6 Temmuz 2011
“İNŞAAT işçisi elinden düşürdüğü tuğla ile yoldan geçen birinin gözünün çıkmasına sebep olur. Adam, Kadı Karakuş’a gidip ‘Bu işçi gözümü çıkardı, kısas isterim’ diye dava eder. Karakuş davalı işçiyi sorgular. O da ‘Evet tuğlayı düşürdüm, ama o sırada çok güzel bir kadın geçiyordu, dikkatim ona kaydığı için bu kaza oldu. Asıl suçlu ben değilim o kadındır’ diye cevap verir. Bunun üzerine Karakuş, kadını çağırır ve ‘Sen oradan güzel endamınla geçtin mi?’ diye sorar, kadın ‘Evet geçtim’ der. Kadı Karakuş asıl suçlu olarak kadına kısas uygulayacağını yani gözünü çıkartacağını söyleyince kadın itiraz eder. ‘Ben aslında öyle dikkat çekecek kadar güzel bir kadın değilim, benim terzim çok güzel elbise diker, beni güzel gösteren bu elbisedir, esas suçlu terzidir’ der.
Karakuş bu itirazı kabul ederek terziyi çağırır ve sorar: ‘Sen bu kadına güzel bir elbise diktin mi?’ Terzi ‘Evet diktim’ der. ‘O halde gerçek suçlu sensin, gözün çıkartılacak’ der Kadı Karakuş. Terzi buna karşılık, ‘Evet haklısınız ama bu göz bana çok gereklidir. İşimi bu göz sayesinde yapıyorum. Benim avcı bir komşum var. O işini bir gözünü kapatarak yapar. Onun bir gözünü çıkartırsanız herhangi bir zarara uğramış olmaz’ cevabını verir.
Kadı Karakuş bu cevabı yerinde bulur ve avcıyı çağırtarak bir gözünü çıkartır.” (Diren Çakmak, “Osmanlı İktisat Düşüncesinin Evrimi”, Libra Yayıncılık, s. 27-28)
BEKLENEN BİR SKANDAL!
O hesap! CHP iki, MHP bir tutukluyu 12 Haziran seçimleri için aday göstermiş. BDP destekli altı tutuklu da kendi kendilerini aday göstermişler. Yüksek seçim kurulu seçime girmelerine bir engel görmediği için seçime katılmalarına ruhsat vermiş. Bu vatandaşlar seçimi kazanıp milletvekili sıfatını kazandıkları için YSK’dan mazbatalarını almışlar. Yargı, tartışmalı bir karar vererek milletvekillerini salıvermemiş. Al sana beklenmedik bir kaos ve beklenen bir skandal!
Böyle bir durumda, yüzde 49.80 oy almış AKP’nin toplam yüzde 50.20’lik muhalefete (CHP+MHP+BDP bağımsızları+öteki partiler) el uzatması gerekmez mi? AKP gerekmediğini düşünüyor olmalı ki “Aday gösterirken bana mı sordunuz; aday yapacak başka adam bulamadınız mı?” havalarında. Skandal da, kaos da umurunda değil. Aklı fikri, bir punduna getirip kendi anayasasına bir an önce kavuşmakta. Ondan sonra gel keyfim gel. Ne antidemokratik yasalar, ne partiler kanunu, ne seçim kanunu, ne yüzde on barajı, ne düşünceyi ifade özgürlüğü, ne insan hakları umurunda.
CHP’NİN GÖZLERİ ÇIKARILA
Demokrasinin oluşturucuları nelerdir, sayalım ve saydıralım: Laiklik, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik! Kardeşlik, eşitlik, özgürlük ve laiklik! Demokrasi söz konusu olunca “yumurta mı tavuktan yoksa tavuk mu yumurtadan”ın açmazlı ikilemi yürürlükten kalkar! Demokrasi, soyut bir kavramdır! Oysa kardeşlik, eşitlik, özgürlük ve laiklik somuttur, gözle görülür, elle tutulur; insanın beş duyusuna hitap eder!
