Hürriyet’in internet sitesinde ilginç yazıları ve yorumlarıyla tanınan yazarımız Serdar Devrim, Otoyaşam’ın sadık okuyucularından biriymiş.
Bunu, geçenlerde köşesindeki bir yazıdan öğrendim. Devrim, Otoyaşam’da okuduğu bir yazıdan öyle çok etkilenmiş ki kabus görmüş. Devrim’in kabus görmesine neden olan yazı; Paris’te her yıl kutlanan ‘direksiyonda kibarlık günü’ ile ilgiliydi. Serdar Devrim’den verdiğimiz rahatsızlık için özür dileyerek, yazısını (kabusunu) yerimiz elverdiği ölçüde biraz kısaltarak sizlerle paylaşıyoruz. Devrim’in yorumuyla İstanbul’da trafikte herkesin kibar olduğu bir gün nasıl olur? İşte buyurun...
AMAN NE KABUSTU
‘Geceyarısı kan ter içinde uyandım. Yatağım, yorganın sırılsıklam. Kimbilir nasıl debelenmişim, nasıl bağırmışım ki, çoluk çocuk başucuma toplanmış. Ne kábustu Tanrım!..
Günün hararası gürarası arasında vakit ayıramadığım kimi güzel ekleri, dergileri gece yattığım yerde oku...maya çalışıyorum. Bizim Ufuk’un (Sandık) elinden çıkan OTOYAŞAM eki de bunlardan biri. Doğrusu meraklı değilimdir öyle otomobile motomobile, ama ilgiyle okuyacağım bir iki yazı mutlaka buluyorum her sayısında.
Geçenlerde...
Sabah evden çıkıyorum, arabamla.
Apartmanın merdivenlerinin tam da dibine, insanların kapıdan çıkışını engelleyecek şekilde park eden bir araba ... yok bugün, Allah Allah!?
Direksiyona oturuyorum, bizim ara sokaktan ana caddeye çıkacağım... sağdan gelmekte olan kocaman, siyah cip zınk diye frene basıp duruyor. Sürücüsü geniş bir gülümsemeyle bana ‘Buyrun, yol sizin!’ diye işaret ediyor. Hemen yürümüyorum tabii, bir puştluk vardır işin içinde, yoksa niye bana yol versin ki, babamın oğlumu? bekliyorum, ben ona bakıyorum o bana... Bir kere daha ‘Buyurun, buyurun’ deyince, teşekkür filan etmeden ilerliyorum, ne teşekkür edeceğim lan, verdiği yol babasının malı mı kavatın!
Her gün, Hakkı Şehithan Caddesi’nin iki yanına araçlar park eder. Sol tarafta, değil park, durmak bile yasaktır, ama millet arabasını vardı da şeyine mi, garajına mı sokacaktı, bir yere park edecek elbet. Bu kadar apartmana ruhsat verirken düşünselerdi değil mi, kapımın tam önüne park ederim abi, tıpkı Trio adlı ‘heyir dresser’e gelen BMW’li, spor Peugeot’lu sosyetik hanımlar gibi, onlar da, üç adım yürüyecek değiller ya, kuaförün tam kapısının önüne park edecekler elbet, zaten polis de ses etmez, ‘anlayışla’ karşılar Trio’yu!!!
Bugün, yol boyunca park etmiş tek bir araç bile yok!
İçimde bir sıkıntı hissetmeye başlıyorum ağır ağır, bir tuhaflık var bu işte ama, hayırlısı...
Normalde, bizim tarafa yeşil yandığında:
(1) Diğer yönden gelen arabalar, ‘yeni kırmızıya geçmiş ışıkta geçmenin bir mahsuru yoktur’ diye düşünürler. Onun için, size yeşil de yansa, önce yola bir bakmanız gerekir, öbürleri kırmızıda durmuş mu diye, öyle hemen yürünmez.
