“Gelinim Mutfakta” programından hatırlayacağınız sunucu Nursel Ergin ilginç bir portre. İş insanı Murat Akyer ile 2017’de evlenmiş ama geçen yıl ayrılmıştı. Fakat boşanmanın üstünden 6 ay ya geçti ya geçmedi, tekrar bir araya geldiler. Boşanmada her iki tarafın da haklı yanları olabilir ama birbirlerinin kıymetlerini anladılarsa eğer, geçmiş hatalardan ders alabildilerse ne mutlu onlara. Allah bir yastıkta kocatsın.
En son sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı Nursel Ergin. “Tam şu an olmak istediğin yeri göster” başlığının altına şöyle yazdı güzel sunucu:
“Aynı kişiyi asla ikinci kez bulamazsınız. Aynı kişide bile.”
Bazı kafa karışıklıklarına neden oldu bu paylaşım. Murat Akyer’e bir gönderme olup olmadığı tartışıldı.
Ben pek öyle algılamadım açıkçası. Üstelik aklıma çok ünlü başka bir sözü getirdi. Filozof Heraklitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” sözünü. Ne anlama geliyordu bu veciz? Şu: Tabii ki aynı nehirde tekrar yüzebilirsiniz. Ama köprülerin altından çok sular akmıştır. Artık ne nehir aynı nehirdir ne de siz aynı siz...
Yeniköy’deki The Red Balloon’un head chef’i.
Geçen gün çok özel bir etkinliğe ev sahipliği yaptı: Mekânında babasını ağırladı.
Çünkü babası da bir şef. Ayvalık’ta bir restoranı var.
Kendisi de doğma büyüme Ayvalıklı olan Ulaş, “Büyük sofralarda özümsediğim lezzetleri, küçük yaşlardan itibaren profesyonel olarak öğrenmek için yaklaşık 15 yaşında mutfağa adım attım” diyor.
Baba-oğul harika lezzetler hazırladılar. Bunlardan biri de “mübadil” adını verdikleri mezeydi.
◊ Metin Han’ın tıp fakültesinde okuyan, devlet memuru olup, haftanın bazı günleri gizlice pavyonda çalışan öğrencileri bile varmış. Düşünsenize, siz evladınız okuyor, doktor olacak sanarken o geceleri pavyonda konsomatrislik yapıyor. Yahut devlet dairesinde yanınızda oturan kişi, akşamları bambaşka bir kişiliğe bürünüyor. Hayret edilecek bir şey. Peki hiç tanıdıklarıyla karşılaştıkları falan olmuyor mu pavyonlarda?
◊ Metin Han, “Hobi amaçlı bir kadın gelip de ders almadı daha benden, hepsi bu işte çalışıyor” diyor. Ben sahnede yapılan o dansların hep doğaçlama olduğunu sanırdım. Demek ki pavyonda çalışabilmek için önce bir dans eğitimi almak şartmış.
◊ Metin Han sıkıştırılmış bir eğitim veriyormuş: “Aslında aylar sürecek eğitimi, o kadar vakitleri olmadığı için altı saate indirdim. Çünkü ikinci şansları yok...” 15 yıldır hiç ikinci kez gelip dans dersi olan çıkmamış. Yani temel eğitimi alıyorsun, pratiği sahnede yapıyorsun. Eğer konsomatris o dansı kıvıramazsa bir daha giremiyormuş oralara.
◊ Metin Han pavyonların eskisi gibi bir kere girdin mi bir daha çıkması mümkün olmayan yerler olmadığını anlatmış. Dans dersi için gelen her kadın bu işi geçici olarak düşünüyormuş. Çoğu mecburiyetten çalışıyormuş. E tabii mecburiyetten. Yoksa kim gönüllü olarak sarhoşların ağız kokusunu çekmek ister?