İktidar ile muhalefet ancak demokrasi düzlemi üzerinde uzlaşabilir. Ancak iktidarın tavrı Kadı Karakuş tavrı. Dediğim dedik tavrıyla demokrasinin bir gözünü kör ediyor, yandaş tayfası tarafından alkışlanıyor: Vur CHP’ye! Gerçekten olmayan demokrasi nasıl ileri demokrasi olacak? Demokrasinin somut olarak (somut demokrasinin) bulunmadığı bir ülkede ne demokratik seçim yapılabilir ne de halkın şu ünlü iradesi tecelli eder.
Gereği düşünüldü: CHP’nin iki gözü birden çıkartıla!..
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2011
- Gördün mü o, dini yalan sayanı? / İşte odur yetimi itip kakan; / Yoksulu doyurmayı özendirmez o. / Vay haline o namaz kılanların / dua edenlerin ki, / Namazlarından/dualarından gaflet içinedir onlar! / Riyaya sapandır onlar, kamu hakkına / yardıma / zekâta / iyiliğe engel olurlar. (Mâûn, 17) - Ey iman sahipleri! Şu bir gerçektir ki, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azap muştula! (Tevbe, 54)
(Her kim ki altını ve gümüşü biriktirir ve ihtiyacı olanlara pay etmez, onları korkunç bir azap beklemektedir. “Hahamlar” ve “rahipler” simgedir. “Her kim ki” iktidar sahiplerini, siyasetçileri de içermektedir.)
- Gün olur, cehennem ateşinde onların üzerine lav dökülür de bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanır. “İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi tadın biriktirmiş olduklarınızı.” (Tevbe, 55)
- Sana sarp yokuşun ne olduğunu bildiren nedir? / Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o. / Yahut da açlık ve perişanlık gününde doyurmaktır o, / Yakındaki bir yetimi, / Yahut ezilmiş-boynu bükük bir yoksulu. (Beled, 12-18)
- Sana neyi infak edip vereceğini soruyorlar. De ki “İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. (Bakara, 215)
(İnfak: Paylaşma, imkânlarından başkalarına pay çıkarma.)
- Helal kazancınızın size ve bakmakta yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanı verin. (Bakara, 219)
- Ey iman sahipleri! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkarmış olduklarınızın temiz ve güzelinden infak edin. (Bakara, 267)
- Ey iman edenler! Alış-verişin, dostluğun, şefaatin olmadığı o gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan infak edip dağıtın. Küfre sapanlar zalimlerin ta kendisidir. (Bakara, 254)
- Mallarını; gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler var ya, işte onlar için Rableri katında kendilerine özgü ödüller vardır. (Bakara, 274)
- Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor? (Taha,71)
- O ki, temizlenip arınsın diye malını verir. (Leyl, 18)
- Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın. (Haşr, 7)
- Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. (Kasas, 5,6)
* * *
Ayetler, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün Kuran çevirisinden aktarılmıştır. Alıntısını yaptığım ayetlerin her biri için kitaplar yazılabilir. Nitekim Prof. Dr. Öztürk, Mâûn Suresi için koskoca bir kitap yazmıştır. Şu kesin: Kuran, toplumcu, solcu, paylaşımcı ve antikapitalist bir metindir. Kuran, halk için inmiştir, ruhbanın aracılığına, yorumuna ihtiyaç yoktur!
Eski bir televizyon kurucusu olarak yeni meslektaşlarıma bir sorum var: Bir hatun çıkıyor, erkeklerin çokeşliliğine ruhsat veriyor, hepiniz üzerine odaklanıyorsunuz. Tartış babam tartış.
Bir kez olsun yukarıdaki ayetleri tartıştırmayı düşünmez misiniz?
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2011
İLKİN şu gerekli ve zorunlu saptamayı yapalım: TBMM’de AKP milletvekili sayısı olarak muhalefet karşısında epeyce çoğunlukta, ama oy veren seçmenlerin yüzde 49.92’sini temsil ediyor. Yüzde 50.08’ini ise TBMM içindeki muhalefet temsil ediyor. Yani “milli irade” bağlamında AKP değil muhalefet çoğunlukta.
