Paylaş
Türkiye’nin vetosu, zirvenin bir kriz ortamında açılacağı, hatta krizle kapanabileceği ihtimalinin pek çok çevrede ciddiye alınmasına yol açmış, bunun sonucu Batı medyasında, düşünce kuruluşlarında sayısız haber ve yoruma konu olmuştur.
Gelgelelim bu dikenli konu son anda gündemden çıkartılabilmiş ve NATO liderleri dün Madrid’de zirve toplantısının yapıldığı salondan içeri krizin gölgesinin kalktığı bir ortamda adım atabilmişlerdir.
Zirvenin bu iki ülkenin başvurularıyla ilgili bir karar alamadan dağılması, muhtemelen NATO’nun 70 yılı aşkın tarihinin en büyük başarısızlık öykülerinden biri olurdu. Rusya’nın ateşlediği seyir füzelerinin Ukrayna üzerine inmeye devam ettiği bir dönemde, bu işgal nedeniyle güvenliklerini NATO üyeliğinde arayan iki ülkenin Türkiye’nin vetosu nedeniyle NATO’nun kapısının dışında tutulması, ittifakın birliği, dayanışması ve dünyadaki görüntüsü bakımından devasa bir sarsıntıya yol açardı.
Sağduyu en kötü durum senaryosunun bir şekilde önlenmesini gerekli kılıyordu. Bu düşünceden yola çıkarak, geçen cumartesi günü bu köşede çıkan “Türkiye’nin Vetosu Kalkacak mı?” başlıklı yazımızı “Türkiye’nin güvenliğiyle ilgili beklentilerine karşılık veren, aynı zamanda ittifakının ortak tutum almasını tehlikeye düşürmeyecek makul bir uzlaşı formülünün geliştirilebilmesi bütün tarafların çıkarına olacaktır” tespitiyle noktalamıştık.
Bu makul çözüm sonunda şekillenmiş bulunuyor.
Kuşkusuz, herkes bulunduğu noktadan ortaya çıkan bu uzlaşı formülünün kendine göre bir muhasebesini yapacaktır. Bir tarafa Türkiye’nin müzakere süreci içinde talep ettiklerinin listesi konacak, diğer tarafa nelerin alındığı yazılacak, bunlar üzerinden herkes karşılaştırmalı bir okuma yapacaktır. Tabii, müzakere sürecinde muhatapların vermeye yanaştıkları ödünlerin ne kadarının somut adım, ne kadarının taahhüt kategorisinde olduğu bu muhasebede hesaba katılacak bir başka ölçüt olacaktır.
Ancak yapılacak bir muhasebede öncelikle vurgulanması gereken, büyük fotoğrafta temel kazanımın NATO’nun iki yeni üyeyi bünyesine alarak bir bütün halinde Rusya’ya 24 Şubat’ta başlayan Ukrayna’yı işgali sonrası en etkili yanıtlardan birini vermiş olduğu gerçeğidir.
FETÖ, PYD VE YPG ULUSAL GÜVENLİĞİ TEHDİT EDİYOR
Bulunan formülün Türkiye açısından kazanç hanesine yazılacak en kritik unsuru, YPG/PYD ile FETÖ’nün NATO Genel Sekreteri’nin gözetiminde yapılan müzakere sürecinde iki NATO üye adayı ülke tarafından kısmen dolaylı bir anlatımla da olsa “Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eden örgütler” olarak tescil edilmiş olmasıdır.
İmzalanan mutabakatın dördüncü maddesine bakıldığında, önce bu iki ülke “Türkiye’nin ulusal güvenliğine olan tam desteklerini” vurguladıktan bir sonraki cümlede, “Bu çerçevede PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek vermeyeceklerini” taahhüt ediyorlar.
Aynı paragrafın devamında Finlandiya ve İsveç, “Terörün her türlü şekil ve tezahürünü reddettikleri ve kınadıklarını” beyan ediyorlar, daha sonra “Türkiye’ye saldıran bütün terör örgütlerini kınıyorlar”.
Bu ifadelerin hepsi aynı paragrafın içinde yer alıyor. Hepsi bir bütün oluşturuyor. Ancak görüleceği gibi “terör” ifadesi niteleyici bir sıfat olarak bu örgütlerin önüne konmuyor, aynı paragraf içinde sonraki bir cümlede konuyor.
Ayrıca, bir sonraki beşinci maddede PKK bir “terörist örgüt” olarak açık bir şekilde tanımlanıyor. Finlandiya ve İsveç’in “PKK’nın ve diğer bütün terör örgütlerinin ve uzantılarının faaliyetlerini önleyecekleri” taahhüdüne de yer veriliyor bu paragrafta.
Böyle de olsa, ilk kez bu örgütlerin (PYD, YPG ve FETÖ) bu şekilde kayda geçirilmiş olmasının önemli bir “ilk” olduğu teslim edilmelidir. Türkiye, Batı karşısında temel bir güçlüğü, PYD’nin PKK’nın Suriye’deki siyasi uzantısı, YPG’nin de onun askeri kanadı olduğu tezini kabul ettirmekte yaşıyor; bu ilişkiyi teyit eden sayısız kanıtın bulunmasına, PKK kadrolarının bilfiil bu örgütlerin bütün kademelerinde yer almalarına rağmen...
