Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Keşke gizli kurbanlar unuttuğunuzu unutmasa ve erken davransa

26 Eylül 2011
İtiraf edin; başlangıcı sinsi ve yıkımı genellikle yavaş ilerleyen yani kronik olan şeylere karşı millet olarak duyarsızız. Örneğin, sigara, deprem, kanser, Alzheimer hastalığı...

Yeterli toplumsal ve bireysel bilincimizin olmayışı uzun vadede yıkıcı etkileri olan ve geri dönüşü olmayan tehlikeleri algılamımızı, erken teşhis ve tedavi olmamızı engelliyor. Bu nedenle memleketimizde yıllardır sel tahmini yapmak için dünyanın parası harcandı ama sonuç yok. Yine bu nedenle yılda hâlâ 100 bin vatandaşımız sigaradan ölüyor. Depremde başımıza gelecekleri ise düşünmek bile istemiyorum... Ya Alzheimer! O da ne demek?
21 Eylül Dünya Alzheimer Günü vesilesi ile Bilim İlaç ve Mersin Üniversitesi, Alzheimer hastalığı konusunda toplumsal bilinci artırmak, hastaların ve hasta yakınlarının yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla hayata geçirdiği “40 Işık - 40 Hayat” projesiyle Türkiye’de yaklaşık 450 bin Alzheimer hastası olduğunu öğrendim. Bir de Alzheimer hastasına bakmak yorucu, yıkıcı, ciddi tükenmişliğe yol açan ve meşakkatli bir iş olduğu için bunların perişan olmuş ailelerini ve yakınlarını düşününce de şok oldum!..

İLERLEMESİNİ 5 YIL GECİKTİRMEK MÜMKÜN

Bu nedenle , Bilim İlaç Genel Müdürü Dr. Erhan Baş’ın “Türkiye’de yaşamın uzamasıyla birlikte yaşlılığa bağlı olarak Alzheimer hastalığı giderek artıyor. Bunama olarak bilinen Alzheimer hastalığı konusunda toplumu bilinçlendirmek istiyoruz” demesini ve bunu özel sektör-üniversite-toplum işbirliği ile Türkiye genelinde ve sürekliliği olan hayata ve topluma değer katan projelere imza atarak yapmalarını önemsiyorum. Bu kapsamda, bir ilk gerçekleştirilerek Alzheimer Çağrı Merkezini de (Tel: 08002617840) hayata geçirmişler...
40 Işık - 40 Hayat Projenin fikir sahibi, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aynur Özge, Alzheimer hastalığının erken evrede tedavi edilmesinin önemini anlattı. Normalde bir kaç evresi olan bu hastalık eğer tedaviye başlanmasa her 1.5 yılda bir evre ilerliyor; tedaviye başlanırsa bir evreden diğerine geçiş süresi 5 seneye uzuyor! Yani bu hastalığı ortadan kaldıran kesin bir tedavi yaklaşımı olmamasına rağmen yıkımı yavaşlatmak mümkün. Yoksa geç kalan keşke, diye dövünür!..

GİZLİ KURBANLAR DİKKATLİ OLMALI

Bunları eşime anlatınca, belirtileri nedir, bu hastalığa yakalanmamak içi ne yapmak lazım, diye sordu. Bu soruların cevabı için Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı ve Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’nun “Pandoranın Kutusundan Alzheimer Çıkarsa” başlıklı sunumuna baktım. Alzheimer hastalığının erken evresinde şunlar oluyormuş: Eşyaları uygunsuz yerlere koyma, yakın bellekte bozulma, aynı soruları tekrar, tekrar sorma, kelime bulma güçlüğü, konuşurken konuyu unutma, bilinen işleri yapmakta güçlük çekmek (yemek yapma), nedensiz davranış ve duygudurum değişiklikleri, bir işi başlatamama, konsantre olamama, çevreye karşı ilgi azlığı, kişisel görünüş ve başkalarına karşı kayıtsızlık, bulunduğu yer ve zamanın farkında olmama, bilinen yollarda otomobil kullanırken kaybolma. Dikkat! Hasta bunların farkında olmayabilir, yani bütün iş “gizli kurban” olarak nitelendirilen hasta yakınlarına düşüyor!

Yazının Devamını Oku

Dünyanın manyetik alanı çökerse ne olur

19 Eylül 2011
Dünya’nın manyetik alanı, hava koşullarını ve hastalıkları etkiler mi? Dünya’nın manyetik alanı çöküyor mu? Ya da manyetik alanı Dünya’ya fazla mı geliyor?