İkinci olarak şu gerekli ve zorunlu tanımlamayı yapalım: AKP doymaz, açgözlü ihtirası, CHP kronik savrukluğu, MHP sanrılı bir takıntıyı, BDP ise sınırsız bir yanılsamayı (kuruntu, illusion) temsil ediyor.
TBMM’de temsil edilen dört parti, saptanan nesnel ve tanımlanan öznel koşullarda rejimi demokratikleştirecekler ve çağdaş ve demokratik bir anayasa yapacaklar.
Üçüncü tespit: Birey ve insan odaklı bir anayasa da bir safsata ve kuruntudur. Cumhuriyet’i ve onun toplumunu ihmal eden, yok sayan bir anayasa zaman ve çağdışıdır. Dördüncü tespit: Seçim barajı kaldırılmadan ya da makul düzeye indirilmeden yapılan anayasanın hiçbir demokratik, toplumsal ve insani önemi yoktur.
* * *
Sanıldığı ve iddia edildiği gibi, yapılacak olan anayasa Cumhuriyet’in önceliği değildir. Partilerin birbirlerine karşı güven duymaları için anayasadan önce gelen bazı zorunlu işlerin yapılması, mayınlı arazinin temizlenmesi gerekmektedir.
Bunun için bütün muhalefet partilerinin Anayasa’dan önce Siyasal Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, yüzde 10 barajın indirilmesi ya da kaldırılması, antidemokratik yasaların kaldırılması konusunda anlaşmaları ve bir protokol imzalamaları gerekmektedir.
Muhalefet partilerinin demokratikleşme yasalarını TBMM’den geçirmeden yeni anayasayı ele almayı kabul etmeleri, çıkmaza girmek, tuzağa düşmek olur. Büyük bir gaflettir!
Bu gerçekleştikten sonra sıra anayasaya gelecektir. Muhalefet partilerinin, sivil toplum örgütlerinin kendi anayasa taslaklarını hazırlayıp iktidar partisine teslim etmeleri son derece sakıncalıdır. Anayasa bir komisyon tarafından hazırlanmalı ve bu metin TBMM’ye getirilmelidir. Bir örnek olarak İspanya’nın anayasa yapma yöntemini hatırlatmak istiyorum:
* * *
17 Haziran 1977’de yapılan kurucu meclis seçimleri sonunda oluşan parlamento, bütün siyasal oluşumların temsil edildiği, 36 milletvekilli bir Kurucu Komisyon tayin ediyor ve bu Kurucu Komisyon da 7 üyesini anayasa metnini yazmakla görevlendiriyor: Demokratik Merkez Birliği’nden (UCD), (Merkezciler ve hükümet partisi) 3 üye; İspanyol Sosyalist Partisi’nden (PSOE) 1 üye; postfrankist Halk Birliği’nden (AP) 1 üye; Katalan Azınlık ve Bask Milliyetçi Partisi’nden 1 üye; İspanya Komünist Partisi’nden (PCE) 1 üye. İspanyol Anayasası’nın Babaları olarak adlandırılan bu 7 üye 15 Ocak 1978 tarihinde ilk taslağı hazırlıyor. Taslak 21 Temmuz 1978’de Senato’ya geliyor ve daha sonra, birkaç yıl sonra Nobel Ödülü’nü alacak olan Camilio José Cela dilsel redaksiyon için görevlendiriliyor.
31 Ekim 1978 günü Kongre ve Senato’nun oluşturduğu Cortes’de kabul ediliyor. Kral Juan Carlos anayasa metnini 3 Kasım 1978 günü imzalayıp yayınlıyor ve anayasa 6 Aralık 1978 günü yapılan referandumla halk tarafından kabul ediliyor.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni anayasası bir komisyon tarafından hazırlanmadan TBMM’de tartışmaya açılırsa bu anayasa asla tamamlanamaz. Sonunda, Allah korusun, iç savaş çıkar.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2011
14 Haziran 2011 tarihli Hürriyet gazetesinin “Oylar Hizmete” manşetini “Oylar Hezimete” olarak okumuşum. Şaşırdım! Adil Gür’ün şirketi seçim günü sandık başında bir araştırma yapmış: AKP seçmeninin yüzde 72.8’i hizmetlerden dolayı, yüzde 34.2’si Erdoğan için, yüzde 32.1’i görüşüne uygun olduğu için oy vermiş. Öteki partilere oy verdiğini söyleyen seçmenlerin yüzde 54.5’i ideolojisine uygun olduğu için, yüzde 31’i proje vaatleri için, yüzde 24.7’si ise AKP’ye karşı olduğu için oy vermiş.
