Paylaş
VALLETTA
Şövalyelerin sığınağı
Akdeniz haritasında nokta gibi gördüğümüz Malta önemli stratejik konuma sahip, bu yüzden tarih boyunca ülkelerin, korsanların hedefi olmuş. Sicilya’nın 93 kilometre güneyindeki ülke üç bölümden oluşuyor: Malta, Gozo ve Comino Adaları. Avrupa Birliği’ne üye olan ama belli yerleri insana Kuzey Afrika’yı hatırlatan Malta özellikle baharda diğer Avrupa ülkelerine göre daha uygun fiyatlı. Malta dili Arapça ve İbranice gibi semitik kökenli ama Latin alfabesiyle yazılıyor. Arapça etkisi çok belirgin. Şehir girişlerindeki tabelalar “Merhaba” diye sizi selamlıyor. İngilizce ikinci resmi dil. Adanın tarihi Kanuni ile değişmiş. St. John Şövalyeleri Rodos’ta Osmanlılara yenilince, İspanyol Kralı 5. Charles adayı şövalyelere vermiş. Kira bedeli olarak da her yıl iki Malta Şahini istemiş! Osmanlılar şövalyelere Malta’da da huzur vermemiş, adayı kuşatmış ama alamamışlar. Etrafta bu “Büyük Kuşatma” ile ilgili bir çok ayrıntı görüyorsunuz, neredeyse tarihlerindeki en önemli olay. 1565’te Kanuni’nin 180 gemi ve 30 bin denizci ile yaptığı bu kuşatmada Osmanlılara karşı zafer kazanan komutanın adı başkent Valletta’ya verilmiş. Malta’nın tarihini anlatan ve Malta Experience dedikleri bir gösteride Osmanlılara önemli bir yer ayrılmış! Adada 1565 adını taşıyan bira bile var. 1814’te İngiltere’nin bir parçası haline gelen ada bağımsızlığına ancak 1964’te kavuşmuş.
St. John şövalyelerinin Türk korkusuyla hızlı inşa ettikleri Valletta’da 16’ncı yüzyıl mimarisi hâlâ egemen. Bir tepedeki başkentin eteklerinde Grand Harbour (Büyük Liman) ile Marsamxett limanları yer alıyor. İtalya’dan gelen feribotlar Büyük Liman’a yanaşıyor. 15 dakikalık tırmanışla şehre ulaşabiliyorsunuz. Şehirde görülecek çok güzel yapılar var. Şövalyeler geldikleri yer ve konuştukları dile göre yedi gruba ayrılmışlar. Auberge de Castile eskiden İspanyol ve Portekizli şövalyelere aitmiş, günümüzde Başbakanlık. Yakınındaki Yukarı Barrakka Bahçeleri ise İtalyan şövalyelerinmiş, bugün ise Büyük Liman manzaralı güzel bir park. Fransa’nın Provence bölgesinden gelen şövalyelerin binası olan Auberge de Provence Malta’nın Arkeoloji Müzesi. Tarihe meraklıysanız, MÖ 3600 ile 2500 arasında yapılan ve dünyanın en eski taş yapıları olan megalitik tapınakları Malta ile Gozo’da görebilirsiniz. Aziz Yahya’ya adanan St. John’s Katedrali ve Müzesi kent merkezinde. İçi barok mimariyle yapılan binada güzel bir dokuma koleksiyonu var. 1573’te yapılan katedralde Caravaggio’nun “Vaftizci Yahya’nın Başlangıcı“ isimli resmini görebilirsiniz. Rodos’ta olduğu gibi bu adada da bir Grand Master’s Palace (Üstad-ı Azam Sarayı) bulunuyor. Republic Caddesi’ndeki yapı bugün Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento. Binanın içinde “Büyük Kuşatma”yı gösteren bir fresk bulunuyor.