Prof. Dr. Elif Dağlı, “Bu yıl ne değişti de hastalıklar arttı” diye araştırmaya devam ederken 2012’de kutupların yer değiştireceği iddiası ile karşılaşmış. Bana da “Dünyanın Manyetik alanı, hava koşullarını ve hastalıkları etkiler mi” diye e-posta atıp sordu. Ben de merak ettim!

YILDA 40 KİLOMETRE KUZEYE KAYIYOR

Şu anda Dünya’nın manyetik kutbu Kuzey Kanada’da kutup dairesinde bir yerde. Manyetik kutbun yeri ilk kez 1831 yılında belirlenmiş ve 1904 yılında 50 kilometre yer değiştirdiği görülmüş. 20’nci yüzyılda kutup her yıl kuzeye doğru 10 kilometre yer değiştirirken son yıllarda yer değiştirme hızı yılda 40 kilometreye çıkmış! Bununla beraber, Dünya’nın manyetik alanı 19’uncu yüzyılda yüzyıldan bu yana yüzde 10 zayıflamış. Yani dünyanın manyetik alanı yavaş yavaş kuzeye kayıyor ve çöküyor mu ne!..
Her madde gibi insanın da bir manyetik alanı var. İnsanlar kendi manyetik alanlarının yanı sıra yaşadıkları çevredeki manyetik alanların da etkisinde. İnsanı oluşturan maddelerin birbiriyle haberleşmek için kullandığı manyetik alanın sinyalleri hem birbiriyle ve hem de dünya manyetik alanıyla uyum içinde. Fakat bu uyum çeşitli nedenlerden bazen bozulmakta.
Peki bozulursa ne olur? Bunun için İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nden Altansuvd Bold, Hüseyin Toros ve Orhan Şen’nin yazdığı “Manyetik Alanın İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkisi” adlı makaleye bakmamız gerekiyor. Onlara göre özetle;

KALP KRİZİ, KANSER MS’DE ETKİLİ OLABİLİR

Uzaya gönderilen astronotlarda görülen ve haftalarca sürebilen yorgunluk, adale ağrısı, baş ağrısı ve dönmesinin nedeni ilk yıllarda anlaşılamamış. Daha sonraki yıllarda sürdürülen kapsamlı araştırmalar sonucu bu belirtilerin dünyanın manyetik alanının eksikliğinden kaynaklandığı belirlenmiş.

Yazının Devamını Oku

İklim değişikliğinin gözü fırtınalarda

12 Eylül 2011
Gündelik hava olaylarının uzun vadeli olan iklim ile ilişkilendirilmemesi gerektiğini hep söylerdik. Fakat günümüzde artık bunu daha fazla söyleyemiyoruz.

Acaba ABD Başkanı Obama, geçtiğimiz günlerde New York’a yaklaşan Irene tayfunu için “tarihi bir tehdit” sözünü ezbere mi kullandı? Yoksa tüm dünyada olduğu gibi doğanın o muazzam gücünü ve güvenliğimizi tehdit eden diğer yüzünü mü hatırladı? Birçok yabancı gazeteci bunu irdeleyen makaleler yazdı. Sonuç olarak, ABD’de olağanüstü hal ilan edilmesine neden olan bir tayfun da hemen akıllara küresel iklim değişikliğini getirdi.
FEMA’dan aldığım onca dersten sonra “acaba bu olay bizde olsaydı, biz ne yapardık” diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Şüphesiz ABD’de olan gönüllü ve zorunlu tahliye gibi kavramlar bizde yok. Biz de tahliye yolu ve sığınak filan da yok! Bunların yakın bir zamanda olacağı da yok.
Neyse benim şimdi üzerinde durmak istediğim, iklim değişikliğinin doğa afetleri nasıl değiştireceği ve ülkemizin bundan nasıl etkilenebileceği.
Bu arada Obama da çok tuhaf bir adam! Bir yandan bunları söylerken diğer yandan da Kanada’dan Teksas’a uzanan petrol boru hattını protesto ettiler diye James Hansen gibi bilim insanlarını tutuklattı. İronik bir şekilde petrol gibi fosil yakıtlar, bir şekilde Irene gibi şiddetli tayfun ve benzeri meteorolojik olaylar için de yakıt oluşturuyor!
Hem bilimsel, hem de ideolojik tartışmalar bir şekilde böyle sürüp giderken küresel iklim değişimi ve aşırı hava olayları arasındaki ilişki sessiz sedasız ekonomik risk değerlendirmesinde yerini çoktan aldı bile. Benzer bir şekilde, son yıllarda küresel iklim değişiminin meteorolojik afet riskini artırdığına dair bulgular sunan bilimsel çalışmalar da hızla artmakta.

