16 Şubat 2003
12 Şubat 2003 tarihli Hürriyet gazetesindeki manşette ' İyi vergi verene yeşil pasaport' verilecek diye bir haber vardı. Altında da yeşil pasaport sahiplerinin haklarını ve bunun kimlere verildiğini anlatan bir liste çıkarılmıştı. 1) 50 dolarlık yurt dışına çıkış harcı ödemiyorlarmış.
2) Çoğu Avrupa ülkesi dahil, pek çok ülkeye vizesiz girme şansı varmış.
Yeşil pasaport kimlere veriliyor:
1) Eski Cumhurbaşkanları
2) Eski Başbakanlar
3) Eski Dışişleri Bakanları
4) TBMM eski üyeleri
5) Birinci, ikinci ve üçüncü derecede devlet memurları (emekli olsalar bile)
Bir gün sonraki gazetelerde, sanki yeşil pasaport çok önemli imiş gibi meşhur sanatçılarımızdan biri 'ben de yüksek vergi ödüyorum, bana pasaport yok mu?' diyor. Derken TOBB başkanı yeşil pasaportun ihracatçılara da verilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Yeşil pasaportu isteyenler bir tarafa, övünmek gibi olmasın ama en çok yeşil pasaport almayı hak eden enayilerden birisi de bendenizim.
Kim olursanız olun, hangi ülkede bulunursanız bulunun, iyi vatandaş olmanın en büyük özelliklerinden birisi de yaşadığın ve nimetlerinden faydalandığın, nefes aldığın ülkeye borcunuzu vergi olarak ödemektir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. O kadar ki Birleşik Amerika’da İncil'i okuyup anlamaya çalışan bir arkadaşıma sordum 'neler öğreniyorsun' diye? Aldığım cevap çok ilginçti. İncil'i öyle bir yorumlamışlar ki, iyi bir Hıristiyan'nın mutlaka vergi vermesi gerektiğini yazmaktaymış.
Bizim ülkemizde vergi adaleti yoktur. Onun için enayi yerine konmaktayız. Örneğin, vergisini ödemeyenler veya ödeyemeyenler, hükümetler değişince hemen affa uğramaktadırlar. Demek ki seçimlere yakın bir zamanda vergi ödememek lazımdır. Derken dürüstçe vergisini ödeyenin tepesine daha çok vergi ödesin diye boyuna bindirirler ama onun yanında vergi mükellefi bile olmayandan haberleri olmadığı için onlara hiçbir ceza yoktur veya hiçbir yükümlülükleri bulunmamakdır. Böyle bir ülkede vergi ödemek enayiliğe girmez de ne gibi bir sıfat kazanır bilemem artık takdiri sizlere aittir.
Bundan birkaç sene evvel Moskova'da Ramstore olarak işlettiğimiz Migros tipi süpermarketin ve işhanının açılışına gittik. İki özel uçak kiralamıştık. Benim bindiğim uçakta sade vatandaşlar yani mavi pasaportlular doluydu. Diğer uçakta ise dışişleri bakanlığı da yapmış emekli bir hariciyeci dostumuz ve refikaları bulunmaktaydı. Biz uçak alanına varınca hemen muamelemiz yapıldı ve şehre gitmek üzere diğer uçaktakileri beklemeye başladık. Uçaklarımız arka arkaya indiği halde bir türlü öbür uçaktakilerin pasaport muamelesi yapılamıyor ve bitmek bilmiyordu. En nihayet sabrımız taşmak üzereyken onlarında pasaportları geldi ve şehre gitmek üzere yola koyulduk. Yolda problemin ne olduğunu sorduğumda emekli büyükelçinin yeşil pasaportu sorun olmuştu. Zira Türk Hükümeti bütün mafyaya ve kirli işlere bulaşmış kişilere de yeşil pasaport vermişti, onun için de Rusya'da pasaport yetkilileri uyarılmışlardı.
İşte bu yüzden ben yeşil pasaport istememekteyim. Bana sakın ola ki saygınlığı olmayan bir pasaport vermeyin. Ben mavi pasaportumdan memnunum. Her vatandaş gibi sıramı beklemekteyim, Allahıma bin şükür, şimdiye kadar polisten geçerken en ufak bir sorunum olmadı. Tabii pasaportum, bol vizeli, rengarenk damgalarla dolu ama ben ondan da memnunum.
Sakın ola ki bana yeşil pasaport vermeyin. Ben kendini iş adamı olarak tanıtan bazı kişilerle ile aynı kefeye konmak istememekteyim.
Önüne gelenin devlet sanatçısı olduğu gibi şimdi de önüne gelen yeşil pasaport isteyecektir. Her ne kadar her ülke benim güzel mavi pasaportuma vize istemekte ise de bendeniz memnunum ve yeşil pasaportu da istememekteyim.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2003
Bir kadın evlenmeden önce mutlaka birkaç aşk yaşamalıdır. O zaman kocasının değerini daha iyi bilir ve anlar. Bu faraziyem doğru mudur bilemem ama ailemde kocalarından başka bir erkeğin tadına bakmamış pek çok kadın var ve hayatlarından memnunlar. Ben de onlara şaşmaktayım. Savaşa gireceğiz, girmeyeceğiz, yok tabanlarına mesaj verdiler, yok Amerikalılar'a takiyye yaptılar haberlerinden ve yorumlarından o kadar sıkıldım ve bunaldım ki... Artık ‘‘Neyse halimiz, çıksın falimiz’’ gibilerinden bir an evvel şu savaş olsa da bitse, bizler de Hanya'yı, Konya'yı görsek diyorum. Zira bu işten kaçış yok. Bunu başından beri biliyorduk ama ‘‘kız evi, naz evi’’ misali politikacılarımız boyuna evelediler, gevelediler...
Biz savaşı bir an için unutalım ve önümüzdeki hafta yaşayacağımız iki adet kırmızı renkli güne bakalım.
Kırmızı renkli günlerden biri, malum ‘‘Kurban Bayramı’’. Bol kan akacak ve bol kırmızı göreceğiz. Ben size bu kanlı günden bahsetmeyeceğim, zira medyamız kana ve bol kanlı görüntülere meraklı olduğu için sizlere televizyonlarda ve gazetelerde yeteri kadar sunacaklar, halkımız da fevkalade kural tanımaz olduğu için bu kesim işlemini ve kanlı görüntüleri sokakların ortasında, küçük çocukların gözünün önünde bol bol sergileyeceklerdir.
Ben, bütün okuyucularımın, 11 Şubat'ta başlayacak olan Kurban Bayramı'nı kutluyorum.