CEBELİTARIK
Akdeniz’in İngilizleri
Cebelitarık, Tarık Dağı demek. 711 yılında, Tarık bin Ziyad Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na açıldığı bu boğazdan peşinde ordusu İber Yarımadası’na geçmiş. Sonra da dönmek yok deyip gemileri yakmış. Karşısına çıkan Rock of Gibraltar’a da adı verilmiş. Ülke çok önemli bir stratejik pozisyonda ve Akdeniz’in girişini kontrol ediyor, o yüzden tarih boyunca savaşların kurbanı olmuş. Bugün İngiltere’ye bağlı. Gemi hizmetleri, bankacılık ekonominin can damarı. Kişi başına düşen gelirse 40 bin dolar civarında.
Cebelitarık’ta görülecek yerler arasında Rock of Gibraltar (Tarık Dağı), St. Michael Mağarası, Apes’ Den’deki Avrupa’nın yegâne yabani maymunları, Mağribi (Moorish) Kalesi ve Kuşatma Altındaki Şehir (City Under Siege) Sergisi var. 18’inci yüzyıldaki bir kuşatmada tüneller kazılmış. İkinci Dünya Savaşı esnasında tünellerin uzunluğu 53 kilometreyi bulmuş. Deniz fenerinin bulunduğu Europa Point’ten tüm boğazı görebilirsiniz.
Tarık Dağı’nın doğusunda Doğu (Eastern), Katalan (Catalan), Kumlu (Sandy), batısında ise Batı (Western), Kamp (Camp) ve Küçük (Little) plajları var. Su sporları, dalma, yelken ve yunusları seyretmek için Cebelitarık ideal nokta. Sheppard’s, Marina Bay ve Queensway Quay isimli marinalar da ülkedeki en
hareketli yerlerden.
Cebelitarık’ta vergi yok. Main Caddesi’ndeki Marks & Spencer, Dorothy Perkins ve Body Shop’tan uygun fiyata alışveriş yapabilirsiniz. Mağazalar perşembe gece yarısına kadar açık.
DUBROVNİK
Surların içindeki sürprizler
Hırvatistan bana göre Avrupa’nın en güzel ülkelerinden. Turistlerin son 10 yıldır keşfettiği ülke Akdeniz’in parlayan yeni yıldızı. Ormanlar, adalar, Dalmaçya’nın tertemiz sahilleri, ovalar, Alpler baharda bir başka güzel olur. Hırvatistan’da birbirinden güzel 1185 ada, 6 bin kilometre sahil şeridi, yüzlerce marina ve çok sayıda milli park sizi bekliyor. Güneş senede 2.600 saat ışıklarını cömertçe Hırvat topraklarına sunuyor. Mayıs ayında da etrafı ısıtmaya devam ediyor.
Hırvatlar 17’nci yüzyılda taktıkları boyun bağına adlarını vermiş, ortaya kravat çıkmış. İlk tükenmez ve dolmakalemi de 1906 yılında S. Penkala isimli Hırvat mühendis icat etmiş.
Dalmaçya sahillerindeki gözdelerim Zadar, Trogir, Split, Hvar, Brac ve Korcula adaları ve tabii ki Dubrovnik. Bernard Shaw “Dünyada cenneti arayanlar Dubrovnik’e gelmeli” demiş. Çanakkale üzerine şiir yazan Lord Byron ise kenti “Adriyatik’in İncisi” olarak tanımlamış. Şehir tamamen surlarla çevrili, içine girdiğinizde dış dünyadan izole oluyorsunuz. Tarihi bölgenin (Stari Grad) sokaklarında dolaşmak, barok ve Rönesans mimari tarzındaki muhteşem eserlerin arasında yürümek adeta geçmişin görkeminde kaybolmak gibi. Bir şehir bu kadar mı iyi korunur, üstelik onca savaşa rağmen? Venediklilerin geçmişteki katkısı dünyanın en güzel şehirlerinden birinin ortaya çıkmasını sağlamış.
Pile Kapısı’ndan girin. 1438’de yapılan Onofrio Çeşmesi ile Frensisken Manastırı karşılayacak sizi. Burada aynı zamanda 1391’den kalma Avrupa’nın en eski eczanelerinden biri var. Sadece yayalara açık olan sur içindeki ana cadde (Stradun) kafe ve dükkân dolu. Aradaki dik sokaklarda sürpriz bar ve restoranlar var. Caddenin sonunda saat kulesi bulunuyor, onun önünde de Orlando Sütunu. Sütunun karşı tarafında Sponza Sarayı ile St. Blaise Kilisesi var.