SİGORTA PİRİMLERİ ARTACAK

Örneğin, 2003’te iklim bilimci Myles Allen, Nature dergisinde bunun nasıl olduğunu açıklayan bir makale yayınladı. Allen’e göre artan sera gazları yüzünden günümüzde sel riski (veya fırtına hasarı ya da kuraklık yüzünden ürün kaybı) 10 kat artmış durumda. Şimdi ki sellerin yüzde 90’nına geçmiş yıllarda artan sera gazı emisyonlarının neden olduğunu hesaplamış. Sigortacılara göre küresel iklim değişimi, mal sahipleri için daha yüksek sel sigortası pirimi demek.

Yazının Devamını Oku

Solunum yolu hastalarına göre bu yaz sadece 40 gün sürdü

5 Eylül 2011
Her yıl bahar hastalıkları haziranda sona ererken, bu yıl temmuz ortasına kadar burunlar kaşındı, gözler kızardı, solunum zorlukları devam etti. Neden acaba?

Hava ile sağlığımız arasındaki ilişki, binlerce yıl öncesinden biliniyor. Örneğin, MÖ 5’inci yüzyılda İstanköylü Hipokrat, insan sağlığını etkileyen en önemli faktörlerin su, hava, yiyecek, arazi ve rüzgar olduğunu açıklamıştı. Daha sonra İbn-i Sina, hastalıkların yenilen ve içilen şeyler, yaştan, şehir ve iklimden kaynaklandığını belirtmişti.
Şimdi, yani 2 bin 500 yıl sonra çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı, Türkiye’de dumansız hava sahası çalışmalarının öncülerinden, duyarlı bir vatantaş ve iyi bir bilim insanı olan Prof. Dr. Elif Dağlı, “neden bu yıl bahar hastalıkları uzun sürdü” diye soruyor. Tembel bir öğrenci gibi ben de aynı soruyu kendisine sorunca bana şunları anlattı:

SON 20 YILDA GÖRÜLMEYEN FARKLILIKLAR YAŞADIK

“Tıp biliminin tanıdığı hastalıklardan bir kısmı mevsimlere bağlı belirtiler verir. Bahar alerjileri bu durumun en iyi örneğidir. Vücudun polenlere gösterdiği tepkiye bağlı olarak gözler kaşınır (alerjik konjuktivit); burun tıkanır, akar, hapşırıklar olur (alerjik rinit); alt solunum yollarında tıkanıklığa bağlı hırıltılar, nefes darlığı gelişir (astım).
Ayrıca Akdeniz kuşağındaki ülkelerde çalışan bütün meslektaşlarımızın gözlemlediği sonbahar ve kış aylarında astım nöbetlerinin arttığı yazları hafiflediğidir. Bu nedenle ülkemizde çocuk astımında yaz aylarında koruyucu ilaçların dozlarını azaltır hatta bazen ara veririz. Sonbahara girerken hasta bulguları başlamadan koruyucu ilaçlar yeniden devreye girer. İngiltere’de çalıştığım sürede böyle bir fark olmadan hastalıkların her mevsimde aynı şiddette olduğunu görmüştüm.
2011 yılında ise mevsimsel hastalıklarda son 20 yıldır yaşanmayan farklılıklar yaşadık. Her yıl bahar hastalıkları haziranda sona ererken, bu yıl temmuz ortasına kadar burunlar kaşındı, gözler kızardı, nefes zorlukları devam etti. Bir ay kadar yaz rahatlığı yaşanmışken, ağustosun son 10 gününde şikayetler tekrar arttı. Kısacası meteoroloji biliminin verilerinden haberdar olmayan bizim hastalarımız yaz mevsimini bu yıl 40 gün olarak ilan etti.
Türkiye’deki hava sıcaklıklarına aylar içinde baktığımız zaman 2011 yılında havaların bir türlü ısınamadığını görüyoruz. Bahar aylarında Avrupa’da yaz sıcaklıkları vardı. Yılın ilk beş ayı sıcaklıklarının uzun yıllar ortalamasından farklı olmamakla birlikte, 2010 yılından ortalama beş derece düşük gittiği, maksimum sıcaklık değerlerinin uzun yıllar ortalamasının da altında kaldığı görülmekte.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin kıtlık ve açlık tarihçesine bakış