Burada sizlere daha tatlı bir kırmızıdan bahsetmek istiyorum. Her taraf kırmızı kalplerle donanacak. Bazı kimseler bu günü fevkaláde ticari buluyorlarsa da bence esnaf da bayram edecektir, sevgililer de... 14 Şubat Sevgililer Günü'nden sözettiğimi herhalde anlamışsınızdır. Böyle bir günde bütün sevgililer birbirlerinden en az hoşa gidecek bir mesaj bekliyorlar.
KADINLARDAN NEFRET ETTİM!
Ben ‘‘SEVGİLİ’’ kelimesi kullanılınca tamamen kalbi bir titremeden, bir arzudan, bir istekten, bir tutkudan bahsediyorum. Öyle ana-baba aşkı, Allah aşkı, çocuk aşkı, patron aşkı, para aşkı benim sevgili tarifime çok uymuyor.
Aşık olmak, çok hoş bir duygudur. İnşallah bütün okuyucularım birer kere aşık olup hüsrana uğramışlardır. Zira bu aşk hüsranı insanları olgunlaştırır ve kemale erdirir. Aşık olduğunuz adamla evlendiyseniz ve hálá adama aşığım diyorsanız dünyanın en büyük yalancısısınız. Bizler kedi değiliz, erişemediğimiz ciğere mundar diyecek... Bilákis erişemediğiniz zaman o aşk içinize işler ve kendinizi hálá o adama aşık zannedersiniz.
Aşık olmak kolay bir iş değildir. Her babyiğit aşk yaşayamaz. Yani, hem aşık olacaksınız, hem karşılığını göreceksiniz, hem de bu aşkı uzun zaman sürdüreceksiniz... Bu, bence dünyadaki en zor işlerden biridir. Mutlaka sevginin, seksin dışında paylaştığınız daha başka zevklerin olması lázım ki o aşk devam etsin. İnsanların aşık olma kapasiteleri de değişiktir. Meselá bazı kadınlar yalnız fiziki değerlendirmeye giderler, bazıları ise paraya, pula aşık olurlar. Ben şahsen adamın, aklına, zekásına, kültürüne ve bilgisine aşık olurum. Fizik benim için hep ikinci, üçüncü planda kalmıştır.
Rahatsızlığım nedeniyle hep evde kalıyorum. Bol bol film seyrediyorum ve hem filmlerden, hem de kadınlardan nefret etmek raddesine gelmiş durumdayım. Zira son zamanlarda çevrilen bütün filmlerdeki kadınlar adeta erkekler gibi karate yapıyor ve erkeklerden daha sert dövüşüyorlar. Bu durum benim çok sinirime dokunuyor, zira dişilik mefhumunu ortadan kaldırıyor. Bir kadın ister çirkin, ister güzel, ister bilimsel, ister ev kadını; ne olursa olsun, hiçbir zaman dişiliğini kaybetmemeli, dişilik ve dolayısıyla yumuşakbaşlılık mefhumu, en önemli siláhınız olmalıdır.
Bir kadın evlenmeden önce mutlaka birkaç aşk yaşamalıdır. O zaman kocasının değerini daha iyi bilir ve anlar. Bu faraziyem doğru mudur bilemem ama ailemde kocalarından başka bir erkeğin tadına bakmamış pek çok kadın var ve hayatlarından memnunlar. Ben de onlara şaşmaktayım.
Sevgililer günü vesilesiyle, sevdiğiniz kişiye mutlaka bir mesaj yollayın. Bu mesajı yollamaktan sakın ola ki utanmayın ve sıkılmayın. Sevginizi mutlaka gösterin ki karşılığını bulasınız. Unutmayın ki, hayatta her şey karşılıklıdır.
Bu vesileyle 'SEVGİLİLER GÜNÜNÜZÜ' kutlar, bana sevdiğim birinden gelen Mevlána'nın bir şiirini sizlerle paylaşmak isterim (sağda).
Benim istediğim sevgili,
Şöyle bir kımıldandı, bir doğruldu, bir silkindi mi,
Kıyametler koparmalı dört bir yanından, ateşten kıyametleri
***
Benim istediğim sevgili,
Cehennem gibi olsun ama, bir anda kurutup, yok edip
denizleri
Gene bir anda bir dalgadan, bir deniz çıkararak meydana
Unutturmalı cehennemi
***
Benim istediğim sevgili,
Elinde gökleri bir mendil gibi dürmeli,
Güneşi bir kandil gibi tutup aşmalıdır,
Timsah yüreği gibi bir yürekle, arslanlar gibi savaşmalıdır
Ortada kendinden başka kimse komadan girmeli cenge,
Kendi kendisiyle bile
***
Çıkınca yedinci denizden, yüz tutunca kaf dağına o,
Sermeli ardından incileri toprağın ucuna o,
Sonra gönlün yedi yüz perdesini, birdenbire sıyırınca o,
Gökler yerlere dek eğilmeli, sonra sermeli üzerimize incileri,
Tebriz'li Şemseddin gibi, hak şarabından sarhoş olup
Bir başka şiir:
Şah'ın bahçesinde ben garip bülbül,
Neyleyim, nideyim, halim pek müşkül /
Koparmadım asla kokladım bir gül,
Kafir oldu isem, imana geldim
Veya bir şarkı:
Sana hasret gibiyim yansa da bağrında başım,
Bir ömür böyle benim ol, benim ol arkadaşım,
Beni terketme sakın gözbebeğim, gözde yaşım
Bir ömür böyle benim ol, benim ol arkadaşım
Hangi şiiri münasip görürseniz, takdir size aittir...
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2003
İtalya, FIAT otomobillerini dünya markası yapıp ülke sanayiini diğer sanayilerle yarışır düzeye getiren Gianni Agnelli'nin geçen haftaki vefatıyla sarsıldı. Hükümet resmi yas ilán etti, Agnelli'nin katafalka konan tabutunun önünden yüzbinlerce İtalyan saygı geçişi yaptı ve cenaze devlet töreniyle kaldırıldı. Gianni Agnelli, Türkiye'yi yakından tanıyıp güvenmiş büyük bir işadamıydı. Dostumuz ve ortağımız olan ve kendisine ölümü bir türlü yakıştıramadığım Gianni Agnelli'yi bir de benden okumanızı ve İstanbul'a yaptığı ama gerçekleşmesi maalesef engellenen çok önemli bir bağışını öğrenmenizi istedim.
Bu dünyada hiç kimse ölümsüz değil. Elbet bir gün gelecek hepimiz ebediyete intikal edeceğiz. Allah'ın işine karışmak gibi olmasın ama, bazı insanlara ölümü yakıştıramıyorum. İşte, Giovanni veya kısaca 'Gianni' denilen ve benim de bu isimle andığım Agnelli de, ölümü yakıştıramadığım böyle insanlardan biri...