SÜNNİ MÜSLÜMAN PARTİSİ
Bu araştırmaya ve benim siyasal parti bilgime göre: Türkiye’de siyasal parti sıfatına layık dört siyasal parti var: CHP, MHP, BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ve TKP (Türkiye Komünist Partisi). Bu dört partinin bir ideolojisi, dünya görüşü ve programına gönülden ve kafadan bağlı bilinçli bir seçmeni var. Hedeflerinde gündelik çıkar ilişkisi yok, karizmatik lider bağımlılığı yok, önemli olan partinin programı. Lider tapıncı en aşağı düzeyde olduğu için liderleri (olasılık sırasıyla TKP, BDP, CHP ve MHP) kolayca değişebilir.
AKP bir siyasal parti değil, lider tapınçlı bir iman (inanç) partisi. Lider gittiği zaman, oy oranı düştüğü zaman, parti çıkar sağlayamayacağı için, kolayca bölünüp dağılabilir. CHP ve MHP gibi barajın altına düştükten sonra yekinip ayağa kalkamaz. Bu bakımdan ömürleri lider ve hanedana bağlı ortaçağ Arap emirliklerine benziyor. AKP tarikatlara dayalı bir Sünni Müslüman partisi. Dine dayalı bir koalisyon. Tarikatların çıkar ilişkileri çeliştiği zaman koalisyon dağılır ve mutlaka dağılacak. Bu parti 2023’ü göremez!
YOKSULLUK ŞANSI AZALTIYORMUŞ
ABD’de son zamanlarda bir araştırma yapmışlar ve şu soruyu sormuşlar: “Yıllık geliri 250 bin dolardan fazla olan bireylerin vergisi artılırsın mı?” Tahminlerin aksine çoğunluğun yanıtı “Hayır!” olmuş. Sonuçla ilgili yorum şöyle: ABD’li sıradan vatandaş bir gün kendisinin de yılda 250 bin dolar kazanca sahip olacağını sanıyor ve bunu umuyor. Bu nedenle vergi artırımına karşı ama bu kazanca erişme şansı ancak milyonda bir.
Bazı ABD’li Türkler CHP’nin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun memur kökenli, mütevazı, yoksul, halktan biri olmasının partinin şansını azalttığını; partinin başkanı Koç, Sabancı ya da aynı türden zengin bir aileden olmasının partinin şansını çoğaltacağını düşünüyor. Onlara göre CHP’ye o vermeyen seçmen, “Kendinde iş olsaydı memur olmazdı, zengin biri olurdu” diye düşünüyormuş. “İktidara gelse gene yoksul kalır, kendisini, yandaşlarını, çevresini zenginleştir(e)mez” diye düşünüyormuş. Bu seçmen türüne göre “Bal tutan parmağını yalamalıymış, çevresinin ağzına da bir parmak bal çalmalıymış.”
ANAYASA TUZAĞINA DÜŞMEDEN
Yeni TBMM’nin ilk işi anayasa değil! Zaten AKP kendi hazırladığı anayasa taslağını Meclis içi ve dışı partilere, sivil toplum örgütlerine, üniversitelere gönderecek ve “Gelin bu metin üzerinde uzlaşalım!” diyecek. İş uzayıp gidecek, taaa BDP “Bıçak kemiğe dayandı!” diyene kadar.