29 Ağustos 2011
Somali ile birlikte “kıtlık” kavramı gündeme geldi. Ama kamuoyunda kıtlık, kutuplardaki buzul dağı gibi bize uzak bir gerçeklik olarak algılanıyor. Ülkemizde hiç olmayacak, bize çok uzak bir tehlikeymiş gibi düşünülüyor. Gerçekten kıtlık bize çok uzak bir olay mıdır? Anadolu’daki en meşhur kıtlıklardan biri, MÖ 1200 yıllarında Hititlerin can düşmanları Mısır’dan yardım istemesidir. MÖ 235’lerde Türklerin Orta Asya’dan göçü de kuraklık gibi nedenlerle ortaya çıkan kıtlığa bağlanmakta. 1350-1800 tarihleri arasında dünyada hüküm süren “Küçük Buzul Çağı”na bağlı olarak soğuk havaların Osmanlı’da hububat rekoltesinde düşüşe yol açtığına, bunun köylerin boşalmasına, tarihçilerin deyişiyle “büyük kaçgun”a, onun da Celali İsyanları’na (1591-1611) sebep olduğu da biliniyor.
Tarih kitaplarını karıştırırsanız 1828 yılında İstanbul’da, 1873-74’de İç Anadolu ve Balkanlar’da, 1925-28’de Anadolu’da kıtlıklar yaşandığını göreceksiniz. Özellikle Hammer, fırtınaların yok ettiği donanmalar ile birlikte soğuk ve kıtlıklardan çok sıkça bahsetmekte.

OSMANLI 47 YILDA 19 FACİA YAŞADI

Türkiye’yi neredeyse karış karış dolaşan Amerikalı profesör ve endrokronolojist Peter Ian Kuniholm ağaçlarımızın yaş halkalarına bakarak ve arşiv bilgilerimizi de kullanarak 1564-1612 yılları arasında 19 kıtlık, açlık dönemi saptamış:
1564-65: Anadolu’da yaygın görülen kıtlık 1567: Osmanlı İmparatorluğu’nun tahıl ihracatını yasaklaması 1570-74: Yasaklar katılaşıyor. Venedik konsolosu yiyecek fiyatlarının dört kat arttığından şikayet ediyor
1576: Tahıl yokluğu. Anadolu ve İstanbul’da açlık 1579: Ege’de ve Suriye’de kıtlık 1580: Ege’de ve Batı Anadolu’da kıtlık 1583: Ege’de ve Halep Şehri’nde kıtlık 1584: Ege’de, Batı Anadolu’da, Suriye kıyılarında ve Trablusgarp’ta kıtlık 1585: Ocak ve şubatta İstanbul’da hiç yağmur yağmadı. Yazın Rumeli ve Edirne’de yağış görülmedi. Batı Anadolu’da, İnebahtı ve Anadolu’nun doğusunda kıtlık 1586 -88: Çorum ve İstanbul’da kıtlık ve açlık 1589: Akdeniz’in doğusunda kıtlık 1590: Şam’da kıtlık. İtalya’da büyük kıtlık ve kuzey ülkelerinden buğday ithalı 1591: Üsküp’de kıtlık. Doğu Akdeniz’de tahıl pazarı yeniden açıldı 1592: Sonbaharda Şam’da açlık, soğuk ocak ayı ve veba 1594: Veba. Çiftçi olmadığı için tarım yapılmadı. İtalya Kuzey ülkelerinde önemli miktarda tahıl ithal etti. 1595-98: Açlık. Anthony Sherely, Anadolu’nun çoraklaştığını rapor ediyor 1599: Adriyatik Denizi’nde olağan dışı rüzgarlar. Zanta Adası’nda kuraklık. 1610: Seyyah Charles Robson “kilometrelerce ovalar insansız” diye yazıyor. Çekirge belası 1611: Anadolu’da kıtlık. Halep’te yoğun kar yağışı.

