Günümüzde çalar saatin olmadığı ev kalmazken bir Osmanlı geleneği olarak Ramazan davulcuları, insanları sahura kaldırmak için hâlâ geceleri sokak sokak dolaşıyorlar. Kimi doğup büyüdüğü mahallesinde, kimi de evinden kilometrelerce uzaktaki başka bir şehirde Ramazan ayı boyunca çalışıyor. 47 yaşındaki davulcu Mehmet Gizlenir ile akrabaları da öyle. Doğma-büyüme Hataylı ama “Çukurambar’ın 25 yıllık Ramazan davulcusuyuz. Daha bina yokken, gecekondular varken biz davul çalıyorduk burada” diye başlıyor hikâyesini anlatmaya: “Kendimi bildim bileli davul çalarım.”
TEK GÖZ ‘SARAY’DA KALIYORLAR
Ramazan ayı dışında Hatay’da düğünlerde, organizasyonlarda çalıyorlar. 11 ayın sultanı geldiğindeyse, akrabalarıyla birlikte ailelerini Hatay’da bırakarak bir aylığına Ankara’ya geliyor. Bu yıl da 3 akrabasıyla birlikte Ramazan’a bir hafta kala Ankara’ya gelmişler. Emek’teki tek göz bir evde, yan yana dizdikleri döşeklerde yatıp, kalkıyorlar. Günün büyük kısmını, Gizlenir’in “Burası bize saray” dediği bu odada geçiriyorlar.
Deniz Bozkurt, ömrü direksiyon başında geçenlerden. 12 yaşında muavin olarak başladığı şehirler arası yolculuğu, şimdilerde direksiyon başında günde bin kilometre yol yaptırıyor ona. “Kaptan’ diyen de oluyor, ‘Şoför bey’ diye seslenen de” diye başlıyor, yol hikâyelerini anlatmaya. Şoför mahalline erken yaşta geçti aslında ama sağ taraftaki muavin koltuğundaydı hep. Göz ucuyla sürekli kestiği sol taraftaki kaptan koltuğuna ise 24 yaşındayken geçti ve bir daha bırakmadı.
HAFTADA İKİ GÜN İSTİRAHAT
15 yıldır şirket kaptanı olarak yollarda. Her seferini, ilk günkü heyecanla tamamlıyor. Otobüse sağ ayağıyla adım atarak giriyor. Koltuğa oturur oturmaz emniyet kemerini takıyor. Takometresini kontrol ediyor ve besmele çekip kontağı çeviriyor. Mesai saatleri, yolun uzunluğuna göre değiştiğinden izinli olduğu günler de ona göre ayarlanıyor. “Zor olmuyor mu” diye sorduğumda, “Bizim işimiz bu. Aileden uzak kalma durumunun bilincindeyiz. Haftada 5 gün çalışıyorsak, 2 gün de istirahatli oluyoruz” diye yanıt verdi ve ekledi:
Şehirler arası yolculuk yaparken ya da aracımızı park ettiğimiz otoparkın girişinde rastlarız daha çok onlara. Yahut bir tiyatro oyunu ya da sinema filmine bilet alırken selamlaşırız. Bir iki dakikayı geçmeyen para alışverişinin ardından belki de bir daha hiç rastlamayacağımız hayatlara “Allah’a ısmarladık” der, gideriz. Kimden mi bahsediyorum? İş hayatlarını, iki metrekarelik kulübelere sığdıran gişe görevlilerinden. Sefer Akyıldız da gişe görevliliğini, kendine meslek seçenlerden. Başkent’in kara yoluyla kente giriş kapısı olan Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi’ndeki (AŞTİ) otopark gişelerinin görevlilerinden biri kendisi.
HER GÜN BİNLERCE YENİ YÜZLE SELAMLAŞIYOR
Vardiya sistemiyle çalıştıklarından mesai saatleri iki güne bir değişiyor. “Ya 07.00-16.30 ya da 16.30-07.00 vardiyasında iş başında oluyoruz” diye başlıyor 49 yaşındaki Akyıldız, mesleğini anlatmaya:
“Günde ortalama bin ila bin 500 arası araba giriş, çıkışı oluyor. Yani günde en az bin 500 yeni yüz ile selamlaşıyoruz. Asker sevk dönemleri ile bayramlarda ise bu rakam 3 binlere çıkıyor.”