◊ Pavyon sosyolojisi bölgelere göre değişiyor belli ki. Metin Han’ın Ankara’ya şehir dışından gelip 2-3 gün otelde kalarak dans dersi alan öğrencileri de varmış. Ankara yöresinde zil oyunu şartmış mesela. Kaşık oyunu şart değilmiş ama konsomatris onu da bilirse avantajmış. Hazar Ergüçlü zil oyununu gayet başarılı yapıyor. Bakılım kaşıkla da oynayacak mı?
◊ Hazar Ergüçlü’nün, Anadolu Ateşi dans grubunun eğitmeni Elif Erol’dan ders alarak diziye hazırlanan dansını da değerlendirmiş Metin Han. “Dansın yorumlamaları güzel” diyor. Sadece gerçek hayatta kıyafetler daha transparanmış. Hazar Ergüçlü’yü şimdiye kadar biri kırmızı, diğeri siyah, iki mini elbiseyle gördük. Belki ilerleyen bölümlerde transparan da kullanacak.
KONSOMATRİS NEDİR?
Hamile eşi Yıldız Çağrı Atiksoy ile gazetecilerin sorularını yanıtlayan Oktay, eşinin değil kendisinin kilo aldığını anlattı: “Yıldız kilo almıyor, ben alıyorum. 7 kilo aldım. Tıpta da böyle bir şey varmış, çok fazla empati kuran erkeklerde olurmuş. Sempatik gebelik deniyormuş buna...”
Eşiyle empati kurması... Bu yüzden kilo alması... Çok hoşuma gitti nedense.
Baktım; tıpta “Couvade sendromu” deniyormuş bu duruma.
Baba adaylarının hamile eşleriyle aynı şikâyetleri yaşaması anlamına geliyor. Erkekler eşleriyle birlikte kilo alıyormuş, ruhsal değişimler yaşıyormuş, karınlarında gerginlik ve gaz şikâyetleri oluyormuş.
Hatta aşeren erkekler bile varmış.
Belirtiler gebeliğin 3’üncü ayında başlıyormuş; 4, 5 ve 6’ncı aylarda biraz hafifliyormuş. Sonra gebeliğin son 3 ayında yeniden ortaya çıkıyormuş. Doğuma doğru giderek şiddetleniyormuş. Bebek doğunca şikâyetler tamamen geçiyormuş. Dünyanın en sempatik gebeliği bence.
Çocuk hele bir doğsun, lohusa şerbetleriniz benden!
Havaalanlarında star gözaltıları
Biz hep yatay genişledik/küçüldük... Dört kıtada at koşturmaktan dem vururuz her “tarih-atak” geçirdiğimizde.
Fakat tarihimizde ilk kez enine değil, boyuna bir genişleme yaşıyoruz: Bu toprakların bir evladı, Alper Gezeravcı, atmosferi geçip yerçekimsiz ortamda uçacak.
Başka milletlerden 60 yıl gerideyiz. Bir küçük gecikme daha oldu, fırlatma teknik sebeplerle bu akşama ertelendi.
Varsın olsun. Geç olsun, güzel olsun. Uzaya giden ilk Türk’ün ayağına göktaşı değmesin.
10’dan geri sayılırken ellerimizi göğsümüzde birleştireceğiz ve mekik bir kaza olmadan uzaya çıkana kadar dua edeceğiz.
Siz bu satırları okurken ilk Türk astronot Alper Gezeravcı uzaya çıkmış olacak.
Düşünsenize, tarihte ilk kez bu toprakların bir evladı atmosferden çıkıp yerçekimsiz ortamda olacak.Amerikalılar uzaya giden insanlarına “astronot” diyor. Ruslar “kozmonot”. Çinliler “taykonot”. Bizim de Türk uzay insanlarına bir isim bulma vaktimiz geldi galiba.