ANKARA’DA 20 BİN KİŞİ AÇLIKTAN ÖLMÜŞTÜ

Ayrıca Kuniholm, Christiansen- Weniger ve Tosun’un 1939 yılında yaptıkları çalışmaya göre Ankara’da 1874 yılında yaşanan kuraklıkta ineklerin yüzde 81’i ve koyunların yüzde 97’si ölmüş. 52 bin kişilik nüfustan 7 bini göç etmiş ve 20 bini ise ölmüş. Seyyah C. Naumann’a (1883) göre ise Kastamonu, Ankara ve Kayseri’de 150 bin kişiyle birlikte, 100 bin çiftlik hayvanı ölmüş. Açlık ve hastalıklar da 1873-1874 kışında da 100 bin kişinin ölümüne neden olmuş...
Görüldüğü gibi üzerinde yaşadığımız bu topraklarda bir çok kez kıtlık afeti görmüş. Yani arazi kullanımı, iklim değişikliği, kuraklık konusunda dikkatli olmazsak kıtlık bize çok yakın, büyük bir tehlike. Bu nedenle de unutmayalın: George Santayana’nın dediği gibi “Geçmişi hatırlamayanların yazgılarında geçmişi yeniden yaşamak vardır!”
Yazının Devamını Oku

İşte afette gelinen son nokta

22 Ağustos 2011
Afet ve acil durum yönetim sistemimiz dökülüyor, diyene kızıyorlar. Evet bu konuda önemli mesafeler katedildi. Örneğin, afet, risk ve kriz yönetimini tek elden yapabilmek için üç kurum birleştirilip AFAD kuruldu. Ama gelin görün ki Ankara ve ilerde içi ve özü boşaltılarak kurulan bu yeni kurumlar 50 yıl öncesinde olduğu gibi şu anda gelen giden evraklarla beraber yardımları koordine etmekle meşgul.

17 Ağustos 1999’dan bu yana afet yönetiminde nereye geldik? Bazı kurumlar gitti bazıları geldi ama özde yapılan ve yapılmayan işler hep aynı kaldı. Mesela, toplum tabanlı afet yönetimini başaramadık. Hâlâ afet yönetim sistemimizde halk sadece “afetzede” olarak yer alıyor! Halkın hazır olmadığı bir yerde “uzay üssü alfa” gibi kurulan Afet Yönetim Merkezleri, Rambo gibi teşkilatlandırılan bir kaç yüz kişilik arama kurtarma ekiplerinin büyük bir afette hiçbir işe yaramayacağını görmek için ille de kahin olmak gerekmez.

DEVLETE FAZLA GÜVENMEYİN

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iki yıl önce afet yönetiminde reform isteği çok takdire şayandı. Türkiye’de başbakandan başka bu bozuk sistemde köklü reform yapılmasını göze alabilecek, vizyoner devlet adamı yok. Bunu şu ana kadar gelip giden bakanların bu konuda yaptıkları ve yapamadıklarına dayanarak söylüyorum. Başbakanımızın en büyük talihsizliği ise, afet yönetimi gibi teknik bir konuda, dünyadan bi haber kişilere reform yapma görevinin verilmesinde. Sonuç olarak, sorunları yaratanlar sorunları çözemedi. Hatta daha da kötüleştirdi!..
Bu nedenle, afet konusunda devlete fazla güvenmeyin. Gereken hazırlıklarınızı bir an önce yapın. Bunun için geçen süre içinde Türkiye’de afet bilinci ve yönetimi konusunda yayınlanan önemli eğitim materyallerini kullanın. Örneğin; afet yönetimi nedir, diye merak ediyorsanız ya da afet yönetimini afet olan yerde çadır kurmak, arama kurtarma yapmak diye düşünüyorsanız işiniz çok zor. Sizi süslü püslü merkezler, damdan inen adamlarla (ta ki büyük bir deprem olana kadar) çok kolay kandırırlar. Bu konuda daha fazla bilgi için Marmara Belediyeler Birliği’nin web sayfasındaki yayınlar arasında yer alan “Afet Yönetimi: Beklenilmeyeni Beklemek, En Kötüsünü Yönetmek“ adı kitabı indirip okumalı ve okutmalısınız. (www.marmara.gov.tr)
Ancak afet yönetiminin ne olup olmadığını gerçek anlamda anladıktan sonra ülkemizde yapılanların doğru mu, yeterli mi olup olmadığını anlayabilirsiniz.

OKUYUN, AYDINLANIN

İstanbul Valiliğinin İSMEP kapsamında hazırlatıp web sitesinde koyduğu 15 kitaptan haberiniz var mı? Depremin ilk 72 saatine mi hazırlanacaksınız? Okulunuzda, hastanenizde, işyerinizde afet planı mı yapacaksınız? Binanızın ya da eşyalarınızın depremdeki durumunu mu merak ediyorsunuz? Şehrinizdeki imar çalışmaları afete hazırlık konusunda yeterli mi? Bütün bunların cevabı hem Türkçe, hem de İngilizce olarak Güvenli Yaşam serisinde. (www.guvenliyasam.org)

Yazının Devamını Oku

Beş bin yıllık problem: İyi karpuz nasıl seçilir

15 Ağustos 2011
Pazardan, marketten karpuz alanları seyredin. Karpuzu okşamaktan tıklamaya kadar bir çok yanlış yöntem kullanılıyor. Memleketin başka bir derdi yokmuş gibi ben bu konuya kafayı takdım.