Agnelli'nin, Allah babanın lütufkár davrandığı kullarından biri olduğu muhakkak. Zira, Agnelli, hem servetin içine doğmuştu, hem yakışıklıydı, hem akıllıydı, hem karizmatikti, hem her hareketi değişik olan, arkasından bir stilin yaratıldığı, dünyanın yakından takip ettiği insanlardan biriydi. Bir zamanlar dünya sosyetesini kasıp kavurmuş, pek çok kadının gönlünü çalmıştı. Adamcağıza yaşlılık bile yakışmıştı.
Ortağımız olan F.I.A.T, yahut tam adıyla ‘‘Fabbrica Italiana di Automobili di Torino’’, ufacık bir otomobil fabrikasından doğdu, bugün İtalya'nın ve dünyanın bir endüstri devi haline geldi. Gianni'nin büyükbabası olan Giovanni Agnelli'nin başlattığı FIAT ufacık bir otomobil fabrikasıyken şimdi karşımıza bir dev olarak çıkıyor.
Giovanni Agnelli iş dünyasına hem ortak, hem de bu fabrikanın müdürü olarak adım attı. Kısa zaman sonra öbür ortağın hisselerini de satın alarak FIAT'ın tam sahibi olma şansını elde etti.
Agnelli ailesi politikacılara daima yakın durmuş, faşist Mussolini'den komünist d'Allema'ya kadar geniş bir politik yelpazenin içinde yaşayarak, yuvarlanarak, barınarak İtalya'nın en büyük sanayi kuruluşları arasına girmişti. Bu arada büyükbaba Giovanni Agnelli, bir Torino yayını olan ‘‘La Stampa’’ gazetesinin bazı hisselerini de satın almış ve altı sene zarfında gazetenin tamamının sahibi olmuştu.
JUVENTUS'UN SAHİBİ
Giovanni Agnelli'nin yedi çocuğundan sadece ikincisi erkekti: Edoardo Agnelli. Edoardo bu büyük otomotiv endüstrisinin varisi ve Gianni Agnelli'nin de babasıydı. Bolluk ve şımarıklık içinde büyütülen Edoardo hakkında ‘‘Ceketleri, düşüncelerinden daha zariftir’’ cümlesi bile yazılmıştı. Babası Giovanni ile oğlu Gianni gibi güzel kadınlara ve mavi kan taşıyanlara meraklıydı. Futbola da meraklıydı ve Juventus futbol takımını kurmuştu. Bu meşhur takım bugün bile hala FIAT'a, dolayısıyla da Agnelli ailesine aittir.
Edoardo'nun hayatında yaptığı ikinci iş, Alp dağlarının Fransa hududuna yakın Sestriere kayak merkezini kurup meşhur etmek olmuştu. Sestriere, orta halli İtalyanlar için hálá önemli bir kayak merkezidir.
Gianni'nin babası Edoardo, bir gün Toscana sahillerindeki aile malikánesindeki sosyal aktivitelerden sonra Torino'ya trenle dönmek yerine deniz kenarında iki saat daha kalmak için deniz uçağı ile Cenova üzerinden dönmeye karar verdi. Uçağı iniş sırasında kaza geçirdi ve 43 yaşındaki Edoardo hayata veda etti. Oğlu Gianni 14 yaşındaydı.
Gianni Agnelli'nin annesi bir San Faustino Prensesi, Bourbon del Monte'li Virginia'dır. Virginia'nın annesi Jane ise, Amerikalı idi. Akıllıydı, zekiydi ve her cümlesi atasözü kıymetindeydi. Çok içki içen, dedikodu seven, güzelliği takdir eden ve torunları tarafından da çok sevilen bir anneanneydi. 1938 senesinde, Gianni 17 yaşındayken vefat etti.
Virginia'nın babası ise, İtalya'nın en asil ailesine mensuptu. 1945 Kasım'ında Pisa yakınlarında geçirdiği bir otomobil kazasında öldü. Gianni ile kardeşlerini büyükbaba Giovanni Agnelli yetiştirdi.
Gianni'nin babası Edoardo öldüğünde, Annesi Virginia'nın, Curzio Malaparte adındaki bir gazeteci yazarla aşk yaşadığı, hatta en küçük erkek kardeş Umberto'nun bu yazardan olduğu iddia ediliyordu. O dönemin tanınmış yazarlarından olan Malaparte'nin yazdığı ‘‘Kaputt’’ ve ‘‘Darbe-i Hükümet Sanatı’’, kendi alanlarında klasikleşmiş eserlerdi.
Mussolini'nin ‘‘hayat boyu senatör’’ ilán ettiği büyükbaba Giovanni Agnelli, yarı Amerikalı gelininden hiç hoşlanmamış, Virginia'nın başka biriyle aşk yaşadığı gerekçesiyle, çocukların veláyetini almak üzere mahkemeye gitmişti. Taaa Roma'ya, Mussolini'ye kadar gidip kayınpederini şikáyet eden anne Virginia çocuklarının veláyetini Mussolini'nin bir telefonu ile geri aldı ve kurt Senatör Giovanni Agnelli, hayatında belki ilk defa istediğini elde edememiş oldu.
Gianni Agnelli'nin altı kardeşi daha vardı. Kendinden bir yaş büyük olan ablası Clara Fürstenberg, Avrupa sosyetesinin en meşhur isimlerinden Prenses Ira Fürstenberg'in annesiydi. Bir yaş ufak kızkardeşi Susanna ‘‘Sunni’’ ise politikaya girmiş yegáne kardeşti, Dışişleri ve Kültür Bakanlığı yapmıştı. İtalya Kültür Bakanı iken Istanbul'a gelen Sunni Agnelli ile kardeşim Suna'nın evinde yemek yiyip uzun uzun sohbet etmiştik. Gianni'nin en sevdiği kardeşi, politikaya bulaşmış olan bu Sunni idi.
Kardeşler arasında daha sonra Maria Sole Agnelli, Cristiana Agnelli ve bir başka erkek kardeş, Giorgio Agnelli geliyordu. Giorgio çok kötü bir hastalıkla hayatı boyunca boğuşmuş ve 1965'te 35 yaşında vefat etmişti.
Küçük erkek kardeş Umberto Agnelli ise 30 yaşındaki oğlu kansere yenik düşmüş olan talihsiz bir babaydı. Şimdi zannedersem, aileyi temsilen FIAT'ın başına geçerek işleri toparlamaya o çalışacak.
Gianni Agnelli de tıpkı babası gibi ve annesi kadar asil bir aileye mensup bir hanımla, Marella Caracciolo di Castagneto adında bir Napolili prensesle evlendi. Marella'nın annesi de kayınvalidesi Virginia gibi, yarım Amerikalı idi ve Margareth Clarke adında İllinois'li bir hanımdı. O devirlerde zengin Amerikalı kızların fakir Avrupalı asilzadelerle evlenmeleri çok modaydı ve Margareth Clarke da bu modaya uymuştu.