St. Blaise’nin yanında da Hz. Meryem’in Göğe Yükselişi Kilisesi’ni göreceksiniz. İki kilise arasında ise gotik tarzda inşa edilmiş Rektör’ün Sarayı duruyor. Dominikan Manastırı 15 ve 16’ncı yüzyıl sanatçılarının tablolarına ev sahipliği yapıyor. Titian’a ait tablolar bile var.
Dubrovnik’in surları dünyaca meşhur. Surlara çıkıp yürümek çok keyifli, manzaralar ise muhteşem. Tarihi şehre en yakın plaj Banje diye geçiyor. Surların dışında çok güzel plajlar ve yeşili bol yarımadalar bulunuyor. Doğayla baş başa yüzmek istiyorsanız eski limandan kalkan feribotlarla yemyeşil Lokrum Adası’na gidebilirsiniz.
ŞARABIN SULUSU MAKBUL
Dubrovnik’te risotto’ya rizot, minestrone diye bilinen sebze çorbasına manistra diyorlar. Hırvat şarapları çok başarılı ama kırmızı şarabı suyla karıştırıyorlar ve ortaya bevanda çıkıyor, beyaz şarabı da sodayla harmanlıyorlar ve gemist diyorlar.
Pile Kapısı’nın girişindeki Club Nautika şehrin en iyilerinden. Manzara güzel, deniz ürünleri lezzetli. Surların içindeki Proto Restaurant’ın dekorasyonu şık, yemekleri gayet başarılı. Yerini bulabilirseniz Cafe Buza sur içindeki en güzel barlardan biri. Yemek sonrası eğlenceye Roxy’de (Buniceva poljana, No: 9) devam edebilirsiniz.
CANNES
Festival deyince
Dünya sosyetesinin göz bebeği Côte d’Azur, Fransız Rivyerası olarak da tanınıyor. Ilıman iklimi, birkaç yüz kilometreye yayılmış dünyaca ünlü şehirleri ve Akdeniz’in mavisi bu “lacivert sahillerde” sizi bekliyor. Mayıs ortalarında yapılan Cannes Film Festivali şehrin en önemli olayı. Sadece davetliler katılıyor ama kapısında beklerseniz ünlü yıldızları görebilir, selamlaşabilirsiniz. Cannes’da ilk film festivali 1946’da yapılmış. Festivaller Sarayı merkezde, sahilde, büyük bir bina. Sağına doğru yat limanı uzanıyor. Koyun batı ucundan sonra sakin plajlar başlıyor. Doğuya doğru giderseniz ünlü Croisette Bulvarı’nda buluyorsunuz kendinizi. Şehrin en iyi kumarhanesi La Casino Croisette de burada. Palm Beach’e kadar, sıra sıra ünlü oteller, restoranlar, herkesin akın ettiği plajlar ve kafeler var. Halka açık en iyi plajlar Plages du Midi ve Plages de la Bocca en gözde markaların olduğu Grey Street, Hilton yakınlarında. Cannes merkezinde, antika pazarı kurulan meydanın arkasında, Nice’tekine oranla daha kısa ama ilginç bir yaya yolu (Zone Pietonne) bulunuyor. Kapsamlı bir alışveriş için Rue d’Antibe’a uğrayabilirsiniz. Şehrin tepesindeki kalede Musee de la Castre bulunuyor. Etnografik eserlerin sergilendiği müzenin panoramik şehir manzarası da görmeye değer. Quai des Iles isimli limandan yakındaki adalara gidebilirsiniz. En yakını Ile Ste-Marguerite ve gidiş ücreti 10 Euro.
Cannes’a, Nice’ten otobüs veya trenle rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Tren 30 dakika sürüyor ve fiyatı 5.50 Euro. Yarım günde kenti gezebilirsiniz. Tam gün ayırdığınız takdirde, sabahtan önce St. Paul de Vence’a gidebilir, öğleye doğru Cannes’a geçebilirsiniz.