SIKINTIYA ÇÖZÜM, DERİN BİR NEFES
İki metrekarelik gişesinde hesap işlemlerini yaptığı ve araç giriş-çıkış saatlerini gösteren sistemin açık olduğu bilgisayarı dışında kafasını dağıtabileceği hiçbir şeyi yok. Yemek ve tuvalet gibi kişisel ihtiyaçları için ise yoğun olmayan anları kolluyor. Yedek gişedeki arkadaşıyla paslaşıyor. “Bunun dışında ayrılamıyorum, işimin başındayım” diyor. Sürekli oturduğu için bacaklarını açmak için arada bir ayağa kalkıyor ama en sık yaptığı, başını kulübesinin penceresinden dışarı uzatıp derin bir nefes almak. Mesleğiyle ilgili hikâyesini dinlemeye gittiğim Akyıldız, şunları söyledi:
Sanayide geçmiş bir ömür onunkisi. ‘Karlıkçı’ lakabıyla tanınan Halil Yüksel, ilk adımını 10 yaşındayken attı kaportacı dükkânından içeri. Çıraktı henüz ama araba tutkusu, onu işinde en iyisi yaptı. 1970’li, 80’li yıllarda klasik arabalar için yaptığı sac kaporta ve konsol tasarımlarıyla adından kısa sürede söz ettirmeyi başardı. Önce işi öğrendiği Dışkapı’ya, ardından İskitler’e dükkân açtı. Son olarak da bugün 10 çalışanıyla hizmet verdiği Şaşmaz Oto Sanayi’ye taşındı. Karlıkçı Halil yalnızca araba tasarımı yapmıyor; hurda otomobillerin fiberglass kalıplarını çıkarıp mobilya da üretiyor. Bugün onun ‘Oto Sport’ markasıyla Şaşmaz’da tasarlayıp, ürettiği klasik araba görünümlü koltuk, sehpa, masa ve televizyon üniteleri yurt dışına da ihraç ediliyor.
HEM İŞ HEM AŞK
Adını yurt sınırlarını aşan 63 yaşındaki Karlıkçı Halil, “Bu işte sınır yok, yaratıcılıkla alakalı diyor, yarım asrı geride bıraktığı mesleği için ve ekliyor:
“Eskiden Amerikan arabaları vardı. Sacdan kaporta yapıyordum. İsmim de kaportacılık yapmamdan geliyor zaten ama otomobil aşkım olduğu için zamanla aksesuara yöneldim. Artık fiberglass üretiyoruz. Karlık, tampon, spoiler, yani aklına gelebilecek her şeyi yapıyorum. Bu benim için tutku. Hem iş hem aşk.
YAPIMI 15 GÜN SÜRÜYOR
En çok hoşuma giden ise araba kalıplarına yaptığım mobilyalar. Klasik hurda bir arabanın kalıbını çıkarıyoruz, demir karkasları döşüyoruz, sonra boyama ve döşeme oluyor. Son olarak da nikelajı ve firma plakasını takıyoruz. Tek bir mobilyanın yapımı 15 gün sürüyor, emek istiyor. Müşteri ister de kalıbını çıkartırım diye alıp, kenara koyduğum hurda arabalarım da oluyor ama isteyen olmayınca satıyorum.
YILDA 50 ÜRÜN İHRAÇ
Erdem Turan, satrancı ulaşabildiği kadar çok çocuğa öğretmeye ‘baba’ olduğunda karar vermiş: “Tablet, telefon zararlı hale gelmeye başladı. Çocuklara satranç ile ulaşıp, bağımlısı oldukları o teknolojik aletlerden biraz uzaklaşsınlar istedim.” İşte, hikâyesi böyle başlamış Erdem Turan’ın.
Satranç oynamayı çok küçük yaşta babasından öğrenmiş. Tabii, o da çocuklarına öğretmiş. 16 yıldır olduğu gibi kreş ve okullarda çocuklara satranç dersi vermeye devam ederken; geçen yıl 1993 model çalışır durumda bir yolcu otobüsü almış. Önce koltukları sökmüş, sonra da taban seviyesini indirip otobüsün içini bir dersliğe çevirmiş. Aracın içini ve dışını da çocukluğundan beri her karesini ve hamlesini öğrendiği satranç tahtası gibi siyah ve beyaz renklere boyamış. Erdem Turan, bir buçuk ayda istediği şekle soktuğu ve ‘Akıl Oyunları Otobüsü’ adını verdiği otobüsüyle yollara çıkmış.
