1981 yılında, Fransa’da büyük bir reklam ajansı (bedava reklam olmasın diye CLM/BDDO’nun adını vermiyorum) gene bir büyük billboard şirketi (L’Avenir) için hâlâ konuşulan bir reklam kampanyası yapmıştı. Hedef reklam panolarının ne kadar etkili kullanılabileceğini göstermekti.
Ağustos’un sonlarında, Paris’te ve belli başlı Fransız şehirlerinde yüzlerce dev panoyu bikinili bir genç kadın fotoğrafı süsledi. “2 Eylül’de bikinimin üstünü çıkaracağım” diye vaat ediyordu.
2 Eylül’de, aynı genç kadının bu kez üstsüz bir fotoğrafı kullanıldı: “4 Eylül’de bikinimin altını çıkaracağım”.
4 Eylül’de bu kez arkadan çekilmiş, çıplak bir fotoğraf: “L’Avenir, sözünü tutan billboard şirketi”.
İlk ve en başarılı teasing kampanyalarından biriydi. Reklamcılık derslerine konu oldu.
Liderlik kavramı yıllardır çok popüler.
Lakin popülerlik genellikle ‘kalite teminatı’ değildir.
Aksine, popüler olmak demek, ayağa düşmek demektir.
Liderlik kavramı da popüler olunca, başına aynı felaket geldi, içi boşaldı, olur olmaz, yalan yanlış kullanılır oldu.
Bana şimdi siyasetten müziğe, tıptan edebiyata, gazetecilikten bilime, ‘popüler Türk’ örnekleri verdirip başımı derde sokmayın...
*
Son yıllarda, özellikle de iş idaresinde çok moda ve çok da olumlu anlamlar yükleniyor amma, ‘lider’ dediğiniz aslında ‘kendi doğruları yönünde, kendi koyduğu hedeflere ulaşmak için insanları manipüle eden yönetici’ demektir. (İstisnalar vardır ama adı üstünde, istisnaîdir.)
Yazarımız … yıllık izninin (yani kafa izni değil, kanunî hak) bir bölümünü (yani yıl içinde gene izne çıkabilir, kendini bağlamıyor) kullandığından (yani kendi arzusuyla izne ayrıldı, patron ‘sen şöyle bir hafta ortalarda görünme’ demedi) …
Yahut:
Yazarımız rahatsızlığı nedeniyle ...
Yazarımız yurtdışında görevde bulunduğundan (görevde yani, gezmeye gitmedi) …
Yazısı elimize ulaşmadığından (yani kabahat teknolojide, yoksa yazmış da) …
Yahut son moda:
Bir hafta arazi oluyorum canlarım, beni özleyin, baaay!
Akıntı, bulantı, bunaltı, çalıntı, çıkıntı, hırıltı, hışırtı, kabartı, kalıntı, kasıntı, kaşıntı, patırtı, sallantı, saplantı, sıkıntı, takıntı…
(Ses uyumunu da katarsanız; eğreti, çöküntü, gurultu, gürültü, kuruntu; öğürtü, tiksinti, üzüntü… vs, vs.)
Bu listeye toplantı kelimesini de ben ekliyorum.
*
Verdiğim kahramanca mücadeleye rağmen - ki buna deli numarası yapmak, korkutma-sindirme manevraları da dahil - katılmak veya izlemek zorunda kaldığım toplantılara bakıyorum da, toplantı yapmak plaza çalışanlarının varlık sebeplerinden biri haline gelmiş.
Şüpheli dahî olsa, suçu kesinleşmediği müddetçe her insan masum kabul edilir.
Aldığım yarım yamalak hukuk eğitiminden bu temel prensibi hatırlıyorum.
‘Masumiyet karinesi’ aynı zamanda ‘insanlara potansiyel suçlu muamelesi yapamazsınız, hatta potansiyel suçlu gözüyle bakamazsınız’ anlamına da gelir.
Ama hukuk işin bu tarafına bakmaz. Zaten bu bir terbiye, bir ahlâk, hatta bir insanlık kuralıdır.
Adına ‘insan kaynakları’ denilen servisin de ‘çalışanlar, aksi ispat edilmedikçe masumdur ve iyi niyetlidir’ şeklinde bir prensip sahibi olması beklenir. (Bu, aksini ispat etmek için gayret göstermek gerektiği anlamına da gelmez, bu arada.)
