Tarihin en başarılı liderlerinden, dünyaca ünlü imparator Napolyon Bonapart’ın aslında çok bilinmeyen bir özelliği daha var: Gıda sektöründeki etkisi bugün hala süren bir buluşa aracılık etmiş olması. Napolyon 1795 yılında, yüzyıllardır çözülemeyen “gıdayı uzun süre saklayabilme” sorununa çözüm bulacak ve böylece ordusunun düşmanları karşısındaki gücünü artıracak kişiye 12.000 frank ödül vereceğini duyurdu.
Bu sorunun çözümünü yaklaşık 10 yıl sonra, Fransız şekerlemeci Nicolas Appert buldu. Appert’ın Gıda maddelerini hava almayan kavanozların içine koyarak ısıtmak, kaynatmak ve yine hava almayacak şekilde saklamak üzerine kurulu sistemi bugün, gıdaları taze tutmamızı sağlayan konserve teknolojisinin atası oldu. Halen Appert’in anısına, bu işleme “apertizasyon” dendiği de oluyor.
Appert’in bu basit yöntemi hızla yaygınlaştı ve ilk patenti İngiliz tüccar Peter Durand tarafından teneke kutuda uygulanmış haliyle alındı ancak halen seri üretimde kullanılamıyordu çünkü kutuların açılması çok zordu. Burada devreye başka bir girişimci, İngiliz Robert Yeates girdi ve konserve açacağını icat ederek bu sorunu çözdü.
Gıda sektörü tarih boyunca, tüketici ihtiyaçlarına yanıt vererek ve onların sorunlarına yenilikçi çözümler üreterek ilerledi. Örneğin en başta askerlerin gıda ihtiyaçlarını kolay ve hızlı bir şekilde karşılamak için üretilen hazır gıdalar, sonrasında herkes için üretilmeye başladı. Hızlı, ucuz ve zahmetsiz gıdanın önemini kavrayarak en başarılı girişime imza atanlardan biri, McDonald’s’ı kuran Richard ve Maurice kardeşler oldu.
24 Haziran’da yapılacak genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde de ülkemizde alıştığımız coşkulu hava hâkim. Seçmenlere yönelik vaatler, sözler, projeler birbirini kovalıyor. Bu yıl farklı ve son derece olumlu olansa, önceki seçimlere kıyasla girişimciliğin, dijital dönüşümün ve eğitimin çok daha fazla gündeme gelmesi, vaatler arasında öncelikli bir yer tutması. Tüm adaylar, ardı ardına gelen vaatlerin tetiklemesiyle girişimciliği ve teknolojiyi ayrıcalıklı bir konuma oturtmuş gibi görünüyorlar. Bu oldukça sevindirici bir gelişme. Girişimcilik ruhunun ülkemizde büyümesi ve yaygınlaşması açısından uzun vadede daha da fazla fayda yaratacak bir süreç yaşıyoruz.
Son aylarda seçim takvimleri yoğun olan spor kulüplerinin de uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmek için girişimcilik ve teknoloji kültüründen önemli ölçüde faydalanılacağı anlaşılıyor. Büyümek, uluslararası ölçekte rekabet etmek ve lider olmak isteyen kulüplerin teknoloji ve spor girişimciliğinden daha fazla pay almak için en az yeşil sahalardaki kadar sert bir rekabetin içerisinde.
Deloitte’un yaptığı bir çalışma, spor sektöründe 2018’in en önemli 6 trendini sıralıyor:
- Taraftar güvenliği
- Yenilikçi taraftar ve bilet paketleri
- Yeni nesil taraftarlara ulaşabilmek için dijital ve sosyal kanallara daha fazla yatırım
Son dönemlerde yabancı web sitelerini ziyaret ettiğinizde karşınıza kullanıcı sözleşmelerinin güncellendiğini belirten bildirimler çıkıyor mu? “Çerez” kullanımı uyarılarıyla karşılaşıyor musunuz? Veritabanında bulunduğunuz firmalardan size gizlilik sözleşmelerinin yenilendiğini bildiren e-postalar yağıyor mu?