BİLMEYENLERE ULAŞMAYA ÇALIŞIYOR
Kreş ve okullarda verdiği derslerden fırsat buldukça otobüsüyle birlikte sosyal sorumluluk projelerine katılan satranç antrenörü ve akıl oyunları eğitmeni Turan, daha önce satrançla ya da diğer akıl oyunlarıyla hiç tanışmamış çocuklara ulaşmaya çalışıyor. Bazen bir köy okulunun, bazen de bir kreşin bahçesine çekip otobüsünü, çocuklar için açıyor satranç masalarını. Çocukların, hayatları boyunca karşılaşabilecekleri sorunlar karşısında yapabilecekleri sonraki hamleleri satranç sayesinde çeşitlendirebileceklerini belirten Turan, şunları söylüyor:
DİKKAT DAĞINIKLIĞI, ÇAĞIMIZIN VEBASI
Aralarında Bülent Ecevit, Kenan Evren gibi dönemin siyasileri ile Zeki Müren, Adnan Şenses ve Ankara Radyosu ses sanatçılarının da bulunduğu isimlere yaptığı ayakkabılarla ‘Protokol Kunduracısı’ lakabını alan 67 yıllık ayakkabı ustası Nurettin Cebeci, Ziya Gökalp Caddesi’ndeki 21 metrekarelik dükkânında mesleğini icra etmeye devam ediyor. Özellikle Cebeci-Kızılay güzergâhında yürüyenlerin yakından tanıdığı ve her gün önünden geçtiği Bale Kundura’nın sahibi Cebeci, “Ben bu dükkânda Türkiye’yi tanıdım” diye başlıyor yaşam hikâyesini anlatmaya. Artvin’in Gürcistan sınırına yakın bir köyünde geçen çocukluk döneminin ardından, ekonomik sorunlar nedeniyle eğitim hayatına devam edemedi. İstanbul’daki ayakkabı ustası bir akrabasının yanına gitme kararını aldığında meslek hayatına ilk adımını atmış oldu.
SERİ ÜRETİME GEÇMEDİ BALE ADI MARKA OLDU
12 yaşında İstanbul’da başladığı ayakkabıcılığı, Ankara’ya taşıdı. 1960’lı yıllarda evlerinin de bulunduğu Cebeci’de açtı ilk dükkânını. Birkaç yıl sonra şimdiki yerine taşındı ve kendi soyadını verdi kundura dükkânına. Ama semtin adı da aynı olduğu için marka adını değiştirme ihtiyacı duydu. Tam bu dönemde “Türkiye’de bale ayakkabısı yapılır mı” tartışmaları başlamışken, Londra’dan gelen bir ayakkabının aynısını yaptı. Ancak işleri henüz tam oturmadığı için seri üretime geçme kararından vazgeçti ama isim baki kaldı. 54 yıldır aynı dükkânda, aynı kaliteyle hizmet veren Cebeci, “Bale sanatı, nezaketi anlattığından dükkânın adını bale koyduk” diyor.