Çok zarif ve elegan olan Marella, Avrupa'nın en uzun boyunlu kadınlarındandı. Hatta o günlerde yazarlardan biri ‘‘Marella, Tiffany'de manken olsaydı, uzun boynundan dolayı en pahalı kolyeyi takması gerekirdi’’ gibilerinden yorumlar bile yapmıştı.
VELİAHT 26 YAŞINDA
Bütün kadınları cezbetmesine ve aşırı çapkınlığına rağmen, Gianni'nin başından tek bir evlilik geçti. Bu evlilikten bir oğlu ve bir de kızı oldu. Oğlu Edoardo, maalesef intihar etti. Kızı Margherita ise iki defa evlendi ve her iki kocadan toplam sekiz çocuk sahibi oldu; maaaşallah! Allah, Margherita'ya sabır versin. Şimdi Margherita'nın 26 yaşında olan oğlu John Philip Elkann, FIAT'ın ilerideki idarecisi olarak yetiştiriliyor.
Gianni spora çok meraklıydı fakat iki bacağını da kayakta kırıp son zamanlarda bastonlara mahkum olmuştu. Ama adamcağız o kadar karizmatik ve hoş idi ki, bastonlar bile yakışmıştı.
Bugünlerde Torino'da müthiş bir dedikodu dolaşıyor. Ferrari fabrikasının başında bulunan Luca'nın, Gianni'nin gayrimeşru oğlu olduğu ve işlerin başına onun geçirileceği söyleniyor. Tabii işler böyle büyük, aileler de meşhur olunca her türlü dedikodu üretiliyor. Agnelli ailesi sadece endüstri burjuvası değildi, hepsi asillerle evlenmişlerdi, dolayısıyla her iki taraftan da dedikoduya maruz kalmaya mahkum niteliklere sahiptiler.
Gianni Agnelli'nin dedesi Giovanni öldüğünde işlerin başında C.E.O. olan Valletta vardı. Gianni, Valletta'dan devraldığı FIAT'ı otomotiv sektörü dışında da yaptığı büyük yatırımlarla gerçek bir sanayi devi haline getirdi. Aynı zamanda Türkiye'yi yakından tanıyan, Türkiye'ye güvenen iyi bir iş adamıydı. 1970'li senelerde, diğer yabancı şirketler bize mesafeli dururken FIAT'ın ülkemize gelmesinde öncülük etmiş, o yıllarda ülkemizde yaşanan zorluklardan yılmamış ve TOFAŞ'ın yaşaması için her türlü desteği vermişti. Aynı zamanda Koç Üniversitesi'nin kuruluş aşamasında, yabancılardan kurulu danışmanlar arasında Gianni Agnelli de vardı. Keşke, Türkiye'nin de böyle bir kaç tane Gianni Agnelli'si olsaydı...
Agnelli'nin bağışını, kanser hastalarımıza çok gördüler
Agnelli ailesinden bu soyadını taşıyan ve varis olan sadece iki erkek vardı. Biri, Gianni Agnelli'nin oğlu Edoardo Agnelli idi ama maalesef uyuşturucu müptelasıydı ve intihar etti. Ümit bağlanan ikinci Agnelli ise, Gianni'nin kadeşi Umberto Agnelli'nin oğlu Giovanni Alberto Agnelli idi. Fakat o da fazla yaşayamadı ve kansere yakalanarak genç yaşında vefat etti. Agnelli ailesi, işte bu delikanlının adına, kanserli hastaların tedavisinde kullanılmak üzere, İstanbul'daki İtalyan Hastanesi'ne milyonlarca dolar bağışladı. Bir zamanlar İtalyan Hükümeti tarafından finanse edilen ve hastalara rahibe hemşirelerin baktığı bu hastane zamanla hem maddi sıkıntıya düşmüştü, hem de rahibe hemşire kalmamış ve bakımsızlıktan dökülmeye yüz tutmuştu. Sonra, İtalyan Hükümeti tarafından Vehbi Koç Vakfı'na verildi. Hastane, Agnelli ailesinin de yardımıyla en son sistem radyoterapi aletiyle bir kanser merkezine dönüştürüldü. Fevkaláde şık ve güzel bir görüntüye sahip olan bina, maalesef etraftaki bazı art niyetli kişilerin gayretiyle ‘‘usulsüz yapı olduğu’’ gerekçesiyle kapattırıldı ve halen işletilemiyor. Ben, bir kanser hastası olarak bu duruma fevkaláde üzülüyor ve hastanenin çalışmasına engel olanları yüce Allah'ıma havale etmiş bulunuyorum. Biz Koçlar, bu ülkeye zaten ne zaman yararlı bir şeyler vermeye kalksak, bazı düşman kafalar mutlaka karşımıza çıkıyor ve engel oluyorlar. Gençler belki hatırlamazlar ama, İstanbul Belediyesi'ne Atatürk Kitaplığı'nı hediye ettiğimiz zaman da çok engellenmiştik ve nasıl engellendiğimizi de sizlere bir gün anlatacağım.
OTOMOBİL AŞKI, ONA AYAKKABI İCAD ETTİRMİŞTİ
Gianni Agnelli, otomobili üretmeye de, kullanmaya da, yarışmaya da son derece meraklıydı. Süratli otomobil kullanırken káh frene káh debriyaja basmak, normal bir ayakkabıyı fena halde eskitir. Gianni Agnelli de bunu bilmektedir ve 'Todd' adında o zamanlar kimsenin tanımadığı bir ayakkabıcı bulup kendisine özel bir ayakkabı ısmarlar. Bu ayakkabı bugün Todd'u meşhur eden çivi gibi çıkıntılı lastik tabanı olan ve tabanı hafifçe topuğa doğru dönen ayakkabılardır. Çivili lastik taban kaymamakta, yere değen çivili topuk ta eskimemektedir. Bugün bütün erkeklerin sahip olmak istedikleri bu hafif ve şık mokasenlerin yaratıcısı, Gianni Agnelli'dir. Todd da, İtalya'daki aleláde bir ayakkabı üreticisi iken şimdi bütün dünyaya yayılmış ve bir dünya markasının sahibidir.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2003
Erol Makzume'yi tanımıyorum ama İskenderun'lu Levanten bir aileye mensup olduğunu ve isminin bir zamanlar en yüksek vergi ödeyenler listesinde geçtiğini biliyorum. Makzume, aşağı yukarı üç senedir bir Zonaro sergisi yapıp kitabını basmak üzere uğraş veriyordu. Neyse ki uğraşları bir neticeye vardı. Demek ki insanoğlu sebat ederse bütün istekler yerine gelebiliyor. Hayalini, en nihayet Yapı Kredi Bankası ile gerçekleştiriyor.