RESTORANLARDA SABIRLI OLMALISINIZ
Sahildeki parkın hemen arkasında sıra sıra deniz ürünleri restoranları var. Ayrıca, Provence ağırlıklı mutfağı ile Auberge Provencale (www.auberge-provencale.
com), deniz ürünleri için Chez Astoux (www.astoux.fr) denenebilir. Yoğun turist trafiğinin yaşandığı Cannes’da, uzun beklemelere hazırlıklı olun.
SEVİL
Don Kişot’un romantik şehri
Endülüs, İspanya’nın bizim kültürümüze benzer izler taşıyan bölgesi. Eski camilerin Müslümanlık motifleri muhafaza edilerek kiliselere çevrildiği, bizde de kullanılan bazı Arapça sözcüklerin gündelik dile girdiği, flamenkosu dünyaca meşhur Endülüs, folklorik açıdan büyük zenginliğe sahip.
Guadalquivir Nehri üzerindeki zarif şehir geçmişin zenginliğini bugünün şıklığıyla harmanlamış. Arapların Izvilla’sı İspanyolcaya da Sevilla (İspanyollar iki “l” yan yana gelince “y” okuyorlar) olarak geçmiş. Şehir o kadar güzel ki birçok sanatçıya da ilham kaynağı olmuş. Ünlü ressamlar Murillo ve Velazquez burada eserler vermiş, Cervantes Don Kişot’u Sevil Hapishanesi’nde yazmış. Carmen (Bizet), Sevil Berberi (Rossini), Don Giovanni (Mozart), Fidelio (Beethoven) gibi operaların konusu bu şehirde geçiyor. Amerika keşif seferlerinin çıkış limanı Sevil, bugün 750 bin nüfuslu kültür merkezi.
12’nci yüzyılda yapılan cami katedrale çevrilmiş. Depremde yıkılınca 1506’da yenisini yapmışlar, döneminin Avrupa’daki en büyük katedrali olmuş. La Giralda isimli kule 98 metre yüksekliğinde, tepesindeki inancı simgeleyen rüzgârgülü aynı zamanda şehrin simgesi. Gotik binanın 1400 heykelden oluşan ve 100 yılda bitirilen altarı görülmeye değer. Kolomb’un anıt mezarı da burada. Katedral ve yanındaki Lonja Binası, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.
Sevil, Atlantik Okyanusu’ndan 100 kilometre içeride kaldığı için güvenli bir şehirdi. 16 ve 17’nci yüzyılda altın çağını yaşadı. Amerika’dan getirilen ürünler, yağmalanan servet burada kıyıya çıkarıldı. Mayısın bu güzel havalarında Kral Juan Carlos’un adını taşıyan sahil yolunda yürüyün, 1992 sergisinin yapıldığı alanı ve ünlü mimar Calatrava’nın yaptığı mimarlık şaheseri köprüyü göreceksiniz.
Guadalquivir Nehri’nin üzerindeki Altın Kule sömürgelerden getirilen değerli madenlerin özellikle de altının muhafazası için kullanılmış. Adıyla ilgili diğer bir rivayet de duvarlarındaki altın renkli seramikler. Şimdi Denizcilik Müzesi. Suyun öteki tarafındaki Triana (Betis) tapas barları ve restoranlarıyla meşhur.
FLAMENKO
Flamenko acının, hüznün, aşkın, tutkunun dillenip, müziklenip dansa dökülmesi. Muhtemelen ortaçağda, Afrika’dan İspanya’ya gelen Çingenelerin eseri. Bu dansta koreografi yok. Dansçı temel hareketleri doğaçlamayla zenginleştiriyor. Başrolde gitar, bailaora (kadın dansçı), bailaor (erkek dansçı), kastanyet var. Alkış, topuk sesleri, kante (şarkı) bu büyüye eşlik ediyor. Seyirci memnuniyetini “Ole” diyerek dile getiriyor.
Paylaş