AVM’LER ÇOĞALDI, KABUĞUMUZDA KALDIK
“Bale Kundura” adıyla yıllarca üst düzey siyasi ve askeri isimlerle sanatçılara kendi eliyle ayakkabılar yapıp, giydirdi. Ancak fabrikasyon üretimin artması, el işçiliğinin olduğu her alanda olduğu gibi meslek hayatında yarım asrı devirmiş ayakkabı ustasını da dara soktu. Tüm olumsuzluklara rağmen her gün dükkânını, ilk günkü heyecanla açan 80 yaşındaki Cebeci, şöyle özetliyor hayatını:
Tarih, 12 Şubat 1971. Türkiye’de yabancı lisansla üretilen ilk araba ‘Murat 124’ piyasaya sürüldü. Namıdiğer ‘Hacı Murat’, ilk kez o günlerde trafiğe çıktı ancak bugün hâlâ, ilk günkü görünümüyle yollarda. Yıllara meydan okurcasına aramızda dolaşan klasikleri koruyanlar da, onlara gözleri gibi bakan nostalji tutkunları. ‘Hacı Murat’ tutkunlarından biri de 60 yaşındaki Ankaralı Ali Demir. 40 bine yakın üyesi bulunan Murat 124 Sevdası Kulübü’nün kurucusu da olan Demir, sahibi olduğu 1975 model Murat 124 ile 1978 model Murat 131’e gözü gibi bakıyor. Garajında koruduğu göl grisi rengindeki arabalarının her gün bakımını yapıyor, çalıştırıyor. Yıl içinde de farklı illerde düzenlenen etkinliklere katılarak onları sergileyen Demir, ‘Hacı Murat’ tutkusunu şöyle anlatıyor:
İNSANLARIN İLGİSİNİ ÇEKİYOR
“İlk arabam, 1974 model yeşil renkte Murat 124’tü. Bu araç ise beş yıldır bende. Her şeyi orijinal. Rengi de fabrika çıkış rengi, sadece yeniledik. Murat 131 de bir yıldır bende. Bakımlarını Başkent Sanayi Sitesi’nde yapıyorum. Onları koruyabilmek için, garajı geniş olduğundan şu an oturduğum evi aldım. Bu benim için bir tutku. Seversen, tutkunu oluyorsun. Yeni model arabalarım da var ama ben Hacı Murat ve Serçe’yi kullanırken çok zevk alıyorum. Çünkü trafikte bunlarla seyir halinde olmak insanların ilgisini çekiyor. İnsanlar kornalarıyla ya da selektör yaparak selam veriyorlar. Trafikte görebileceğiniz iyi durumda bin civarında Murat var.”
ARABA TOPLAYACAKLARA TAVSİYE
Murat tutkusunu oğlu ve torununa da aşılayan Demir, “Satar mısın?” sorusuna ise hiç düşünmeden cevap veriyor: “Yok, yok. Maddi anlamda çok zor bir durumda olmayan kimse bu arabadan vazgeçmez. Satmam.”
Onlar, sokakta görünce göz ucuyla bakıp da hızlı adımlarla yanlarından geçip gittiğimiz kimsesizler. İflas, sağlık sorunları, trafik kazası, ailevi meseleler... Her birinin, sokağa düşme hikâyesi farklı. Parklar, atıl binalar ya da kapalı kamu alanları evleri; çöplerden buldukları ya da başkalarının verdikleri de aşları oluyor. Yaz aylarını, günü kurtararak geçirenler; kış aylarında da Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Ankara Valiliği’nin ortaklaşa yürüttüğü proje kapsamında belirlenen otellerde kalıyorlar. Dondurucu soğuklarda dışarıda kalmak yerine, ‘Kimsesizler Oteli’ olarak bilinen bu otellere sığınanlara sıcak oda ve yatak ile üç öğün yemek ve giyecek de veriliyor. Hiçbir ücret alınmadan hava sıcaklıklarının yükseldiği nisan ayı sonuna kadar bu otellerde kalan kimsesizlerin sağlık kontrolleri de yapılıyor. İşte ‘Kimsesizler Oteli’nin misafirlerinden bazıları ve hikâyeleri:
NE BULURSAM ONU YİYORUM
Serdar Çolak. Konuşmayı çok sevmeyen ve iletişime tamamen kapalı olan 58 yaşındaki Çolak’ın, ağzından dökülen birkaç kelime, yaşadığı hayatın zorluğunu anlatmaya yetiyor:
“Kimsem yok. Fırınların önüne yatıyorum. Ne bulursam, onu yiyorum.”
AÇILMASINI, İPLE ÇEKİYORUM
10 yıl önce bir kamu kurumunda memurken, öfke kontrolü problemi yüzünden müdürünü dövdüğü için görevinden olan ve adını vermek istemeyen 51 yaşındaki kimsesiz, “Elimden geldiği kadar çalışmaya çalışıyorum ama yaş ilerlediği için iş vermiyorlar. Kışları, buranın (otel) açılmasını iple çekiyorum. Yazları AŞTİ’de, parklarda, acil servislerde kalıyorum. Benim gibiler için burası, bulunmaz nimet” diyor.
KIŞ ZOR, DIŞARISI BUZ GİBİ