Bence: Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, seçim barajının kaldırılması ya da indirilmesi demokratikleşme bağlamında yeni anayasadan çok daha önemli. Bu arada tabii, Özel Mahkemeler, Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesi ve öteki antidemokratik, özgürlük karşıtı yasalar var. Kazanabileceği seçimi yaptığı hatalar yüzünden kaybeden CHP Anayasa tuzağına düşmeden kendi gündemini yapmalı.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2011
BİZLER, bizim kuşak, askeri müdahaleler ve darbeler tarihinin tanıkları, çok iyi biliyoruz artık, biliriz: Bir müdahale ve darbe olunca, suç kanıtı olarak aranan ne varsa kesinlikle saklamayacaksın, hemen yok edeceksin! 27 Mayıs’ta suç kanıtları TBMM’deydi, Demokrat Parti’deydi. Tutuklanması gerekenler birkaç gün içinde tutuklandı, Yassıada duruşmaları sırasında fazladan tutuklanma falan olmadı. “Kuyruk” denen DP yandaş, işbirlikçi ve sempatizanlarının evlerine baskın yapıp kanıt aranmadı.
SUÇ KANITI KİTAPLARDI
12 Mart’ın solcu sürek avlarında suç kanıtının “kitap” olduğunu kısa sürede öğrendik. Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in kitapları suç kanıtı idi. İlk günlerin gafletinden kurtulan “düz” okurlar, kitaplarını fırınlarda, kalorifer kazanlarında yaktılar, uzak kent ve köylere taşıdılar, toprağa gömdüler. Bu türden kitaplar, günümüzün el bombaları, bazuka boruları gibi şurada burada yapılan kazılarda bulunamadı.
Bir de her şeyi göze alanlar, sıranın nasılsa kendisine de geleceğini düşünenler, tahmin edenler vardı ki, onlar, suç kanıtı olarak aranan kitapları, kolaylık olsun diye, önceden ayırıp kitaplıklarının bir köşesine yığdılar. Arama yapan polis ve jandarmaya “İşte burada aradığınız kanıtlar!” diye bu kitapları gösterdiler. 12 Eylül’de de aşağı yukarı böyle oldu.
AŞK TARİHİMİZİ YOK ETTİLER
Bizim evde hiçbir önlem alınmadı! Beni 11 Ağustos 1971’de Bodrum’da gözaltına aldılar. Ankara’ya götürdüler. Ankara’daki evde arama yapmak için Ülker’in kente dönmesini beklediler. İstedikleri kitapları almışlar. Bu arada, 1957’den itibaren Ülker’in bana, benim Ülker’e yazdığım mektuplarımızı da alıp aşk tarihimizi yok ettiler. Aynı zamanda Ankara Televizyonu’ndaki odamın altını üstüne getirdiler.
Gel zaman git zaman, Ülker’e Aydın’da miras kalan ev satıldı. Bunun üzerine sürgün yıllarında, Aydın’dan Muğla’ya taşınırken bu evin tavan arasında bıraktığımız mektup koleksiyonlarını, eski dergi ve kitapları İstanbul’a taşımamız gerekti. Tavan arasına çıktım, bıraktığımız kutular eksilmişti. Ülker’in annesi ve babası vefat ettiği için nereye gittiklerini öğrenemedik. Anlaşılan, ben gözaltına alınınca, tehlikeli saydıkları nesneleri yok etmişlerdi. Böylece Yılmaz Güney, Nihat Ziyalan gibi delikanlılık arkadaşlarımın mektupları, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk gibi edebiyat eleştirmenleriyle yaptığım tartışmalı yazışmalar yok olmuştu. Tarihi bakımdan çok önemli bu belgeler için çok yanarım.
BELGELERİ SAKLAYAN DARBECİLER!
Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı Balyoz Darbe Planı bağlamında tutuklanınca, tutuklanma gerekçesi gazetelerde, televizyonlarda yayınlanınca yukarıda yazdıklarım aklıma geldi. Org. Bilgin Balanlı, Eskişehir’de emekli Albay Hakan Büyük’ün evinde ele geçirildiği öne sürülen belgeler yüzünden tutuklanmış.
