Çocuğunu elinden almaya çalışanı da pişmanı etti, yurdunu işgal edeni de, özgürlüğünü kısıtlayanı da… Yapamazsın dedikleri ne varsa yaptı kadın. “Ben bir şeyi yapmıyorsam, yapamayacağımdan değil, yapmamayı seçtiğimden” dedi. Erkek işi denen her şeyde de en az onlar kadar iyi olabileceğini gösterdi!
Kadın hep güçlüydü alsında. Hep çekip çeviren, hep düzeni kurandı. Ama gerçek gücünü hep en zor zamanlarda gösterdi kadın. Erkeği savaşa gittiğinde; toprağına, çocuğuna, halkına sahip çıktı. Yetmedi göğsünü siper etti. Bizzat savaşa katıldı. Halide Edip Adıvar’dan Nene Hatun’a, Nezahat Onbaşı’dan Şerife Bacı’ya onlarcası Kurtuluş Savaşı’nın sembolü oldu.
Kazma kürekle çatışmalara katıldı, kağnılarla cephane taşıdı, asker için; çorap, kazak, fanila ördü, altınını bozdurdu tüfek aldı, askeri doyurdu. Onlar savaşın sembolüydü. Türk kadının fedakarlığının, gücünün, direncinin sembolü...
Sonrasında da güçlü ve akıllı kadınlar sembol olmaya devam etti ülkemizde. Semiha Berksoy’dan Afife Jale’ye, Süreyya Ağaoğlu’ndan Türkan Saylan’a kadar yüzlerce kadın adını tarihe altın harflerle yazdırdı.
Halkın sokaklara dökülmesi… Sabah akşam demeden direnmesi… Telefonlar çekmez, internet çalışmaz, biber gazı ciğerleri yakar, aç, susuz kalırken yenilmemesi… Gencinin, yaşlısının, Fenerlisinin, Cimbomlusunun kol kola durması… İşte bu; aşk, meşk ve ötesi! İşte bu; halka güç veren, her saniye sayılarının artmasını sağlayan vatan aşkı… Birlik, beraberlik duygusu… Ve memleket meselesi…
Konu birkaç ağaç veya bir park değil. Enerjimizi boşaltmak hiç değil! Demokratik haklarımıza edilen tecavüzün sonu gelmedi. Marjinal, terörist, Ergenekoncu, illegal örgüt üyesi, faşist… Atmadıkları iftira kalmadı. Artık yetti! Sesimizi duyurmamız gerekti.
Taksim’de başladık, tüm Türkiye’ye yayıldık. Adana, Ankara, İzmir ve daha niceleri… Hepimiz yollardaydık. Hepimiz biber gazının tadına baktık. Gözlerimiz, burunlarımız, ciğerlerimiz yandı ama durmadık. Durdurulamadık! Fenerli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı kol kolaydı. Çocuklar, teyzeler, nineler yollarda, pencerelerdeydi. Kimi dolma yaptı getirdi, kimi evini açtı, kimi limon, kimi su yardımı yaptı… Ve hepsi tek yürek oldu.
İşte bu aşkların en büyüğüydü. Asla yeri dolmayacak, asla ihanete uğramayacak olanıydı. Ve bu bir imtihandı. Vatandaş dışında herkesin sınıfta kaldığı bir imtihan!
Bugün her zamankinden daha güçlüyüz. Gücümüzün de farkındayız. Susturulup, pusturulup, sindirilecek minik bir topluluk değiliz. Biz bu ülkenin geleceğiyiz…
Biber gazı, portakal gazı, tazyikli su, plastik mermi, cop, sopa ve benzerleri… Kullanılan araç ne olursa olsun, orantısız ve haksız güç kullananlara yenilmedik, yenilmeyeceğiz... Gerçek aşkın aşamayacağı engel yok. Ve vatan aşkı, aşkların en gerçeği… O yüzden bu dünyada bizi durduracak kadar orantısız güce sahip birileri yok!
Ne zaman üzülsem ya da sevinsem, biraz cesarete ya da kutlamaya ihtiyacım olsa hep yanımda olan.... Babamla şöyle karşılıklı oturup ilk kadeh tokuşturduğumuzda da, ilk kalp acısı çektiğimde de, işteki en büyük zaferimi kutladığımda da hep elimden tutan... Her gidenin efkarını da her gelenin heyecanını da paylaştığım... Sayesinde tüm sorunlarımın küçüldüğü, tüm keyiflerim büyüdüğü... Kokusuyla bile sarhoş olduğum...
Yıllar neler gösterdi bize. Pek çok dostum yavaş yavaş kaybolurken yanımdan, sen hiç bırakmadın beni be Rakı. Ne zaman başım sıkışsa suyla buzu da ortak edip acıma, hemen koştun yanıma. Hiç bıkmadın benden, hiç yarı yolda bırakmadın...