Sergiyle birlikte hazırlanan Zonaro kitabı daha çıkmamıştı ama bana kitabın yayına hazırlanmış kopyalarını yolladılar ve bir kısmını okumak imkanını elde ettim. Okuduğum zaman Zonaro ve çevresinin çok güzel bir entelektüel ortam içinde olduğunu gördüm ve ‘‘Acaba o devirde yaşamak ister miydim?’’ diye de kendi kendime uzun uzun düşündüm.
Fausto Zonaro 18 Eylül 1854'de Padova'nın Masi kasabasında doğmuş. Yoksul bir ailenin çocuğuymuş. Resim yapma kaabiliyetini keşfeden babası eğitimini ressam olması yönünde teşvik etmiş. Ders de veren Zonaro, talebesi Elizabetha Pante'ye aşık olmuş. Edmondo De Amicis'in İstanbul hakkında yazdığı kitabı okuyarak Istanbul'a gelmeye karar vermişler. O devirde bir kız ve bir erkek el ele tutuşarak yola çıkabiliyorlar, ne kadar enteresan?
Bir müddet İstanbul'da, Yüksekkaldırım'da tuttukları odada kalmışlar sonunda evlenmeye karar vermiş ve St. Esprit Kilisesi'nde, yani Dame de Sion Fransız Lisesi'nin içindeki kilisede evlenmişler.
Bir kadın kocayı rezil de eder, vezir de. Eliza son derece akıllıymış, hayatı boyunca kocasına yardım etmiş. Beş çocukları olmuş ve beşi de İstanbul'da doğmuş ama bazıları yaşamamış.
Zonaro, ilk etapta İstanbul'un hariciye erkánı tarafından gerek resim yaptırılarak, gerekse yaptığı resimler satın alınarak ayakta tutulmaya çalışılmış. Çok parasızlık çekmişler. Buna mukabil karısı da bir Fransız tiyatro artisti olan Osman Hamdi Bey ve ailesi, Teşrifat Müdürü Münir Paşa, Hoca Ali Rıza Bey ve Celal Esad Arseven gibi isimler, hepsi Zonaro ile dostluk kurmuş ve oldukça iyi entellektüel bir grup meydana getirmişler. Teşrifat Müdürü Münir Paşa vasıtasıyla saraya takdim edilen Zonaro, kısa zamanda ‘‘Saray Ressamı’’ ünvanını almış ve kendisine Sultan İkinci Abdülhamid tarafından pek çok nişan takılmış, üstelik Beşiktaş Akaretler'deki 50 numaralı bina da armağan edilmiş. Ben, bu bilgiyi bu kitaptan edindim. Bir Beşiktaş Belediye Meclisi Üyesi olarak bu binanın kapısına ‘‘Fausto Zonaro burada yaşamıştır’’ diye bir levha asıp halkımızı da bilgilendirmemiz lázımdır. Viyana'ya gitttiğinizde, her kapıda bir levha görüp o binalarda kimlerin yaşadığını öğrene öğrene gezersiniz. Bizim ülkede kadir bilmek diye bir mefhum olmadığı için, bu kadar önemli isimlerin yaşadığı binalara sahip olmamıza rağmen, kapılarına bir plaka çakmak aklımıza gelmez.
Jön Türkler Sultan Abdülhamid'i sürgüne zorladıkları zaman, Enver Paşa'nın yakını olmasına rağmen Zonaro ve ailesi de ne günahları varsa İtalya'ya dönmeye mecbur edilmişler ve San Remo'ya yerleşen Fausto Zonaro, 19 Temmmuz 1929'da hayata gözlerini yummuş.
Zonaro'nun ressamlığı hakkında ahkám kesecek değilim fakat belirtmek istediğim bir iki nokta var. Bir kere, dört teknikle de resim yapmış ki, çok az ressam üç ve hatta dört tekniği bir arada kullanmıştır. Zonaro'nun sergisine giderseniz hem suluboya, hem yağlıboya ve hem de pastel kullanmış olduğunu farkedeceksiniz. Arada dördüncü teknik olarak kara kalemle yapılmış çok hoş resimler de bulunuyor.
İkinci özelliği ise, çok iyi bir portre ressamı olması. Zonaro herhalde mutlu bir hayat geçirmiş ki, resmettiği bütün kadınlar güleryüzlü, mutlu ve insanın içini açacak gibi tebessüm ediyorlar. Doğrusu ben de evime tablo astığım zaman içimi karartan konular istemiyorum.
Kitap çok sade bir dille oldukça derinlemesine araştırılarak yazılmış. Öyle anlamsız edebi ve sanatlı kelimelerle dolu değil ve size İstanbul'un bir zamanından hoş bir kesit veriyor.
Zonaro sergisini gidip gezin. Pek çok eser ressamın ailesine ait ve İtalya'dan gelmiş. Kitaptan da mutlaka alın, zira Istanbul yaşamını sizlere yansıtıyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2003
Benim şu küçücük beynim bazı işlere akıl ve sır erdiremiyor. Örneğin, Yüksek Seçim Kurulu diye bir kurul var. Bu kurulun vazifesi seçimleri düzenlemek ve aynı zamanda hangi şartlarda kimlerin seçime katılabileceklerinin düzenlemesini organize etmek. Bendeniz belediye seçimlerine girdim, zabıtadan iyi hal kağıdı vs. gibi çok ciddi belgelerle müracaat ettim ve ANAP'tan Beşiktaş Belediye Meclisi'ne girebilmek ve seçilebilmek hakkını elde ettim. Halbuki bu son seçimlerde, televizyonları dinleyip, gazetelere bakacak olursanız o kadar çok suçlu meclise girip dokunulmazlık elde etmiş ki, şimdi de dokunulmazlığın kaldırılmasına söz verildiği halde meclis hiç oralı olmuyor diye şikayet ediliyor.
Evet, mahkemeye çıkan her insan suçlu değildir. Suçlu olup olmadığınız, ancak hakimin vereceği karara göre anlaşılır. Dolayısıyla hakkında suç duyurusu yapılmış her insan suçlu kabul edilemez.
Buraya kadar her şey tamam. Ama hakikaten suçlu ise, herhangi bir vatandaş gibi yargılanamıyor ve kendisine oy vermiş insanları mecliste suçlu olarak temsil ediyor. İşte beynim, bu vaziyeti anlamakta biraz zorlanıyor. Yüksek Seçim Kurulu zaten hakimlerden oluşan bir kurum. Ben olsam, Yüksek Seçim Kurulu'na müracaat etmiş ve hakkında suç duyurusu yapılmış olan her milletvekili adayını hemen müracaat esnasında kurulmuş olan bir mahkemede yargılar, oracıkta temize çıkarır, hakkında hiç bir şaibe bulunmadığını ispat edip ülkemizin en yüce kurumu olan Büyük Millet Meclisi'ne her türlü isnattan arınmış temiz insanların gönderilmesini sağlardım. Şimdi gelin de, Büyük Millet Meclisi'ne halktan hürmet bekleyin.