Eşimle ne zaman kapruz almaya kalsam “karpuzdan anlayan birini bulalım” diyerek beni sinir eder. Tutamadığımız, göremediğimiz havadan biraz olsun anlayan ben elimdeki top gibi şeyin kabak olup olmayacağını mı anlayamacağım! Hırs yaptım ve internete girip dünya literatürüne baktım.
Salatalık ve kabağın kuzeni olan karpuz, Afrika’nın Kalahari Çölü’nden dünyaya yayılmış. 5 bin yıl önce Mısır’da hiyerogliflerde tasvir edilen karpuzun iyisini seçme işi de herhalde anlayacağınız gibi insanlığın 5 bin yıllık bir problemi. Özetle söylemek gerekirse kesilmemiş iyi bir karpuz seçmenin günümüzde üç önemli kuralı var:

YAMUK İYİ DEĞİLDİR

Önce karpuza genel bir bakış atın. İyi bir karpuz, şekli simetrik olandır. Bir tarafı yamuk, düz ya da küçük kalmış olmamalı. Karpuzun gelişmemiş, daralmış kısımları susuz kalmış demekmiş. Tabii ki kesik, delik olan karpuzları zaten kimse almaz... Ayrıca karpuzun rengi de ne aşırı parlak ne de aşırı donuk olacak.
Görüldüğü gibi bizim Egelilerin “Karpuzun yamuğu iyidir” gibi düşüncesi de pek doğru değil. Yani karpuzun iyisine “basketbol topu” demek de yalan oldu. Ayrıca karpuzun sapının yaş mı, kuru mu olduğunun da pek önemi yok. Bir de “tırnakla kazındığında yeşil kısmı kolayca çıkan” gibi yöntemler başınıza iş açabilir aman dikkat!
Yine görüldüğü gibi “karpuzun sağına soluna şaplak vurup ses ahenkli geliyorsa budur” gibi ya da “iyi bir karpuz Diyarbakırlı olur, sesi de Diyarbekirli gibi tok çıkar” demiyoruz artık. Bir tık darbesiyle karpuza ses dalgası gönderip kulağımızı alıcı olarak kullanmadan önce bu konuyu bir jeofizikçiye sormalı. Bu arada dikkat; ses dalgası renkkörü olabilir!
İkinci kural karpuzu yerinden kaldırıp elinizle bir tartın. Ağırlığı mutlaka büyüklüğüyle orantılı olmalı. Yani büyük bir karpuz çok hafif ise içe geçmiş; küçük bir karpuz beklenenden daha ağırsa kabak olma ihtimali yüksek. Bu arada unutmayın karpuzun ağırlığının yüzde 92’si sudur.

GÖBEĞİ ÖNEMLİ

Yazının Devamını Oku

Türkiye’de meteorolojik okuryazarlık testi

8 Ağustos 2011
“Önümüzdeki kış nasıl geçecek, niçin” diye soranlara ne cevap versem bilmiyorum. Çünkü derdimi anlatamıyorum. Sıcaklık ve ısının arasındaki fark gibi en basit meteorolojik kavramları dahi bilen çok az. Özellikle tıp doktorları bu konuda çok hata yapıyor.

Twitter’da “HavaYorum” kullanıcı adımla küçük bir test yaptım. Bana göre çok basit olan sorular şöyleydi:
1) Bir metreküp kuru hava mı? Yoksa nemli hava mı daha ağırdır?
2) Neden yıldızlar göz kırpar?
3) Aşağıdakilerden hangisi yağmaz? Yağmur, kar, çiy, dolu?
4) Neden Çamlıca Tepesi hep Üsküdar Meydanı’na göre 1-2 derece daha soğuktur?
5) Yazın çamaşırları soğuk mu, yoksa sıcak su ile mi durulayıp assak daha çabuk kurur?
Doğru cevap veren yok denecek kadar azdı. Evet cevaplarınızı bana yazın size onların doğru mu, yanlış mı olduklarını söyleyeyim.

Yazının Devamını Oku