En koyu muhabbetlerin de en derin sohbetlerin de hem yoldaşı hem anahtarı oldun bazen. Senin efkarın da başkaydı neşen de be Rakı! Senin sayende kendimi daha iyi tanıdım ben!Kendime bile göstermediğim huylarımı, kimseye anlatamadığım duygularımı ortaya çıkardın. Öyle bir bağımlılık yarattın ki bende başkasını koyamadım hiç yerine...
Şarapmış vodkaymış cinmiş... Hiçbir su dökemedi eline. Hiçbiri için hazırlanmadı o çilingir sofraları... Hiçbiri bu ülkeyi kurtarmamızı sağlayacak muhabbetler açamadı. Bir tek sen beyaz peynirle kavunun aşkını yaşattın bana. Bir tek senin gerçek mezen muhabbetti her zaman...
Değil başkasına kendime bile yasaklar koymam ben. Kendi bedenim ve beynimin içinde özgürümdür. Özgürlüğüme de düşkünümdür. İstediğimi yazar, istediğimi söylerim. Kurallara saygı duyarım ama haklara daha çok! Kimsenin hakkını yemediğim gibi kendi hakkımı da kimseye yedirmem!
Biri beni manipüle edebiliyorsa ne mutlu ona. Sözleriyle, taktikleriyle veya aklıyla beni, kendi yoluna çekecek kadar zekiyse, başımın üstünde yeri var. Saygı duyarım. Ama emrederek, sözüm ona sahip olduğu gücün arkasına sığınarak, bir şeyleri dikte ettirmeye çalışıyorsa yanmıştır ve beni hiç tanımamıştır! Türk genciyim ben, bendimi çiğner aşarım. Hatta hangi çılgın bana zincir vuracakmış, aklına şaşarım!
Bu yaşıma, karşıma konulan her yasağa saygı duyarak mı geldim sanıyorsun? Sormadım, sorgulamadım, “Yasaksa yapmam” mı dedim? Ya da çalmak yasak diye mi hırsız olmadım? Hapse girmekten korktuğum için mi banka soymadım? Yasadan değil hak yemekten korktuğum için namusluyum ben.
Öyle kimse kolay kolay yasaklayamaz bir şeyi bana. “Kilo almışsın biraz daha az ye” derse biri daha çok yerim ben. “Çok konuştun sus” dersen daha çok konuşurum. Yasaksa hele bir de mantıksızsa durduramaz kimse beni. Zaten yasaklar işe yarasaydı Adem ve Havva, cennetten kovulmazdı! Her şeyden önce genlerimizde var yasağa isyan!
İşe geldiğinizde her zaman bir gün önceden kalmış biraz işiniz oluyor. Üstüne de yenileri ekleniyor. İşler hiç bitmediği gibi görevler de hiç bitmiyor. Bir yanda ilgi bekleyen aileniz diğer yanda sosyal hayattan kopmamak için sarıldığınız arkadaşlarınız… E tabi güzel ve fit görünmek için spor yapmak da şart. Okumanız gereken onca mail, kitap ve makale var. Bitmeyen işler, projeler, sözleşmeler… Üstüne çekip çevrilmesi gereken bir ev... Arabanın bakımı, evin alışverişi, babanızın hastalığı, annenizin altın günü, yeğeninizin resitali, şirketin kuruluş yıl dönümü, apartman toplantısı, saç bakımı, cilt bakımı, iş gezisi ve daha niceleri…
Bugün çalışan tüm modern kadınların olduğu gibi sizin de sırtınızdaki yük ve yapılacaklar listesindeki iş sayısı hiç bitmiyor (hatta azalmıyor bile!)
İş hayatınıza, ev hayatınıza, sosyal hayatınıza, hobilerinize ve ailenize aynı anda ful enerji aktarmaya çalışıyorsunuz. Hepsi birlikte büyük bir yük. Peki neden hepsini aynı anda yapmaya çalışıyorsunuz? Çünkü güçlüsünüz. Çünkü ayaklarının üzerinde duran modern kadını simgeliyorsunuz. Ama bu yazdıklarımdaki en büyük eksiğin de farkındasınız? Eviniz, işiniz, aileniz, arkadaşlarınız, sosyal aktiviteleriniz var ama sevgiliniz yok!
Yani 2 +2’nin 4 ettiğini biliyorsan, bir ilişkiyi de ne zaman bitirmen gerektiğini bilebilirsin. Hesap etmesi oldukça kolay. İşte size formülü: İlişki yaşadığın kişiyle mutlu olduğun zamanlar, mutsuz olduğun zamanlardan çok ise doğru yoldasın. Sevmeye ve değer vermeye devam… Ama eğer mutsuz olduğun zamanlar çok ise kapının önüne gelmişsin. Şimdi yavaşça o kapıyı açıp dışarı çıkmaya hazır olmalısın. Mutsuz olduğun zamanlar çok olmasına rağmen hala kapıya yaklaşmamışsan ve tünelin sonunda ışık görünmüyorsa kendini sarsmanın vakti gelmiş demektir! Şimdi sızlanmak için kullandığın cümleleri yavaşça yere bırak ve ışığı takip et!