Televizyonlarda otomobil fabrikası kuracağını ilán ederek miletten para toplayan, sonra ülkemize hiç gelmeden uzaktan kendini Siirt'ten miletvekili seçtiren zata nasıl izin verildiğini de anlayabilmiş değilim. Beynim bunu da çözemiyor.
Bazı kişiler her ne kadar yumruklarını kürsüye vursalar da, dışarıdan bir vatandaş gözüyle bakarsanız, yeni hükümetimiz müthiş bir dağınıklık sergiliyor. Hükümetin ne yaptığını en azından benim beynim algılayamıyor.
Beynimin algılayamadığı başka bir oluşum da, Türkiye'deki borsa...
Borsa neye göre çıkıyor, neye göre iniyor hiç anlayamıyorum. Şimdi ‘‘Sanki dünya borsasını çok anlıyorsun da bunu mu anlamaya çalışıyorsun?’’ diyeceksiniz. Ona da akıl sır erdiremiyorum, buna da... Meselá yeni hükümet gelir gelmez borsa fırladı. Anlamadığım iş, sanki hükümetin müthiş bir icraatını mı gördüler de borsa yükseldi? Neye binaen yükseldi, çözemedim. Zaten bazı dostlarım bana ‘‘Senin beynin bunları anlamaz, boş yere kafanı yorma’’ demişlerdi.
Son zamanlarda gazetelerde ve televizyonlarda gene kıyametler kopuyor. Kürşad Tüzmen 350 kişi ile Bağdat'a gitmiş ve 632 milyon dolarlık iş bağlantısı kurulmuş.
Buraya kadar her şey mükemmel ama işte benim beynimin almadığı iş şu: Amerika'nın bu ülkenin üzerine saldıracağı kesin gibi görünüyor. Dolayısıyla bu ülke savaşa giriyor ve savaşa girmek üzere olan bir ülke ile ticaret ilişkisi ve bağlantısı nasıl yapılabilir, işte bunu anlayamamaktayım. Bugüne kadar ne diye beklendi, sanki? Evet, Irak üzerinde Birleşmiş Milletler'in ambargosu var ama şimdi sanki yok mu? Eminim, aynen devam ediyor. Savaşa girmiş bir Irak, nasıl ticaret yapacak veya buradan ticari mal yollayanlar paralarını nasıl alacaklar? Muhakkak ki bizlerin bilmediği bir durum var ama işte bu konuda da benim beynim işleyip harp halindeki bir ülkenin nasıl ve neye güvenerek ticari bağlantılar kurduğunu çözemiyor. Haydi Iraklılar bir tarafa, bizim sanayicimiz neye güvenip de ticari bağlantı kuruyor?
Beni bir tarafa bırakın ve boş verin, sizin beyniniz daha büyüktür ve aklınız muhakkak ki daha iyi işliyordur. Eminim üşenmeyen birisi bana bu işleri anlatacaktır.
Aslına bakarsanız, aklımın almadığı, beynimin algılayamadığı o kadar çok olay var ki. Ama çok iyi bildiğim ve anladığım bir durum, hiç şüpheniz olmasın, bu ülkede ne yaparsanız yapın yanınıza kar kaldığıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2003
Malcolm Forbes ile başlayıp 30 senede toplanan bu koleksiyonlar için babaları hatıratında 'Sıkışınca bu eserleri satın ki, bizlerin biriktirirken aldığımız zevki başkaları da tadabilsin' diye yazmıştı. Allah rahmet eylesin, New York'ta yaşayan Papamarko adında pek hoş Yunanlı bir aile dostumuz vardı. Bütün meşhur insanları tanır, sevdiği dostlarını bir araya getirerek onların birbirleriyle tanışmalarını sağlardı. Papamarko'yu tanımayan ve sevmeyen yoktu. Çok mükrimdi, hep yemeğe davet eder ve muhakkak sofrasında tanınmış birileri olurdu. Ben de, Forbes Ailesinden Kip Forbes ile bu şekilde tanıştım.
Forbes mecmuası, iş dünyasının en üst tabakasının magazini gibidir. Oldukça tanınmıştır ve içerisinde iş dünyasıyla ilgili bilgilerle dedikodular yakından takip edilir. Mecmuayı, Malcolm Forbes kurmuştu. Malcolm Forbes aynı zamanda balonla yapılan reklamları da başlatan kişiydi. Malcolm Forbes vefat etti, işler ve servet dört oğlu Steve Forbes, şirketin başkanı ve yazı işleri müdürü, Timothy Forbes şirketin C.E.O. su, Robert Forbes Global Forbes'in başkanı ve Christopher (Kip) Forbes reklamlardan ve koleksiyonlardan sorumlu olan kardeşlerle, Moira Mumma adındaki tek kız kardeşe kaldı. Şirket bir aile şirketidir ve kız kardeş sakat olan kocasıyla meşgul olduğu için hiç bir şekilde işe karışmaz.
'Senin bir yayın gurubu olan Forbes ailesiyle ne ilgin var?' diye sorabilirsiniz ama bu ailenin beni ilgilendiren en önemli tarafı sahip oldukları koleksiyonlardır. Dünya çapında Faberge emperyal yumurta koleksiyonuna sahiptirler. New York'taki meşhur beşinci caddenin 60 numaralı binasında bulunan ofislerinin alt katında Fabergé koleksiyonlarını teşhir ederler ve ben de her fırsatta bir vakit ayırıp bu koleksiyonu görürüm. Koleksiyonları sadece Fabergé eserlerden müteşekkil değildir ve korkunç bir yazılı belge arşivine de sahiptirler. Bütün meşhur kişilere ait tarihi belge olabilecek mektuplardan ve notlardan oluşan son derece zengin bir koleksiyonları vardır. Ayrıca kurşun asker koleksiyonları da herhalde dünyadaki bir numaralı koleksiyonlardan biridir. Bütün bunlar ofislerinin alt katında müze gibi teşhir edilmektedir ve gidip gezmek serbesttir.
Forbes ailesinin çok yakını olan bir arkadaşım, Steven Forbes'in Birleşik Amerika başkanlığına ilk defa aday olduğu zaman bütün ailenin onayını aldığını ve şirketten bir milyon dolar harcadığını söylemişti. Kazanamayınca bu masrafı herkes tabii ki sineye çekti. Ama ikinci defa aday olduğunda bu sefer ailenin rızası hiláfına bir milyon dolar harcadı, gene kazanamadı. Arkadaşım, bana, 'Gene şirketten gitti paralar' diye anlatmıştı.