Yanıtınız muhtemelen “evet, son dönemlerde çok arttı” olacaktır. Sebebini bilmeyen ve endişe duyanları hemen rahatlatalım. Bu kişisel mahremiyet seferberliğinin sebebi, 25 Mayıs’ta Avrupa Birliği çapında yürürlüğe giren bir düzenleme. AB Genel Veri Koruma Yönetmeliği, yani kısa adıyla GDPR. GDPR, Avrupa Birliği vatandaşlarına kişisel verilerinin kullanımıyla ilgili daha fazla kontrol, seçim ve hak tanımayı hedefleyen uyumluluk standartlarını belirliyor.
GDPR, temelde bir AB düzenlemesi olsa da AB vatandaşlarının verilerini elinde bulunduran tüm işletmeler için bağlayıcı olacak ve 1998 yılında yürürlüğe giren Veri Koruma Yasasının yerini alacak. Yönetmelik yükümlülüklerine uymayan işletmeler 20 milyon avroya ya da şirketin yıllık cirosunun %4’üne kadar varan cezaları ödemek durumunda kalacaklar.
Düzenlemenin gerekçelerinden en öne çıkansa, Facebook’un kurucusu ve CEO’su Mark Zuckerberg’i ABD Senatosu’nun önünde ifade vermeye zorlayan Cambridge Analytica skandalı. Bu skandal, Facebook’un kullanıcı verilerinin Cambridge Analytica adlı analiz şirketi tarafından özellikle siyasal seçim kampanyalarında manipülasyon amaçlı kullanılmasının anlaşılmasıyla açığa çıkmıştı.
Geleceği hayal edin çünkü hayaller geleceğe açılan kapılardır. Hayal etmekten ve yaratıcı fikirler ortaya koymaktan ve bu kapılardan geçmekten hiç çekinmeyin. Gelecek, hayal kurmak ve onları gerçekleştirmek üzere harekete geçenlerle şekilleniyor.
Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da Leonardo Da Vinci’nin oldukça geniş çaplı bir sergisi vardı. Brüj’deki prömiyerinin ardından dünya turuna ilk olarak İstanbul’dan başlayan sergi oldukça ilgi gördü. Hatta yoğun ilgiden sergi süresi bile uzatıldı. Bu oldukça sevindirici bir durum. Sergide Da Vinci’nin orijinal eskizlerinden yola çıkılarak oluşturulan 100 replikasıyla birlikte orijinal el yazması, tablo ve çizimlerinin de dâhil olduğu 200’e yakın eseri yer alıyordu.
Da Vinci olağanüstü bir ressam olmasının yanı sıra geleceği öngörme konusunda oldukça başarılı isimlerden biriydi. Örneğin; 1483 yılında piramit şeklinde tasarladığı paraşüt eskizinde, eğer birisine alt kenarları ve yüksekliği 11 metre uzunluğunda piramit şeklinde zamklı keten kumaş tedarik edilirse, o kişinin herhangi bir yükseklikten yara almadan iniş yapabileceğini yazmıştı. 2000 yılında Adrian Nicholas, Da Vinci’nin öngördüğü tasarımla hazırlanan paraşütle atlayan ilk kişi oldu. Tam beş asır sonra Da Vinci’nin düşüncesinin haklılığı ortaya çıkmış oldu.
Tüp kullanımı dışında neredeyse her ayrıntıyı düşündüğü ve tasarladığı dalgıç kıyafetinden helikoptere ve hatta ilk insansız taşıta kadar hayatımızda olan pek çok şeyin eskizini çizdi Da Vinci. Elektroniğin bile keşfedilmediği bir dönemde insanlar gibi hareket eden robotlar hayal etti. 2002 yılında NASA’nın bir projesi için uzayda çalışacak robotların bu modellerden esinlenerek yapılmaya çalışıldığı yazıldı çeşitli haber sitelerinde.
Yılın henüz ikinci ayının başlarıydı. 2018’e yepyeni umutlarla girmiş, insanlık tarihinin bir başka sayfasını açmanın verdiği heyecan henüz çok tazeydi. Türkiye’de akşam saatleriydi ve hem televizyon kanallarında hem de sosyal ağlarda daha önce pek görmeye alışık olmadığımız türden bir haberin VTR’leri dönüyordu.
Görüntüde vişne renginde bir elektrikli otomobil vardı. Bu otomobil alıştığımız gibi asfalt bir yolda değil, uzay boşluğunda süzülüyordu. Sürücü koltuğunda astronot kıyafetleri giydirilmiş bir kukla oturuyor, görüntünün arka planında ise David Bowie’nin Space Oddity parçası çalıyordu. Aracın rotası Mars gezegeniydi.
