerin çoğu günübirlik ziyaretçiler veya geçerken uğrayanlar. Bunda ilçede konaklama tesislerinin yetersizliği gösterilebilir, turistik tesisler ve ev pansiyonculuğu ilçeye gelen turistleri ağırlayacak kapasitede fakat eski, son yıllarda bu konuda çok az yatırım var.
İKİ YÖNLÜ TURİZM
Hal böyle olunca Eğirdir İlçesi yönünü iki önemli iç turizm kaynağı; Eğirdir Kemik Hastalıkları Hastanesi, diğeri ise Dağ ve Komando Okulu ‘na çevirmiş durumda . Kemik Hastalıkları Hastanesi ülkemizde çapında ün salmış olup, yurdun her köşesinden tedavi amacıyla hastalar ve refakatçileri gelmektedir, ülkemizin meşhur askeri birliği olan Dağ ve Komando Okulu iç turizmi olumlu yönde etkileyen bir kaynak.
Eğirdir turizmini olumsuz etkileyen bir başka konu son yıllarda sürekli olarak basnda çıkan gölün sularının azaldığı, çekildiği veya kirlendiği yönünde haberler. Ben geçtiğimiz hafta bölgeden geçtim, Eğirdir’den ayrılırken özellikle Barla-Senirkent yolunu takip ettiğim için gölün halen daha bakir bir çok bölgesine ve doyumsuz güzelliğine bir kez daha tanık oldum. Şunu söyleyebilirim ki Eğirdir gölü çevresinde yoğun bir nüfus ve sanayi olmadığı için halen daha çok şanslı.
FARKLI BALIKLAR VAR