Şimdi Birleşik Amerika'da ekonomik bir çöküntü yaşanıyor ve artık eskisi gibi bu dergiye reklam veren şirketler kalmadı. Dolayısıyla, Forbes Mecmuası da zor duruma düştü. Her ne kadar memur ve işçi çıkarttılar ve ilán fiyatlarını da neredeyse yarı yarıya indirdilerse de, aile ellerindeki koleksiyonları da satmaya karar verdi. Malcolm Forbes ile başlayıp 30 senede toplanan bu koleksiyonlar için babaları hatıratında 'Sıkışınca bu eserleri satın ki, bizlerin biriktirirken aldığımız zevki başkaları da tadabilsin' diye yazmıştı. Ofisinin duvarında Monet'nin 'Nilüfer Çiçekleri'nden biri asılı olan Kip Forbes, koleksiyonlarının satılmasına çok üzülüyor.
Amerikan ressamlarına ait resim, çizim ve heykellerden oluşan koleksiyonun satışından 4.6 milyon dolar, Amerikan tarihine ait 434 belgeden 30 milyon dolar geldi. Bu arada yumurtaların dışındaki 61 adet Fabergé parçadan da altı milyon dolar daha elde edildi. Şimdi de 19-20 Şubat günlerinde Londra'daki Christie's mezat salonunda yapılacak olan açık arttırmada Viktoria Devri tablo koleksiyonlarını satacaklarını açıkladılar. Bu satıştan da 35 milyon dolar bekliyorlar.
Forbes alesinin Viktoria devri resimlerine ait bir koleksiyonları olduğunu hiç bilmiyordum. Güya dünyadaki bu döneme ait en önemli dört koleksiyondan birisiymiş. Tam karara varılamasa da en mühimi Londra'daki Tate Gallery'de imiş, ikincisi de Victoria ve Albert Müzesi'ne aitmiş. Uzmanlar, en önemli özel koleksiyonun Forbes ailesinde mi, yoksa meşhur müzikal bestecisi Andrew Lloyd Weber'de mi olduğuna hálá karar veremiyorlar ama bildikleri bir tek şey, Andrew Lloyd Weber'in bu satıştan bir kaç tablo alıp kendi koleksiyonunu daha da zenginleştireceği...
Forbes bir aile şirketidir. Halka açık değildir. Bu satışlardan elde edilen paraları ne yapacaklarını kimse bilememektedir ama şayet paraları tekrar işe yatırırlarsa korkunç bir rekabet yaşanan yayın piyasasında müthiş bir patlama yapacaklarına da kesin gözüyle bakılıyor.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2003
Bütün eğitim, sağlık hizmetleri ve adalet tıkır tıkır işlemekte. Fert başına milli gelirimiz on bin doları bulmuş. Bize yalvarsalar da artık Avrupa Topluluğu'na girmekte nazlanacağımız bir Türkiye olmuşuz. Zira biz malımızı ihraç edecek harika pazarlar bulmuşuz, Avrupa Topluluğu da dejenere olmaya yüz tutmuş. Esasında herkesin birbirinden bir beklentisi vardır. Meselá, anne ve babaların çocuklarından, çocukların ebeveynlerinden, personelin patronundan, veya tam tersi; karı kocaların ve sevgililerin birbirinden, milletin ise hükümetinden beklentileri hep vardır.
Beklentilerin değeri, onlara kavuşulduğu zaman anlaşılır ve teşekkür edilir mi bilinemez ama genelde beklentinin biri biter öbürü başlar ve insanların istekleri bitmez. Burada yapılacak olan hesapta ne alıp ne verildiğinin dengesinin iyi sağlanması ve beklentilerin ona göre kurgulanması gerekir.
BEKLENTİLER ÇOK ÖNEMLİ
Kendi kendime düşündüm, bir evlát olarak ana ve babama neler verdim diye karara varmak bana düşmezdi ama anamdan ve babamdan bütün beklentilerimi fazlasıyla aldım. Saygın bir isim, mutlu bir ortam ve iyi bir miras kaldı.
Gelelim kocama; bir erkeğin bir kadına verebileceği her şeyi verdi bana. Anlayış, zarafet, nezaket ve bunlara benzer daha pek çokları gibi vermediği pek az şey vardı, onları beklememeyi de ben öğrendim. Zaten beklememeyi öğrendiğiniz anda mutlu bir insan oluyorsunız.
Geçenlerde genç bir çift arkadaşım boşandı. Her ikisi de çok sevdiğim insanlar, birbirlerine de çok yakıştırıyordum, müşterek çocukları da vardı. Bir gün kızı karşıma alıp ‘‘Boşandın sanki daha mı iyi oldu?’’ gibilerinden bir láf edecek oldum. Verdiği cevap ise bana çok ilginç geldi: ‘‘Sevgi Abla, hiç değilse şimdi beklentilerim yok, daha rahatım’’ dedi. Hakikaten, insanların birbirlerinden beklentileri ne kadar önemli...
Çocuğum yok dolayısıyla olmayandan bekleyecek bir durumum da yok. Geriye kala kala bir vatandaş olarak hükümetimden beklentilerim kaldı.
Bir kere, biz Türk halkında, vermeden beklemek gibi kötü bir huy, bir alışkanlık var. Televizyonlarda seyrediyorum, adam fakir kendine bakacak hali yok, on tane çocuk edinmiş. ‘‘İyi, güzel de, kim bakacak bu yavrulara?’’ diye soruyor spiker, cevap ‘‘devlet baksııın’’ oluyor. Adamın cevabı o kadar basit ki ve o kadar düşünmeden veriliyor ki şaşıp kalıyorsunuz. İnsan bazen isyan ediyor, o çocukları yapmak için zevkli uğraşlar vermenizi de mi devlet emretti acaba?
Devletle ilgili hayallerim
Mümkün mertebe iyi bir vatandaş olmaya çalıştım ve kazancımın bir kısmını, vazifem gereği, devletime vergi olarak verdim. Devletime ve hükümetime her zaman hürmet ettim. Dolayısıyla en çok beklentileri olması gereken vatandaşlardan biri olduğuma inanıyor ve 2003'te devletimden ve hükümetimden beklediklerimi hayal ediyorum. Bu arada hayal gücüm biraz ileriye gidiyor ama insanoğlu hayal kurduğu müddetçe yaşarmış. Bence bu hayallerin sanki hepsi olabilir gibi...
Evvel emirde nüfus azalmış, dolayısıyla devletin ve hükümetin eli her tarafa ulaşabilecek hale gelmiş bir Türkiye. Bütün eğitim, sağlık hizmetleri ve adalet tıkır tıkır işlemekte.
