İki gün önce bu sütunda “Böyleyse vahim” başlıklı bir yazı yazdım: İktidarın anayasa taslağında milletin egemenlik yetkilerini “seçilmiş temsilciler eliyle” kullanacağı belirtiliyordu. Halbuki yargı erki de bir egemenlik yetkisiydi. Yargıyı “egemenlik” yetkilerinin dışında saymak çok vahim olurdu...
Yazımı şöyle noktalamıştım:
“Egemenlik kavramını Meclis çoğunluğuna indirgemek hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ilkelerinin felsefi temelini yok eder.”
YARGININ EGEMENLİK YETKİSİ
Elbette olur. Hukuki yorumlarda aralarında görüş farkları da olur. Fakat “çoğulcu demokrasi” kavramını benimsiyorlarsa, bunun olmazsa olmaz temel ilkeleri vardır. Bunların başında kuvvetler ayrılığı, bağımsız ve tarafsız yargı, temel hak ve hürriyetler gelir.
Bu ilkelere göre, “seçilmişler” ülkeyi yönetirler, kanun yaparlar ama hukuka uymak zorundadırlar. Bunun denetimini de bağımsız yargı sağlar. Yargı da tıpkı yasama ve yürütme gibi bir egemenlik yetkisidir.
DÜNKÜ ZAMANLAR
Demokrasi tarihinde bütün başarılı anayasalar mutabakatla hazırlanmıştır. Ama bizde bu olmadı maalesef.
Şimdi iktidarın kendi taslağını Meclis’e sunmasına söylenecek söz yoktur.
Bunun siyasi propaganda için hayli yarayışlı olacağı bellidir: Ülkesi için anayasa taslağı hazırlayan bir iktidar, ama bir taslak bile hazırlayamayan muhalefet partileri!... İktidarın propaganda makinesi bunu çok işleyecektir.
Onun için ciddiye almak ve objektif gözle irdelemek lazım.
EGEMENLİĞİN KULLANILMASI
1919, Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olan Osmanlı’nın işgal edildiği, paylaşılmak üzere Paris Barış Konferansı’nda masaya yatırıldığı yıldır.
İngiltere Başbakanı Lloyd George’un “Türkiye öldü, en ağır ceza Türklere verilecek” diye konuşması 1919’daki felaketlerin özetidir.1920 ise zaferin ve yeni devletin dayanağı olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış yılıdır.
1918’in son aylarından itibaren gelişen milli direniş cemiyetleri özellikle işgal tehdidi altındaki Doğu Anadolu, Batı Anadolu ve Trakya’da yaygınlaşmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa’da siyasi ve askeri liderini bulan Milli Hareket, Erzurum ve Sivas kongrelerinin ardından 23 Nisan 1920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açacaktır.
Gerçekten terörle mücadele için polisiye tedbirlerin yanında milli dayanışmanın önemini kimse inkâr edemez. Fakat bunun sırf çağrılarla başarılması zordur.
Öncelikle ülkede bağımsız ve tarafsız olduğuna her kesimin güvendiği bir yargı lazım. Siyasi ilişkilerin yumuşaklığına ve birlikte davranabilmeye alışılmış olması lazım... Sert kutuplaşmalar bunu engeller.
Bir toplumun “biz” duygusuna ulaşmış bir “millet” haline gelmesinde birçok faktör vardır, bunlardan biri kendisini yöneten devletin kurumlarına ve adaletine güvenebilmektir. O zaman dayanışma daha kolay olur.
Batı nice kanlı kavgalardan sonra bugünkü hukuk ve siyaset kalitesine, dayanışma duygusuna ulaşabildi.
YARGIYA EMİR VE BASKI
Telefon, trafik, her türlü iletişim ve ulaşım felç oldu.
Fail tabii ki IŞİD’dir!
Herhalde Fransa ve Belçika’nın “gevşek ve aptal” olduğu, bu yüzden tedbirsiz yakalandıkları söylenemez. Bu “gevşek ve aptal” lafı Amerika’da “yükselen yıldız” Trump’a ait!
Fransa ve Belçika terör konusunda çok tedbirliydi. 13 Kasım’da Paris’te yine eşzamanlı eylemlerle, yine IŞİD tarafından 127 masum insan öldürülmüş, Fransa’da olağanüstü hal ilan edilmişti. Eylemi yapanlardan Salah Abdeslam 17 Mart’ta Brüksel’de yakalandı. Beş gün sonra bu son büyük terör eylemi yapıldı!
OTORİTER EĞİLİMLER
Belli ki istihbarat ve emniyet iyi çalışmış, Abdeslam’ı bulmuş. Fransa ve Belçika’nın
“24 yaşındaki üniversite öğrencisi Seher Çağla Demir neden bu eylemi yaptı? Kürtlerin iradesine yönelik saldırılara bir tepki olarak anlamak lazım.”
Peki, Diyarbakır’da, Suruç’ta ve Ankara Tren Garı önünde IŞİD’in gerçekleştirdiği canlı bomba eylemlerini nasıl “anlamak lazım” acaba?!
Karayılan’ın bu sözlerini son derece önemsememin sebebi, kör ideolojik bağnazlığın insani ve ahlaki değerleri nasıl yok ettiğini çok ‘veciz’ şekilde göstermesidir.
Bu sadece Karayılan’ın zihniyeti değil. HDP’nin tavrında da aynı çarpık zihniyeti ve gayriinsani davranışı görüyoruz: Diyarbakır, Suruç ve Ankara Garı önünde IŞİD’in yaptığı caniyane eylemlere şiddetle karşı çıktılar, günlerce kınadılar...
Fakat aynı caniyane eylemleri PKK’lılar yaptığında ya sustular ya buz üzerine yazı yazar gibi birkaç laf edip geçiştirdiler.
Yüreğim en çok da 2.5 yaşındaki Asya Başaran için yandı. Küçücük bedeniyle şu anda yoğun bakımda hayat mücadelesi veriyor.
Annesi ve babasıyla 7 yaşındaki ablası Elçin yaralandılar, çok şükür hayati tehlikeleri yok. İnşallah minik Asya’mız da kurtulur.
Bebekleri bile öldürmek, Türkiye’de PKK’nın 1984’teki ilk eylemlerinden itibaren gördüğümüz bir vahşet türü.
Yıkım psikolojisi ve uyguladıkları vahşet bakımından PKK ile IŞİD’in ve THKP-C’nin farkı yok.
PKK’ya sempati duyan Kürt milliyetçilerinin itirazlarını duyar gibiyim. Kürt halkının kurtuluşu diyeceklerdir.
Fakat öbürü de Müslümanların kurtuluşu diyebilir; Gazze’deki İsrail zulmünden bahsedebilir. Zaten ülkemize turist olarak gelen İsrailli masum Yahudi turistleri izleyerek patlatmış kendisini...
Marjinal sol terörist de “emperyalizmle mücadele ettiğini” söylüyor.