Bu yönüyle bakıldığında, PYD/YPG’ye, NATO çatısı altında, iki ülkenin NATO üyeliği sürecinde akdedilen bir anlaşmada yer verilmiş olması her şeye rağmen kayda değer bir gelişmedir.
FETÖ ZEMİN KAYBETTİ
Mutabakatın içeriğinde alınan sonuç FETÖ açısından daha az önemli değildir. Mutabakatta bu örgütten “Türkiye’de FETÖ olarak adlandırılan örgüt” şeklinde söz ediliyor. Adına ne denirse densin, ister “Gülen cemaati” ister “Fetullahçı organizasyon” ya da “Gülenci kriminal örgüt”; kimin ve kimlerin kastedildiği ortadadır.
Üçlü mutabakatta bu örgütün Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiği bir şekilde tescil edilmiş, iki Batı ülkesi NATO’ya üye olmalarının bir gereği olarak bu örgütü desteklememe taahhüdünü üstlenmiştir. Bir anlamda NATO’ya giden yollar, bu örgütü himaye etmemekten geçiyor.
Bu taahhüt üzerinde durulması gereken bir emsal yaratmış olmaktadır. NATO çatısı altında atılan bu imza şu soruları da bütün NATO ülkelerinin gündemine sokmuştur:
“Türkiye’de FETÖ olarak adlandırılan örgüt”ü desteklememek, artık NATO üyesi olabilmenin kriteri ise bu örgütün lideri olan kişinin NATO’nun en büyük müttefiki ABD’nin Pensilvanya eyaletinde emniyetli bir şekilde oturmakta oluşu nasıl izah edilecektir? Bu örgütün mensuplarının, örneğin Türkiye’deki sayısız kumpasın faillerinin bütün pek çok Batı ülkesinde ellerini kollarını sallayarak dolaşmaları nasıl açıklanacaktır?
ZİRVE BİLDİRİSİNE GİRDİ
Mutabakattaki bu ifadelerin her halükârda Türkiye’nin eline bir dizi koz verdiği kabul edilmelidir. Bütün mesele bu kartın ne kadar kullanılabileceği, daha doğrusu NATO çatısı altında akdedilen bu mutabakatın önümüzdeki dönemde NATO’nun bütününe nasıl teşmil edilebileceği sorusunda karşımıza çıkıyor.
Kuşkusuz, dün açıklanan NATO Zirvesi bildirisinin 18’inci maddesinde Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya davet edildikleri duyurulurken üçlü mutabakata da yer verilmiş olması bu yönde önemli bir adımdır. Bildiride davet ifade edildikten hemen sonra “Bütün müttefiklerin meşru güvenlik kaygılarının karşılanmasının hayati önem taşıdığı” vurgulanıyor, ardından “Türkiye, Finlandiya ve İsveç arasında buna dönük üçlü mutabakatın sonuçlandırılmasının olumlu karşılandığı” belirtiliyor.
Dolayısıyla, imzalanan metin yalnızca üç ülke arasında yapılan bir anlaşma olmaktan çıkmış, 30 NATO üyesinin desteklediği bir belgeye dönüşmüştür.
Ayrıca, Türkiye’nin bir önceki NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Fatih Ceylan, yaptığı açıklamalarda, iki ülke için hazırlanacak katılım protokollerinde de Türkiye-Finlandiya-İsveç anlaşmasına referans yapılabileceğine dikkat çekiyor. Bu protokollerin NATO Konseyi’nde onaylanması gerektiğinden Türkiye’nin elinde bu aşamada da yine önemli bir pazarlık kartı bulunuyor.
UYGULAMA YAKINDAN İZLENMELİ
Sonuçta Finlandiya ve İsveç’in PYD, YPG ve FETÖ karşısında kabul ettikleri noktalar önemli olmakla birlikte, mutabakatın oldukça geniş bir bölümü iki ülkenin bu örgütlerle ilgili atacakları adımlara ilişkin taahhütlerine dayanıyor. Üstelik taahhütlerin uygulanmasıyla ilgili üçlü bir mekanizma da kuruluyor.
Bu çerçevede imzalanan anlaşmanın başarı derecesi, önümüzdeki dönemde içeriği kadar uygulaması üzerinden ölçülecektir. Finlandiya ve özellikle İsveç’in bu mutabakatta PKK, PYD-YPG ve FETÖ ile mücadele konusunda üstlendikleri taahhütleri ne ölçüde hayata geçireceklerinin uygulamada somut fiiller üzerinden izlenmesi gerekiyor. Keza, iade taleplerinin nasıl sonuçlandırılacağı uygulamayla ilgili bir diğer kritik başlıktır.
Tabii bu dönemde Türkiye’nin elinde başka baskı kartları da var. Finlandiya ve İsveç’in üyelik süreçlerinin kesinleşmesi ve NATO’da kararlara katılabilen üyeler haline gelebilmeleri, ancak katılımlarına ilişkin protokollerin üye 30 ülkenin parlamentolarında onaylanmasıyla mümkün olacaktır. Her bir onay işlemi sonuçlanmadan süreç tamamlanmıyor.
Dolayısıyla, önümüzde dönemde TBMM’de bu protokollere ilişkin onay işlemi yapılırken Finlandiya ve İsveç’in taahhütlerini uygulamak anlamında hangi adımları attıklarına kuşkusuz yakından bakılacaktır.
Paylaş