Paylaş
Buluşmadan sonra ikisinin birlikte düzenledikleri basın toplantısını izleyenler, 16 yıldır yürüttükleri mesainin muhasebesinden ve bu süre içinde aralarındaki diyalogun seyrinden genel hatlarıyla memnuniyet duyan iki muhatap buldular karşılarında.
Gerek Merkel’’in gerek Erdoğan’ın açıklamaları, karşılıklı olarak birçok konuda yaşadıkları görüş ayrılıklarına ve halen sürmekte olan sorunlara rağmen, ilişkinin seyrinin bütününe bakıldığında olumlu bir bakışa sahip olduklarını ortaya koydu.
Bu arada, sıcak bir ortamda geçen basın toplantısında birbirlerinden övgüyü de esirgemediler. Örneğin Merkel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ikili işbirliğine önem atfettiklerini belirterek, “Türkiye’de çok şey gelişti. Çok gelişme oldu altyapı açısından olsun, İstanbul’a baktığımızda bunu görüyoruz... Son defa Ankara’ya geldiğimde ne kadar önemli bir idari yapı, bir yönetimin burada olduğunu... Orada yaşayan insanlar(ın) ekonomik sorunlara rağmen standartların yükseldiğini de görebiliyordum” şeklinde konuşması, Erdoğan dönemine dönük kuvvetli övgü ifadeleridir.
Keza Erdoğan, zaman zaman Şansölye Merkel ile “Sıkıntılı dönemler yaşamakla birlikte bunları aşıp işbirliğini ileri taşımayı her zaman başardıklarını” söyledi. Merkel’in “her zaman sağduyulu ve çözüm odaklı bir yaklaşım sergilediğini” anlattı.
TÜRKİYE’NİN TAM ÜYELİK PERSPEKTİFİNİN KAYBOLMASINDA ROL OYNADI
Kuşkusuz, geride bıraktıkları 16 yılın muhasebesinde krizli dönemler de var. Örneğin, 2017’de Türkiye’deki başkanlık sistemine ilişkin anayasa referandumu öncesinde Berlin’in AK Parti’ye Almanya’da miting yapma izni vermemesi üzerine Erdoğan’dan gelen “Nazilik” de dahil ağır eleştirilerin, iki ülkenin ilişkilerini soktuğu türbülanslar hafızalardan silinmiş değildir. Buna karşılık son tahlilde karşılıklı çıkarların ağır basması ve özellikle Merkel’in geleneksel pragmatizmi ile bu gibi sarsıntılar bir şekilde aşılmıştır.
Geride bıraktığımız döneme baktığımızda, Şansölye Merkel’in Türkiye karşısındaki politikasında ana başlıklarda şu yönelişlerin altını çizmek mümkündür.
Türkiye ile AB arasındaki tam üyelik görüşmelerinin bugün gündemden düşmüş olması, hem AB hem de Türkiye cephesindeki pek çok faktörün bir araya gelmesinin bir sonucudur. Ancak Avrupa cephesine baktığımızda şunu görüyoruz: Tam üyelik müzakereleri 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasından çok kısa bir süre sonra 22 Kasım 2005 tarihinde Merkel başbakanlık görevini üstlenmiştir. Kendisi, müzakerelerin temposunu kaybedip aşamalı bir şekilde duraklamaya girmesinin ve ardından fiilen durmasının perde arkasındaki belirleyici oyunculardan biri olmuştur.
Bugün Türkiye’nin tüm üyelik perspektifi kaybolmuşsa bunun önemli nedenlerinden biri de Merkel’in frene basmış olmasıdır. Merkel, Türkiye’nin tüm üyeliğini kuvvetli bir şekilde destekleyen selefi sosyal demokrat Gerhard Schroder’in çizgisinden süratle uzaklaşmıştır.
Merkel’in açıklamaları sırasında AB’ye tam üyelik hedefini hiç telaffuz etmemiş olması bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Şansölye, “Türkiye’nin tam üyelik adaylığı” kavramını zaman içinde -deyim yerindeyse- AB’nin sözlüğünden çıkartmıştır. Buna karşılık, Türkiye’nin NATO ortaklığı ile sığınmacılar ve göç meseleleri geniş vurgular almıştır geçen cumartesi günü.
STRATEJİK BAKIŞINDA TÜRKİYE’YE TAMPON ÜLKE ROLÜ
Söylemdeki bu değişimin de altını çizdiği üzere, ileride Merkel’in dönemi değerlendirildiğinde, Türkiye politikasıyla ilgili muhtemelen en önemli saptamalardan biri şu olacaktır: Avrupa’nın stratejik bakışında Türkiye’yi kıtaya sığınmacı dalgasını frenleyecek bir tampon ülke olarak görme eğilimi son dönemde baskın bir mülahaza haline gelmiştir.