Çünkü size şöyle bir örnek vereyim:
1969’da Amerikalılar Ay’a ilk indiklerinde, Fransızlar “Ay’a inmek” eylemine bile isim buldular. “Ay’a konmak” anlamına gelen “alunir” fiili. Türk Dil Kurumu, Türk astronotlar için 2005’te “gökmen” ve “uçman” sözcüklerini önermiş ama pek sarmadı, “gazman” gibi olmuş.
Benim aklıma ilk gelen “Türkonot”...
“Göktegezen” de olabilir. Aslında en güzeli “uzayadamı” ama sonra kadın-erkek eşitlikçileri ona hemen itiraz ederler, “uzayinsanı” olsun diye.
85 milyon insanız. Çalıştırın saksıları, güzel bir isim bulalım uzaya giden ve gidecek Türklere.
“Yatmak istediklerimle, ilişki yaşamak istediklerim...”
Soydan kadın hakları, ezcümle insan hakları üzerindeki hassasiyetiyle tanınan bir kadın.
Şimdi tutup ataerkilliğin “eğlenilecek kadın, evlenilecek kadın” gibi söylemlerini bu kez erkekler üzerinden yeniden üretmenin manası ne ki?
Yapma be Didem...
En çok da sana yakıştıramadım.
“3391”in gişe deparı
Sinema salonlarına iki film dört nala giriş yaptı geçen hafta. Bunlardan ilki; Şafak Sezer, Aydemir Akbaş, İbrahim Tatlıses, Serdar Ortaç, Saba Tümer ve Mehmet Ali Erbil gibi ağır topların yer aldığı “Kolpaçino 4x4’lük”...
Bülent Ersoy, “Dünya Güzellerim Masada” programında Zeki Müren’in acımasız ve kıskanç biri olduğunu ileri sürdü: “Müzeyyen Senar bana ‘Benim yerimi alacaksın’ derdi. Zeki Müren de bunu duyunca ‘Allah’ım bu Japon’un canına al’ demiş benim için. Çalışanlarına eski televizyonunu vermiş, sonra da ‘Siz bunu benden çaldınız’ diye şikâyetçi olmuş. Bütün çalışanları falakaya çekmişler. Zeki Müren acımasız bir insandı. Bana olan kıskançlığından öldü...”
Böylece Zeki Müren’in 1996’daki vefatından beri uyuyan 28 yıllık “Paşa-Diva” fay hattı tekrar kırılmış oldu. Maddi bir hasar yok ama manevi hasar çok büyük. Ölümünün üzerinden neredeyse 30 sene geçmiş bir kişinin kötü değil, iyi yanlarının anılması tavsiye edilir kültürümüzde.
Çünkü Zeki Müren’in kendini savunma hakkı yok.
Biz bu kadar büyük isimleri birbirlerini taltif ederken görmek istiyoruz, böyle yerden yere vururken değil. Bülent Ersoy’un yaptığı bu açıklama, her şeyden önce bu yüzden zedeleyici.
İlk zedelenen de Müren’in kuzeni Özlem Güner olmuş: “Böyle bir efsanenin ardından konuşulanlar son derece üzücü. Biz dayımla bu ismi (Bülent Ersoy) hiç konuşmazdık. Zeki Müren kimseyi kıskanmazdı. Öyle büyük bir çınardan nemalanmak isteyenler hep olacaktır. Başka türlü gündeme gelemeyenler onun adını kullanarak gündeme gelmeye çalışıyor...”
Evet, aralarında bir dönem rekabet olduğu aşikâr. Şarkıcı ve yazar Onur Akay bu durumu şöyle yazıyor: “Bülent Ersoy gibi, bir daha gelmesi zor olan, beton gibi bir sesi kıskanmış olabilir demiyorum, kıskanmış! Ancak ölmesi için dua etmemiş. Zeki Müren, sadece gittiği mekânlarda Bülent Ersoy şarkısı çalınmasını arzu etmemiş, eğer ki tesadüfen çalınıyorsa da o mekânı kibarca terk edermiş...”
Zaten her şeyden önce aralarında