Bir darbe örgütünün bir bölümü ortaya çıkartılıp tutuklanacak ama geri kalanı da darbeye kanıt olacak belgeleri yok etmeyip gurk tavuk gibi üzerine çöküp saklayacak. Sanki tahvil ya da hisse senedi. Böyle bir budalalık, gaflet ve ihanet mümkün mü? Örgüt ortaya çıkınca, hangi budala, suç belge ve kanıtlarını evinde saklar? Bu nedenle olanlara inanmıyorum ve seçime 5 gün kala, “Bu nasıl iş, bu nasıl imalat ey vatandaş?” diye şaşkınlık içinde soruyorum.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2011
BİR bardak suya mürekkep damlatın. Bana mısın demez. Mürekkebi yutar! Taa son damlaya kadar. Ama o son damladır ki suyu mavileştirir, su mavileşir. Ama hikmet ne son damladadır ne de o son damlayı damlatanda. Gel gör ki son damlacı, kibre kapılıp, hikmet, keramet ve marifeti kendinde ararlar. Bre nankörler, o ilk damla ve o ilk damlayı damlatan sizden neden önemsiz olsun!? Siyaset de böyledir, iktidarların aklı da böyle çalışır. Fabrikanın, barajın açılış töreninde kurdele kesen zevat binanın temeline ilk kazmayı vuranın emeğini unutur.
ÇATLAYAN KURBAĞA
La Fontaine’in kurbağasının serüvenli öyküsünü anımsayalım: Bir varmış iki yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, deve tellal iken ben kendi beşiğimi tıngır mıngır sallar iken öküz olmak isteyen bir kurbağa var imiş. Kurbağa gardaş bir yağmur sonrası çayırda bir hayvan görüp heybetine hayran kalmış. Kimdir zat diye sormuş soruşturmuş, mezkûr hayvanın özel adının Öküz olduğunu öğrenmiş.
La Fontaine efendinin kurbağasını bir aşağılık duygusudur almış. Kurbağaların padişahı olsan kaç para, öküzün dışkısının altında kalıp telef olursun. Kendisi de kurbağaların öküzü olacak, öküz-kurbağa, kurbağa-öküz. Öküze bakmış şişinmiş, öküze bakıp şişmiş, ıkınmış, sıkınmış, davul gibi gerilmiş.
“Bir bak bakalım öküz kadar oldum mu?” diye sormuş hanımına.
“Nerdeee?” diye hayıflanmış hanımı. İyice hırslanan kurbağa “Al öyleyse!” diyerek şişmiş, “Al öyleyse!” diyerek şişmiş. Şişe şişe, eşekten düşen karpuz gibi “Çat!” diye çatlamış.
ALLAH ŞIMARANI SEVMEZ
La Fontaine’in kurbağa öyküsünün (ki ona aslında “Fable” denir) günümüzde kıssadan hisse olma olasılığı var mı? Yok! Çünkü özellikle günümüzün muktedirleri metafor, kıssadan hisse, mesel, parabol gibi edebi sanatlardan anlamıyorlar. Anlasalar anlasalar dinsel söylemin emirlerinden anlarlar. O da Kuran Arapça değil Türkçe olursa: “Allah böbürlenen ve kendini beğenenleri sevmez” (4:36), “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen kesinlikle ne yeri yaratabilirsin ne de dağların yüksekliğine ulaşabilirsin” (17:37), “Şımarma çünkü Allah şımaranları sevmez” (28:76), “Yeryüzünde kendini beğenerek yürüme!” (31:18), “İnsan kendine hiç kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (90:5)
NANKÖRLÜKTE DİRETEN YALANCI
İsteyen deneyebilir: Beş kişi oturun bir masanın başına, bir bardağa su doldurun, bir şişe mürekkep açın ve elinize birer damlalık alın, şişesine daldırarak suya mürekkep damlatın. İlk damla ile son damlanın sahibinin aynı kişi olması olasılığı binde birdir en azından. En büyük onur son damlayı damlatanın değil ilk damlayı damlatanındır. Bu gerçeği kabul etmeyene nankör, nankörlükte diretene de yalancı denir.
Yalana-dolana, başkalarının işlerine sahip çıkmaya gerek yok. Sen kendi işine sahip çık, onu onurunla taşı. Bu kadarı yeter!
“Kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa onun karşılığını görür. Kim zerre ağırlığınca bir kötülük yapmışsa onun da karşılığını görür!” (100:7-8)
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2011
YİRMİ beş yıldır bu kentte oturduğuma bakmayın, İstanbul’u sevmem. “Pistanbul” lafının patenti de bana aittir. Sonra başka öntakılarla birtakım sözcükler yaptılar, fiyakalı!
Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul dergisinin, “İstanbul’un gelecekteki rolü” üzerine açtığı “Küresel İstanbul için ne dediler?” başlıklı soruşturmaya verdiğim cevap derginin Ekim 1993 sayısında yayınlanmıştı. Yazının adı Pistanbul idi. Yazıyı “Yazmasam Olmazdı” (Doğan Kitap, s. 215) adlı kitabımda okuyabilirsiniz.
Daha önce de uygulaması vardı ama son iktidarın devr-i saadetinde bütün uluslararası toplantıların neden hep İstanbul’da yapıldığını düşündünüz mü? Bir yılda en az 100 kadar uluslararası siyasal, ekonomik, sportif, sanatsal, vb., toplantı yapılıyor İstanbul’da? Neden, İstanbul Türkiye’nin siyasal başkenti mi?
Fransa’yı çok iyi bilirim: Uluslararası bir toplantının Paris dışında bir başka yerde yapılması için olağanüstü bir durumun olması gerekir. ABD’de uluslararası siyasal toplantılar nerede yapılıyor, New York’ta mı yoksa Washington’da mı ya da San Francisco’da mı? Bir ülkenin cumhurbaşkanı, meclis ve senatosu, hükümeti nerede “mukim” ise, normal koşullarda uluslararası toplantılar orada yapılır.
Türkiye’de cumhurbaşkanı, TBMM ve hükümet Ankara’da mukim ama uluslararası toplantılar hep İstanbul’da yapılıyor.
Bizzat İstanbul’un kendisi ve Cumhuriyet karşıtları Ankara’yı hiç sevmemiştir. Ondan nefret etmiştir. Bir zamanlar, Cumhuriyet’e açıktan küfredemedikleri için Ankara’yı horlayıp aşağılarlardı. Çünkü Ankara demek Devrimci Cumhuriyet demekti.
Efendim, Şair-i Azam Yahya Kemal adlı tufeyli beyefendi kendisine “Ankara’nın neresi güzeldir?” diye sorulunca, “İstanbul’a dönüşü!” diyesiymiş.
Bunu söylerler ve hart hart katır gibi gülerler.
Gülün bakalım!
İstanbul 2010 yılında Avrupa’da bir kasaba ile birlikte Avrupa Kültür Başkenti idi. Yüzüne gözüne bulaştırdı. Günahı söyleyenin boynuna, paralar hamhumşaralop edildi. Bir kültür başkenti düşünün ki adama benzer bir operası, CCR dışında bir konser salonu bile yok.
İstanbul olmuşsun kaç yazar!
Ama bütün uluslararası toplantılar Ankara’da değil, İstanbul’da yapılıyor.
İzninizle, 18 yıl önce kaleme aldığım yazından birkaç cümle aktaracağım: “İstanbul, 1993 yılının eylül ayında bir ayrışan kadavradır, bir kanserli dokudur. İstanbul’un yaldızı olan beş yıldızlı oteller, Çırağan Sarayı, sözde sosyetenin eğlendiği gece kulüpleri kanserlidir; Boğaz en azından Haliç kadar kanserlidir. Birkaç bin kişi dışında, İstanbul’da yaşayanların hepsinin ruhları ve beyinleri kanserlidir.”
“İstanbul Cumhuriyet döneminde ne yazık ki bu ülkenin bir numaralı kenti olma konumunu sürdürerek adam olma şansını yitirmiştir.”
İstanbul her şeyiyle Türkiye’yi zehirliyor!