Nasıl Soğuk Savaş zamanında Türkiye, ABD’li stratejistlerin, karar vericilerin gözünde bölgesinde Sovyetler Birliği’nin yayılmasını frenleyecek bir set olarak görülmüşse Merkel de Türkiye’yi bu kez sığınmacıların Avrupa’ya yayılmasını durduracak bir tampon gibi görmeye başlamıştır. Merkel’in cumartesi günkü açıklamalarında mülteci vurgusunun ne kadar geniş bir yer tuttuğunu görmek bu bakımdan yeteri kadar fikir vericidir.
Buradaki kritik bir nokta, mülteciler dosyası her şeyin üstüne çıkınca, Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkilerin demokrasi, hukuk gibi değerler boyutunun ikinci plana düşmesidir. Merkel’in geçen hafta Kudüs’te Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü’nde yaptığı konuşma bu bakımdan dikkat çekicidir. Merkel, önce “NATO üyesi Türkiye’nin Avrupa’ya yasadışı göçle mücadelede AB için merkezi bir rol oynadığını” belirtmiştir. Ardından “Dış politikanın değerler ve çıkarların bir karışımı olduğunu” söyleyerek, “Burada doğru dengeyi bulmak büyük mesele” diye konuşmuştur.
MERKEL’DEN İNSAN HAKLARI VURGUSU
Öyle anlaşılıyor ki, Merkel bu dengeyi bulduğu kanaatindedir.
Gelgelelim Almanya’daki muhalifleri, kendisinin Türkiye politikasında bu dengeyi bulamadığı, pragmatizminin demokrasi ve insan hakları gibi Avrupa değerlerinin üstüne çıktığı noktalarında bugün Merkel’i eleştirmekteler. Türkiye’de bu alanlardaki standartların gerilediğini vurguluyorlar.
Zaten Merkel’in Erdoğan’ın yanında yaptığı açıklamalar sırasında, “görevi sırasında insan hakları ve bireysel özgürlükler konusunda her zaman eleştirilerde bulunduğunu, bu konuları dile getirdiğini” belirtme ihtiyacını duyması, kendisine dönük bu eleştirilere bir yanıt olarak da görülebilir. Yine de Merkel’in değindiği eleştirilerini geçen dönem içinde Türkiye ile ilişkilerini riske atmayacak bir üslup ve format içinde ifade ettiğini belirtmek hata olmaz.
Merkel, ayrıca basın toplantısında Türkiye’deki tutuklu Alman vatandaşların durumunu da açtığını belirterek, terörün tanımlanması konusunda taraflar arasında farklı bakış açıları bulunduğunu da söylemiştir.
Altını çizmemiz gereken bir husus, Merkel’in insan hakları ve bireysel özgürlükler meselesini her zaman vurguladığını, bu sorunlarda çözüm aradığını belirttikten sonra “Jeostratejik açıdan birbirimize bağlıyız, bağımlıyız” diye eklemiş olmasıdır.
Bu bağlamda Suriyeli mültecilerin yanı sıra Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginlikler ve Libya’daki içsavaş gibi dosyaların da Merkel’in Erdoğan’la diyalogunda çok geniş bir yer tuttuğunu hatırlamalıyız.
YENİ KOALİSYONUN POLİTİKASI NE OLACAK?
Merkel’in ziyareti Erdoğan’a veda etme amacını taşıyordu. Dolayısıyla Merkel’le ilgili değerlendirmeler de son tahlilde artık düne aittir. Önümüzdeki haftalarda, aylarda Berlin’de yeni bir koalisyon hükümeti işbaşı yapacaktır. Sosyal Demokrat lider Olaf Scholz’un başbakanlığında Yeşiller ve liberal çizgideki Hür Demokratlar’ın katılacağı üçlü bir koalisyon kurulması, şu an görünen en muhtemel seçenektir.
Sosyal Demokratlar ve Yeşiller, 1990’lı yılların sonunda tam üyelik adaylığının kabul edilmesi ve 2000’li yılların başlarında müzakerelerinin başlamasında Türkiye’nin Avrupa’daki en kuvvetli destekçileri arasında yer almışlardı. Aradan geçen yıllardan sonra bundan sonraki koalisyon ortaklarının Türkiye’nin AB karşısındaki konumu ve tam üyelik meselesinde nasıl bir çizgi üzerinde mutabakata varacakları yeni dönemin en önemli sorularından biridir.
Her halükarda, Hıristiyan Demokratlar’ın dışında kalması muhtemel yeni koalisyonun insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi konularda Merkel’e kıyasla Türkiye karşısında eleştirilerin daha yüksek sesle ifade edildiği bir çizgiye geçtiğini görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Paylaş