Bu büyüleyici görüntünün kaynağını artık hemen herkes biliyor. Elon Musk’ın kurucusu olduğu SpaceX şirketinin tasarladığı, dünyanın en güçlü roketi Falcon Heavy, yine Elon Musk’ın kurduğu Tesla şirketinin elektrikli otomobilini Mars’a göndermişti. Bu büyük olayın daha da büyük bir yansımasıysa Falcon Heavy’i ateşleyen üç itici roketin ikisinin dünyaya sağ salim dönüş yapması ve yeniden kullanılabilecek olmasıydı.
1969 yılında Neil Armstrong’un Ay yüzeyindeki o meşhur yürüyüşünü seyredenler gibi biz de bu tarihi olaya tanıklık ettik. Fakat önemli bir fark vardı. 1960’lardaki uzay yarışının baş aktörleri devletlerdi. Soğuk Savaş’ın o gergin atmosferinde dünyanın iki bloğu, bu yarışta önde gelebilmek için ardı ardına teknolojik yeniliklerle çıkıyorlardı dünya sahnesine.
Üniversiteyi bitiriyorsunuz, tüm hayatınız önünüzde. Ufuklarda baş edemeyeceğiniz bir sorun yok. Türkiye’de ve yurtdışında ilk işiniz için başvurabileceğiniz sayısız muhteşem şirket var.
Bir de kimsenin ismini duymadığı startup şirketleri var. Büyük hayalleri olan şirketler…
Ne yapardınız?
– Babanıza sorarsanız, birkaç hafta içinde büyük şirkette başlarsınız.
– Büyükbabanız iki alternatifi de beğenmeyip, devletten daha iyisi yoktur diyebilir.
Sert bir başlık, değil mi? Ama doğru. Aslında kimsenin umurunda değilsiniz. Ne zaman tanımadığınız insanlar sizi umursamaya başlıyor? Başarılı olduğunuz zaman… O zaman başarılı olmak gerekiyor dediğinizi duyuyorum.
Ama bu başarıyı sadece para ve makam üzerinden tanımlamadan başarılı olmamız gerekiyor.
Öncelikle ne yapıyorsanız, bu işi çok iyi yaptığınıza emin olun. Yapamıyorsanız, belki başka bir iş aramanız gerekebilir. Ama bir işi en iyi şekilde yapmak, şüphesiz başarıya giden ana yol. Ve yaptığınız iş ne olursa olsun- portakal yetiştiriyor ya da bir yatırım bankasında çalışıyor olabilirsiniz- en iyi şekilde yaparsanız, bunun müthiş bir geri dönüşü oluyor, beraberinde muazzam bir değer getiriyor. Ancak dünyada “en iyi” olmak tabi ki kolay değil.
Başarılı olmak için kısa yollara başvurmayın. Bu çok önemli – bu sizin kendiniz için inşa ettiğiniz temeli oluşturuyor. Kısa yollara girmemek nasıl oluyor? Öncelikle size anlatılanlara hemen inanmayın. Araştırın, sorgulayın. Karşınızda sizden iki kuşak büyük biri de olsa, sadece onun dediğiyle sınırlı kalmayın. Onun dediklerini de araştırın, sorgulayın. Bu sürecin size katacağı gücü uygulamaya başladığınızda anlıyorsunuz. İkinci önemli unsur ise “az bilgi ile fikir sahibi” olmayın. Emin olun, “az bilgi ile fikir sahibi” olduğunuz zamanlar, mutlaka ama mutlaka bunu diğer insanlar anlıyor. Tabii kimse bunu sizin yüzünüze vurmuyor. Etrafınızda oluşan sessizlikten anlamanız gerekiyor. Ama bilgiye dayanarak konuştuğunuzda, insanlar size saygı duymaya başlıyor. Etrafınızı bir filarmoni konserinin çeşitliliği şeklinde bir müzik kaplıyor. Bilginin sizi alçakgönüllü yaptığını, cehaletin ise kibirli ve gururlu yaptığını hep hatırlayın.