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2011
3 Mayıs günü, Adonis, Ülker ve ben, Müslüman dünya ile Türkiye’nin durumunu konuşuyorduk. Adonis, “Türkiye’de cumhuriyetçiler laik cumhuriyete sahip çıkamazlarsa Türkiye ile birlikte bütün yenilikçi İslam dünyası da yıkılır!” dedi. Bu saptama, benim yıllardır söylediklerimin veciz bir özetiydi. Adonis, 1990’dan bu yana neredeyse her yıl Türkiye’ye geliyor. Türkiye’yi biliyor. Arap ve Müslüman dünya ile karşılaştırdığı Türkiye’nin en güçlü yanını biliyor: Laiklik! Laik düzen! Bu nedenle, Müslüman Arapların Bağdat’ın düşmesinden (1258), Endülüs Emevi Devleti’nin (756-1492) yıkılmasından bu yana ayakları üzerinde duramamasının nedenini bilmek gerekir: İnsan aklının ve bilimin toplumdan sürgün edilmesi ve daha o zamanlarda başlayan Selefi içe kapanış. O Selefi içe kapanıştır ki Taliban’ı, El Kaide’yi, günümüzün Türkiye İslamcılığını etkileyen Selefi yobazlığını yaratmıştır. Müslüman dünya laik çağa girememiştir!
13. SAYFAYA GİZLENMİŞ
Berrin Karakaş (Radikal, 10.05.11) Adonis’e soruyor: “Arap devrimleri için ne diyeceksiniz?” Adonis yanıtlıyor: “Bütün bu hareketleri desteklemek lazım ama toplumun temellerinde değişikliğe gidilmesi gerekiyor. Her şeyden önce din ve devlet işleri ayrılmalı. Kadınlar da erkeklerin sahip olduğu haklara sahip olmalı. Bugün yaşanan olayların etkisi ancak bunlar gerçekleştiğinde görülebilir. Yozlaşmış bir hükümeti daha az yozlaşmış olanıyla değiştirdiğinizde değişim kısıtlı olacaktır.”
Söyleşiyi yapanın eline bir hazine geçmiş ama beyni bizim basın yazıcılarının ve konuşmacılarının gevezelikleriyle yıkandığı için işin farkında değil. Radikal gazetesinin yazı işleri de birinci sayfada manşet yapacağı gerçeği Hayat ekinin 13. sayfasına gizlemiş.
MUCİZEYİ ANLAYAMAZLAR
Özdemir İnce kardeşiniz 13 Nisan 2011 tarihinde ne yazıyordu, birlikte okuyalım:
“Arap âlemi için devletin laikleşmesinden başka bir devrim yoktur, olamaz. İslamcı bir statükonun devam ettiği, edeceği yapıda iktidarın el değiştirmesi hiçbir şey ifade etmez. Egemenliğini sürdüren İslami yapının ABD’nin yanında ya da karşısında olması sadece ABD’yi ve onun yandaşlarını ilgilendirir. Arap dünyasında ne tas ne de hamam değişmiştir.
Herhangi bir Arap ülkesinin (örneğin Mısır) devrim yaptığını kanıtlaması için anayasasında “Mısır demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” maddesinin bulunması ve ülkenin devlet yapısının bu maddeye göre düzenlenmesi gerekir.”
Adonis ile benim yukarıda söylediklerimi iyice bellemeden Arap âleminin içinde debelendiği açmazı ve Türkiye’nin yarattığı mucizeyi anlamanın olanağı yoktur.
1806-1920 ARASI 13 İSYAN
Bu açmazı ve mucizeyi anlamamış Bülent Arınç adında bir karşı devrimci, Kürtçülük sorunu hakkında bakın ne diyor: “Biz bin yıldan beri kardeşsek bu Müslümanlıktandır. Laiklikten değildir. Biz kelime-i tevhid için yaşıyoruz.” (Birgün, 12.05.11)
Kürtler 1806-1920 tarihleri arasında 13 kez isyan ettiler. 1923’ten önce Türkler ve Kürtler “kelime-i tevhid”i yaşamıyorlar mıydı? Bu gidişle AKP iktidarı Türkiye’nin “Bağdat”ı olacak! 12 Haziran seçiminde bu gerçek kesinlikle unutulmamalı!
NOT: “Demokrasi ile Diktatorya Arasında” (İmge Kitabevi) adlı kitabım yayınlandı.
Yazının Devamını Oku