(2) Ve daha yeşil yandı yanmadı, arkadan öküzün biri ‘Dıt’ diye bir kornacık çalıverir, gaz kaçırır gibi. Eğer müteakip 2 saniyede fırlamazsanız, artık sunturlu bir ‘Dıııııııııııt’ hak etmişsiniz demektir.
Aaa, bu kez karşı yönden gelenler araçlar daha sarıya geçerken zınk diye duruyor. Ve benim geç harekete geçmeme rağmen, arkamdaki taksi korna çalmıyor.
Ulan ne oldu böyle bizim millete?
Tam bu sırada, ben yayalara bakayım derken, önümde frene basan Mercedes’in tamponuna lak diye bindiriyorum. Siyah, füme camlı uzun kasa Mercedes’in kapısı cart diye açılıyor, içinden temiz tıraşlı, siyah takım elbiseli, siyah gözlüklü, iri yarı bir adam iniyor, süratle bana doğru geliyor, benim kapımı açtığı gibi...
- Beyefendi, bir yerinize bir şey olmadı inşallah değil mi?
- Yok Allah’a şükür, ama galiba fren lambanızı kırdım, diyorum titreyerek. Normalde, herifin, annemle ilgili fantezilerini sıralarken bir yandan da bana ‘Önüne baksana lan davar, görmedin mi lan koca arabayı!’ demesi gerekmez miydi belindeki tabancaya davranaraktan...
- Canınız sağ olsun, diyor beriki. Can yanmasın da, araba kolay...
Ben de iniyorum arabadan, el sıkışıp kendimizi tanıtıyoruz, birbirimize geçmiş olsun diyoruz.
Aman Serdar, oğlum, n’oluyosun lan, sen de mi incelmeye başladın?
Trafik polisini arıyoruz, zabıt tutturmak için. Dakika geçiyor, geçmiyor, ana, o ne, bir ekip geliyor hemen.
Pırıl pırıl bakımlı bir trafik aracından, pırıl pırıl bakımlı iki memur çıkıyor. Arabadan inerken kasketlerini geri atmadıkları gibi, gömleklerini pantolonun içine de tıkıştırmıyorlar, zaten ağızlarında cigara da yok...
Ulan bu ne biçim polis? Bizden olmadığı kesin de...
Yanlış bir memlekette olmayayım ben? İşte bu anda bir panik başlıyor bende...
- Geçmiş olsun beyler, diyor polis memuru, canı yanan olmadı inşallah!
Tam bu anda ben çığlığı basmışım. Ben İstanbul’da uyumuştum, sabah nerede uyandım Yarabbi? Bu medenó memleket neresi, bu medenó insanlar kim? Ben neredeyim, size neler oluyor canım, bana neler oluyor?
- Beni vatanıma geri götürün! İnsanlarımı geri verin... diye bağırıyordun rüyanda baba!
Ohhhhh, şükürler olsun Yarabbim, sadece kötü bir rüyaymış, ulan topluca inbeleştik zannettiydim iyi mi!
VE BU RÜYANIN SUÇLUSUNU DA BULDUM: UFUK SANDIK
Dedim ya, bazı güzel eklere gündüz vakit olmuyor, gece yattığım yerde keyfini çıkarıyorum diye. O gece de bizim OTOYAŞAM’da Ufuk’un ‘KİBAR SÜRÜCÜ GÜNÜ’ yazısını okuduktan sonra başıma gelmiş bu felaket, kábusumun sebebi Ufuk’muş meğer...
Ufuk aşağıdaki yazısını ‘sanırım İstanbul’da bunu 365 güne çıkarmak gerekli’ diye bitirmiş. Ben de, yaşça büyük ve bu sebepten Türkler ve Türkiye hakkında daha tecrübeli bir abisi olarak diyorum ki, ‘Zinhaaaar! Türk şoförlerini, bırak senenin 365 günü, bir gün böyle jantil olmaya mecbur bıraksan, ertesi gün hepsi kafesi açılmış ayılara döner, kan gövdeyi götürür alimallah!’