Paylaş
Aktif gazeteciliğimde temsilci, ya da haber müdürü iken andıç-mandıç yoktu sanırım.
Önemli toplantılara çağırdıklarında giderdik. Akreditasyon konusu 1980’lerden sonra uygulamaya konuldu. Bu açıdan sorumluluk aldığım dönemlerde askerlerle sıkıntım olmadı.
1980’lere kadar hatta daha sonrası askerlere yakın temsilci ve muhabirler olmadı mı?
Oldu, üstelik kadrolarına “askerlere yakın” gazeteci katmak patron, ya da genel yayın müdürleri için “tercih” nedeniydi. Adı “askerci”ye çıkmış nice elemanlar büyük gazetelere girmek için bu “gücü” kullanmışlardır. Hâlâ da vardır bu tip gazeteciler.
Bu kötü müdür?
Hayır kötü değil ama kendilerine “Benin askeri kaynaklarım vardır, o halde ben de güçlüyüm” süsü vermek etik değildir. Ne yazık ki bu tipler hâlâ revaçtadır ulusal basında ve tv’lerde.
Bu patronların meselesidir.
Çünkü gazete patronları “ne olur-ne olmaz” diye askerle patron ilişkisini kuracak eleman-muhabir-temsilci ihtiyacı duyarlardı. Bir gün gerekebilir diye olsa gerek.
Ne de olsa Türkiye’de 10 yılda bir ihtilal olduğu için patronların “savunma refleksleri” de bu şekilde devreye sokuluyor herhalde.
Meslek hayatımda ne siyasi ne de askeri haberlerime hiç bir zaman duygularımı karıştırmadım, ama kişisel olarak ihtilallere karşı oldum. Mesleğe başladığım günden beri de askerlere değil, ihtilallere karşı tavrım sürüyor. Köşe yazmaya başladıktan sonra da, askeri darbelere karşı yazdığım yazılar toplansa ciltler oluşur. Darbelere karşı olmak başka, askere muhalif olmak başka bir şey. Ben ihtilal karşıtı yazı yazdım ama hiç bir zaman fişlenmedim. Yazanların fişlendiğini de duymadım.
1980 sonrası askerler de kendileryle ilgili alana bakan, haber üreten ve toplantılara katılan gazete ve gazeteciler için haklı olarak önlem alma yoluna gittiler. Yeni bir keşif değildi bu.
Amerıka ve batıda da “akreditasyon” devreye sokulmuştu. Yani kendi alanlarına sokulacak medya mensuplarıyla ilgili bilgiler - açık veya gizli - toplanmaktaydı. Yani insanlar öyle “dingonun ahırına girer” gibi istediği an, istediği alana giremez demekti bu.
Doğruydu da.
Nitekim cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve dışişleri bakanlıkları alanlarında çalışan arkadaşlarımızın da “akredite” olmaları gerekiyordu. Ben 1960 sonrası önce dışişleri, daha sonra başbakanlık ve ardından TBMM muhabirliği için akredite olduktan sonra çok şeyler yaşadım. Hatırladıklarım var. Ama isim vermeme gerek yok. Devlet arşivlerine baksın meraklı olanları. Gazeteci ve yazar kisvesi altında olur olmaz zamanda, olur olmaz yerlere girip casusluk olaylarına karışmış, yargılanmış ve mahkum edilmiş meslekdaşlarımız oldu. Hatta herşeyi göze alıp, İçişleri Bkanlığı’na kadar sızmış gazetecilere dahi rastlandı. 1965 sonrası, bir sağcı gazete patronunun, İstanbul’dan gönderip TBMM’de göreve başlayan parlamento muhabirinin milletvekillerine uyuşturucu servisi yaptığı ortaya çıktı ama olay kamudan gizlendi. Muhabir süratle meslekdan ihraç edildiyse de hakkında yeterli araştırma yapılmadan Meclis’e alındığı için de TBMM başkanı suçlandı. Hepsi bu kadar.
Şimdi gelelim Türk Silahlı Kuvvetlerindeki akredite muhabirlere...
Yani sözü andaç konusuna getirelim.
Cihet-i askeriye, kendisini korumak, güvenilirliğini kaybetmemek amacıyla savunma refleksini harekete geçirmiş ve bazı gazetecileri kara listeye almış, ya da fişlemiş. Şimdi “nasıl olur” diye tartışmalar yapıyoruz televızyon ve gazetelerde.
Bence insaflı olmak gerek.
Bu tartışmada, cihet-i askeriyeyi “insanlara ayrıcalıklı muamele yapıyor”, gazetecileri “askere karşı- asker yanlısı” gibi sınıflandırıyor demek son derece yanlış. .
Hadi gidin bakalım, elinizi kolunuzu sallayıp Beyaz Saray’a girin. Ya da Pentagon’a.
Gazete veya televizyon patronu da, genel yayın yönetmeni de, Ankara temsilcisi de insandır ve askeri alanda görevlendirdiği muhabir için hata yapabilir. Genelkurmay’ı izlemekle görevlendirdiği muhabirin hakkında istihbarat yapılmasına ne karışır ki? Neden gücenir ki? Yani akreditasyonu istenen gazeteci başka amaçlar taşıyamaz mı? İş takipcisi olamaz mı? Sır satıcısı çıkamaz mı?
Tabii askerlerin uyguladığı kriterler, aldığı önlemler basın özgürlüğünü kısıtlama amacına yönelik olmamalı. Neticede halkın haber alma özgürlünü askıya almak sadece olağandışı durumlarda ve askeri yönetimlerde mümkün. Demokrasilerde değil.
Bu andıçlamanın açığa çıkmasına, yöntemin yanlış olmasına, listelerdeki kişilerin kategorize edilmesine girmiyorum bu tartışmada. Bunların tümü yanlış ve olmamalı.
Ama asker de, her kurum ve kuruluş gibi kendi alanından haber üretecekler için bazı istihbari bilgilere ulaşmaya gerek duyabilir. Duymalıdır da.
Beni bu olayda en çok düşündüren ve ironik olan nedir bilin bakalım.
Türkiye’de yapılan anketlerde değişmeyen bir gerçek var:
En güvenilir kurum: TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ.
Peki en güvenilmeyen kurum: MEDYA...
Sözün bittiği nokta burası olmalı galiba.
Gerisi fasa-fiso
Sezai Bayar
Paylaş