Çalışanlara
‘Küçük ev’ derdik. Sırtını duvara dayamış, gerçekten küçük, ince uzun, ahırdan bozma tek katlı bir binaydı. (…)
Bahar gelir, anneannem, annem, Ayşe Nene, Nevres Nene bahar temizliğine girişirlerdi. Küçük evin arkasındaki küçük pencereli kilere merdaneli çamaşır makinesi kurulur, şilteler, yorganlar, yastıklar taşlığa, güneşe çıkarılır. Zayıf bahar güneşine. Işıl ışıl, pırıl pırıl, ama ışığı kadar gücü olmayan, insanı ısıtamayan, sabahın serinliğinde insanın içine ağır ağır işleyen.
Kadınların koşuşturmacası arasında, çocuk Serdar (3-4 yaşlarında), incir ağacının altına güneşe çıkarılan şilteye atar kendini, kılıfsız yastığa başını koyar, çarşafsız yorganlardan birine sarılır. Sabah mahmurluğu, yarı uykuda, yarı uyanık, keyif yapar. Merdanenin ‘laaak-lak, laaak yak’ı, çalkalanan suyun şıpırtısı, ortalığa yayılan temizlik kokusu, anneannemin, annemin, arada nasılsa bir vakit bulup bana peynir-ekmek getiren Androniki Dadı’nın tanıdık, huzur ve güven veren sesleriyle yarı uykuya dalar.
O mis gibi sabun kokusu hâlâ burnumda. Loş mutfakta, uçuk sarı boyalı rafların, tel dolapların üstüne dizilmiş, ulaşmak için sarı musluklu lavaboya dizimle basıp tırmandığım kalıp kalıp sabunlar. Komili mi, Hacı Şakir mi, markasız mı? Mutfakta kullanılan taş gibi yeşil sabunun kokusu ayrı, beyaz sabunun kokusu bir başka güzel. Koklamaya gelmez, hapşırtır adamı.
Üniversite yıllarında, yabancı ekonomi basınında ‘Ey patronlar, unutmayın: Şirketinize hem genç kurtlar hem de ak saçlılar lazım…’ diyen yazılara çok sık rastladığımı hatırlıyorum.
Genç kurtlar; yani iyi eğitimli, muhteris, girişimci, dinamik ama yeteri kadar tecrübesi olmayan hatta biraz gözü kara genç çalışanlar.
Ak saçlılar; yani iyi eğitimli, tecrübeli, ihtirası törpülenmiş, tedbirli ama belki hızından bir nebze kaybetmiş, zamanın biraz gerisinde kalmış görece yaşlı çalışanlar.
Şirketin hayalgücünü, girişimciliğini, dinamizmini, cesaretini, savaşçılığını canlı tutmak, çağı yakalamak için gençlere;
kazanımları muhafaza etmek, geçmişin hatalarını tekrarlamamak, gençlerin tecrübe eksikliğini telafi etmek, hayatî hatalar yapılmasını önlemek için görece yaşlılara ihtiyaç var.
Elbette ülkesine, sektörüne, şirketine göre ve tabii zamanla değişen genç kurt / ak saçlı dengesine.
Yıllar geçti, bu tavsiye ne güncelliğini kaybetti ne doğruluğunu.
İlahiyat konum da değil, ilgi alanım da. Ama ‘insan’ deyince konu felsefenin, ‘çalışmak’ deyince de İK’nın alanına girer ki; insanın insan olabilmek için çalışmak zorunda olduğu iddiasına itirazım var.
Gerçi bu cümle bir bilimsel gerçeğin, bir teorinin hatta bir varsayımın ifadesi değil, sadece bir ‘inanç’ kalıbıdır. Onun için tartışılır bir tarafı yok. İnanırsın veya inanmazsın. (Ayrıca tanrı da böyle isteseydi ilk insanı homo sapiens sapiens’ten değil, homo ergaster’den seçerdi.*)
Dinler insanlara çalışmanın bir ibadet olduğunu, çalışanın bu dünyada olmasa bile öbür dünyada mutlaka emeğinin karşılığını alacağını telkin eder. Mesela Necm suresi inananlara “Kişinin emeği mutlaka önüne konulacaktır” diye müjdeler.
Ramazanda Karl Marx’tan alıntı yapıp “Din halkın afyonudur” demek densizlik olurdu. Onun için dinlerin, binlerce yıldır emeği sömürülen insanevladını uyutmaya değil, teselli etmeye çalıştığını umuyorum, diyelim.