Lise yıllarım tenis oynayarak geçti. Haftada dört beş kere üyesi olduğum tenis kulübünde antrenman veya başka kulüplerle maç karşılaşmaları derken, zaman akıp gidiyordu. Doğal olarak sosyal çevremin ciddi bir bölümü tenis oynuyordu. Tenis dışında da zamanımın bir bölümünü bu insanlarla geçiriyordum. Bunların arasında bir kişi bıraktığı etki ile diğerlerinin önüne geçiyordu: tenis koçumuz. Kulüpteki tüm takımları çalıştırıyordu. Yaşı 50’ye dayanmıştı. Sanırım tenis dışında hiçbir meslek eğitimi yoktu ve hatırladığım kadarıyla hayatı boyunca tenis koçu olarak çalışmıştı. Akşamları maçlar veya antrenman bittikten sonra gençlerle vakit geçirirdi. Sohbeti gayet keyifliydi, çok sevilirdi.
Tenis koçu dediğime bakmayın. Görünürde tenis koçuydu ama aslında bir filozoftu. Yorumları, anlattıkları, hikayeleri etki bırakıyordu. İnsanları etkilemek istiyor muydu, ondan bile emin değilim ama etki bırakıyordu. Her türlü olaya mutlaka bir yorumu oluyordu.
Ondan öğrendiğim ve bugüne kadar uyguladığım iki davranışım var. Alışkanlık haline getirdiğim bu davranışları neden yaptığımı sorguladığımda tenis koçumdan etkilenmiş olduğumu fark ettim.
Aldığım birinci ders hayatın büyük ve önemli noktaları üzerineydi: Malum, tenis oynarken Anglosakson sisteminden kaynaklı biraz garip bir puan toplama sistemi vardır. İlk puanı alan 15-0 öne geçer, ikinci puanı alırsanız 30-0 olur. Üçüncü puan ise 40-0 düzeyine getirir. 40 puana ulaştıktan sonra aldığınız puan size oyunu kazandırır (bir set almak için 6 oyun kazanmanız gerekir). Koç bize hep oyunu aldığınız puanın “büyük puan” olduğunu anlatırdı. Yani 15-0 öndeyken, bir puan daha alırsan 30-0 olur veya alamazsan 15-15 olur ve hayatın değişmez derdi. Asıl 40 puana ulaştıktan sonra oyunu kazananın büyük puana ulaştığını söylerdi. Hayatınızda küçük puanları kazanabilirsiniz veya kaybedebilirsiniz. Bu durum çok büyük farklar yaratmaz. Öte yandan, büyük puanları kazananlar şampiyonluklara oynar veya daha genel söylemek gerekirse, hayatlarının akışlarını değiştirirler. Onun için hep büyük puanlara odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. Benim ana odak noktam bu. Tenis koçumun ben farkında olmadan bana öğrettiği oyun felsefesi sayesinde ekibimi ve kendimi bu büyük puanlara odaklayabiliyorum.
İkinci ders mücadele etmek ile ilgili. Her sporda olduğu gibi teknik yeteneğinizin olması gerekiyor. Örneğin futbolda top sürme kabiliyetiniz, basketbolda potaya şut çekme yeteneğiniz veya teniste vuruşlarınız. Bir diğer özellik ise mücadele etme yeteneğiniz. Son topu yakalayana kadar koşma, azim, hırs hepsi bu mücadele yeteneğinizi yansıtıyor. O zamanlar Boris Becker’in en parlak zamanlarıydı ve yetişemediği topları yakalamak için kendini nasıl yere attığına herkes gibi bende hayrandım. Filozof tenis koçumun öğretisi çok net ve basitti: Teknik yetenekler çok önemli ama çok mücadele eden biri her zaman teknik yetenekleri daha üstün birini yenebilir derdi. Bunun aksi çok ender olur. Mücadele olmadan teknik yeteneğiniz olsa bile, kazanmaktan uzak oluyorsunuz. Bu çok doğru bir tespit – onun için hep, çok çalışmanın ve mücadele etmenin önemine inanmışımdır. Bir işi bir defa iyi yapmanız bu işin uzmanı olduğunuz anlamına gelmez. Her gün yeniden mücadele etmek gerekiyor.
Bu iki dersin sentezi ise “çok çalışıp, büyük puanlara” odaklanmak oluyor. Benim derinden inandığım bir düşünce yapısı. Genç yaşlarda spor yapmanın, özellikle takım sporu yapmanın ve bunu rekabetin olduğu bir ortamda yapmanın faydaları diye düşünüyorum. Bir de koçunuzun ruh hali filozofluksa, hakikaten hayat için önemli şeyler öğrenebiliyorsunuz.