Çünkü bugün binlerce belki milyonlarca kişi mutsuz olduğu bir ilişkinin içine saplanmış kalmış. Etrafımda sevgilisinden veya eşinden şikayet eden ne kadar çok insan var size anlatamam. Hepsi mutsuz. Hepsi sefil! Ben onlara “ilişki kölesi” diyorum. Hiç durmadan söyleniyor, sürekli yakınıyor ama hapsoldukları ilişkiden kurtulmak için hiçbir şey yapmıyorlar.
“Neden ayrılmıyorsun” diye sorduğu sevgiyi bahane ediyorlar. Halbuki sevgi yerini alışkanlığa bırakalı yıllar olmuş. İlişki küflenmiş hatta kokuşmuş. Çiftler ne yapsa birbirinin gözüne batıyor. Bir zamanlar gülümseyerek bakan gözleri her seferinde “Hay Allah’ım” bakışıyla devriliyor. Buna rağmen bitirmiyorlar ilişkilerini. İnadına ve mutsuz olmak pahasına devam ediyorlar. Sonra da gelip bize söyleniyorlar…
Peki ama neden? Neden 2 + 2’nin 4 olduğunu bilen bu insanlar ilişkilerinin kölesi olmayı seçiyor? Neden kendilerini mutsuzluğa hapsediyor? Çünkü korkuları köleliklerini besliyor. Ne kadar çok korkarlarsa o kadar köleleşiyorlar. Kimi çocuklarının psikolojisi bozulurdan korkuyor, kimi maddi olarak zora düşmekten, kimiyse yalnızlıktan. Hatta bazısı sadece değişimin kendisinden korktuğu için bir adım bile atmıyor. Sonuç olarak işin özünde hepsi korkuyor…
Teker teker yüzleştik hepimiz onunla. Kimimiz yendik, kimimiz yenildik. Ameliyatlar, kemoterapiler, radyoterapiler, hastaneler, doktorlar, sinir krizleri, ağlama nöbetleri, uykusuz geceler, uyanmakta zorluk çekilen sabahlar, iyi haberler, kötü haberler ve maalesef bazen cenazeler…
Yeri geldi iliğimizi kuruttu kanser ama ümidi kesmedik hiçbir zaman. Güçlendik. Artık bir yerimiz ağrıdığında “Nasılsa geçer” demiyoruz. Çünkü erken teşhisin hayat kurtardığını biliyoruz. Artık kanserle savaşmak için sadece bir yerimizin ağrımasını da beklemiyoruz. Kontrol ettiriyoruz. Vücudumuzu, genlerimizi, kanlarımızı… Çünkü bilinçliyiz artık!
Kansere verdiğimiz kurbanlar sayesinde bilinçliyiz! Onları kaybedince yaşadığımız acılar ve aldığımız dersler sayesinde…
Ama bir de Angelina Jolie gibi, Filiz Akın gibi, Vahide Gördüm gibi kahramanlar sayesinde bilinçliyiz... Onlar susmadığı, çıkıp dobra dobra anlattıkları, bize “Dikkatli olun!” ve “Korkmayın!” çağrısı yaptıkları için bilinçliyiz...
Hala bir yeriniz ağrısa, canınız sıkılsa, şefkate, ilgiye, saf sevgiye veya gerçek bir tavsiyeye ihtiyacınız olsa annenizi arayabilirsiniz demektir. Bu yüzden de anneniz hayatta olduğu sürece büyümek zorunda değilsinizdir.
Ama ne zaman ki anneniz bu hayata gözlerini yumar işte o zaman gerçekten büyümek zorunda kalır insan. Öylece, bir anda… Artık sizi ne olursa olsun karşılıksız sevecek tek insan yoksa hayatta o zaman gerçekten başlarsınız işte ayaklarınızın üzerinde durmaya. Çünkü bilirsiniz ki artık düşerseniz sizi tutacak, poponuzdaki tozu temizleyip “Hadi yavrum” diyecek yegane kişi yoktur etrafta.
Nasıl küçücük bir bebek canı sıkılınca “anne” diye ağlarsa yaşı kaç olursa olsun gerçekten canı yanan bir insan da “anam” diye ağlar. Ve eğer anası hayatta değilse, o acıyı ikiye katlar. İşte tam da bu acı büyütür insanı.
Elif’i ele alalım mesela. O, 55 yaşında. Hala ne zaman canını çok sıkan bir şey olsa ilk önce annesini arar. Çünkü öyle zamanlarda bir tek annesi onu rahatlatabilir. Ya bilgece bir şey söyler annesi ona ya da benzer bir tecrübesini hatırlatır. Sonra da “Her şeyin hayırlısı kızım” der. Sihirli gibidir bu sözcükler. Otomatik olarak iyi hissettirir Elif’e. Elif’in kendisi de iki çocuk annesi. Ama annesi hayata olduğu için anne olmaktan önce hala biraz çocuk Elif...