Fert başına milli gelirimiz on bin doları bulmuş.
Irak savaşı olmuş, hakkımız olan Musul'a girmişiz ve Kuzey Irak'ın güvencesini sağlayabilmemiz için en aşağı 25 seneliğine Musul'u bize kiralamışlar. Karşılığında da buradan satılan petrol gelirinin yarısı Türkiye hazinesine gelir olarak giriyor.
Ermenilerle bütün sorunlar halledilmiş, kapılar açılmış, deli gibi bir ticaret başlamış.
Komşumuz Yunanistan'la Kıbrıs sorununu halletmiş olarak gül gibi geçinen birer komşu hüviyetine bürünmüşüz.
AB’YE BİZ NAZLANACAĞIZ
Bize yalvarsalar da artık Avrupa Topluluğu'na girmekte nazlanacağımız bir Türkiye olmuşuz. Zira biz malımızı ihraç edecek harika pazarlar bulmuşuz, Avrupa Topluluğu da dejenere olmaya yüz tutmuş.
Türban meselesi halledilmiş. Her Türk kadını saçlarına açık havada uçuşma hürriyetini vererek Türkiyemizin genel ortamına uymuş. New York'ta tepesinde bere ile dolaşan Yahudiler nasıl sinirime dokunuyorlarsa, türbanda da aynı hislere kapılıyorum. Ben mecbur muyum o adamın Yahudi olduğunu bilmeye yahut onun reklamına maruz kalmaya?
Petrol artık deniz altından akıyor ve boğazlarımızı kirleten tankerlerin geçişine izin vermiyoruz.
Daha bunlar gibi hayallerim pek çok ama bana verilen yer kısıtlı, dolayısıyla burada kesmek mecburiyetinde kalıyor ve 2003'ün ülkemiz için bütün bu hayallerin gerçekleşebileceği bir yıl olmasını diliyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2002
Yeni seneye girer girmez evinizin kapısından dışarı, yakındaki sokağa çıkarsanız bütün sene seyahat edersiniz. Yalnız bu çok tutan bir hurafe; sokakta çok uzun kalırsanız eve giremeyecek kadar seyahat edersiniz. Dışarıda kalmanın dozunu kendinize göre ayarlayın. Geçen sene 'Benim Yılbaşı Hurafelerim' başlığıyla yazdığım yazı o kadar ses getirmiş ki, bu sene üstüste aldığım maillerden anladığım kadarıyla okuyucularım bu yazının tekrarlanmasını istiyorlar. Bendeniz bugün aynı yazıyı her ne kadar tekrarlamayacaksam da içeriğini tekrarlayacak ve okuyucularımın isteklerini yerine getirmiş olacağım.
Yeni yıla geçen sene New York'ta girmiştim, çok şükür bu sene İstanbul'dayım, evimdeyim, ailemle ve sevdiklerimle beraberim ve yeni yıla onlarla birlikte gireceğim.
Bir kere bana uğur getireceğine inandığım ağacımı yaptım. Sıhhat problemleriyle uğraştığımdan çok yaratıcı olmamakla beraber evin içinde bir şıkırtı, bir parlaklık fena olmuyor. En azından benim içim açılıyor.
YENİ SENEYE YENİ DON
Yeni seneye girerken donanabilmek için yeni bir don giyeceğim. Gece saat tam 12'ye beş kala yeni donumu giyerim ve yeni seneye ayağımda yeni donla girerim. Bu adetimi uzun zamandan beri uyguluyorum, oldukça faydasını gördüm ve hepinize tavsiye ederim.
Başka bir arkadaşımdan öğrendim, şayet dışarıdaysanız evinizin bereketi için yeni senede evinize girer girmez mutlaka bir nar alın ve kapınızın eşiğinde narı kırın. Ama yeni yıla zaten evde giriyorsanız, o zaman saat 12'den hemen sonra narınızı kapınızda yere vurup patlatın. Ama dikkat edin, narları daha önceden bir naylon torbaya koyun ve torbanın içinde patlatın, zira nar patladığı zaman etrafa öyle bir dağılıyor ki, temizlemekle başa çıkamıyorsunuz.
Gene dışarıdaysanız evinize girer girmez veya evde iseniz saat 12'yi geçer geçmez evdeki bütün ışıkları yakın ki, yeni seneniz parlak geçsin.
Bütün muslukları açın ki, su gibi kolayca akıp geçecek bir sene olsun.
Bunları denemiş bulunuyorum ve oldukça faydasını gördüm.
Başka bir arkadaşımın tavsiyesi de şöyle: Yeni seneye girer girmez evinizin kapısından dışarı ve yakındaki sokağa çıkarsanız bütün sene seyahat edersiniz. Yalnız bu çok tutan bir hurafe olduğu için, sokakta çok uzun kalırsanız adeta eve giremeyecek kadar seyahat edersiniz. Dolayısıyla dışarıda kalmanın dozunu kendinize göre ayarlayın.
Bu hurafeyi bana öğreten dostlarım maşallah hiç evde oturmazlar, hep seyahat ederler.
Başka bir hurafe daha öğrendim: Yılbaşı geceleri yemek yenen evlerde muhakkak kuru börülce bulundurulması... Bu bir Amerikan hurafesidir ve fevkalade sıkı takip edilir. Eee ne yapacakınız, Amerika zengin olduğuna göre, herhalde vardır işe yarayan bir tarafı...
SIHHAT İÇİN NE YAPMALI
Bütün bu hurafeler tamam ama, bilemediğim ve bilmek istediğim bir başka hurafe var: Yeni seneyi sıhhatli geçirmek için yılbaşı gecesi nasıl bir hareket yapılması gerektiği... Bunu bilenler şayet varsa lütfen bana maillesinler, zira şu sıralarda bu tip bir hurafeye çok ihtiyaç duyuyoruz.
2002 senesi maddi ve manevi bakımdan zor bir sene oldu, hem benim için hem de ülkem için. Bütün arzum 2003'ün hem ülkemize hem de bendenize daha da faydalı gelmesi...
Önümüzdeki yılın başlarında çıkabileceğinden hemen hemen emin bulunduğum yegáne olay, burnumuzun dibinde bir arbede yaşanacağı. İnşallah memleket bundan büyük zarar görmez ve savaşın üstesinden akıllı bir şekilde gelebiliriz. Keşke daha tatlı bir olayın yaşanabileceğinden emin olabilseydik.
Sizleri daha fazla sıkmadan bütün okuyucularımın, gazetede çalışan bütün arkadaşlarımın, sevdiğim bütün dostlarımın yeni yılını kutlar, 2003'ün başarılı, sağlıklı, neşeli ve huzurlu geçmesini temenni ederim.
Yazının Devamını Oku