Oktay Ekşi

Yine tutamadı

22 Ağustos 2009
BİR çuval incir nasıl berbat edilir diye merak ediyorsanız Başbakan Tayyip Erdoğan’dan daha iyi örnek yok.

Sonuncusunu artık adı “demokratik açılım” olan “terör” kökenli soruna çare arayışı vesilesiyle gördük... Başbakan’a sorarsanız, çalışmalara “olumsuz tepki gösterenlerin de bulunması normal.”

Hatta o tür tepkileri “demokrasinin cilveleri” olarak gördüğünü söylüyor.

Ama oraya kadar.

Nitekim bu sürece katılmayan, katılmamakla kalmayıp çok ağır eleştiriler yapanların tutumu hakkındaki görüşleri sorulunca, lafa kendini tutmaya kararlı bir yaklaşımla başlıyor. Örneğin “Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü biz şu anda bir barış sürecini sürdürmenin gayreti içerisindeyiz” diyor.

Ya orada dursa, yahut da “Hakkımızda çok ağır suçlamalarda bulunuluyor. Örneğin bu süreci Amerika’nın projesi diye niteliyorlar. Bu konuda Amerika ne düşünürse düşünsün. Belki bizimle paralel de düşünüyordur. O bizi ilgilendirmez. Biz kendi ulusal çıkarlarımızın gerektirdiği projeyi üretir uygularız. Şimdi yaptığımız da budur” gibi bir yanıt verse mesele kalmayacak.

Ama kendini tutamıyor. Hem “bir barış sürecini sürdürme gayreti içinde olduklarından” hem de:

“Bakın, ben çok açık, net bir şey söylüyorum. Bir kağıt almış dolaşıyorlar;  ‘Amerika’nın bir projesidir bu...’ Bunu ispat ederlerse her şeye varım. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar. Bu kadar açık, bu kadar ağır konuşuyorum. Çünkü artık bu kadar iftiraların, bu kadar hakaretlerin altında bu iktidar kalmaz” diyor.

Hani kendinizi tutuyordunuz? Hani

Yazının Devamını Oku

Herkes mecbur mu?

21 Ağustos 2009
ŞİMDİ de malum “süreci” kim destekliyor, kim desteklemiyor davası başladı. “Desteklemiyor” iseniz bilin ki yakında -henüz denmedi ama- “hain” ilan edilebilirsiniz. Öyle yoğun bir baskı uygulanıyor. Nitekim Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Lideri Devlet Bahçeli, “Biz bu süreçte yer almayacağız” dedi diye kızıyorlar.

Desteklemiyorsa desteklemiyor. Mecbur mu sizin gibi, bizim gibi düşünmeye?

Biz destekliyoruz. Dahasını söyleyelim, hükümete “Paketin içini aç da ne var görelim” diyenleri de haklı bulmuyoruz. Çünkü baştan metot ilan edildi. Açıkça -adı hâlâ net olarak telaffuz edilmeyen- bu sorunun çözümü için kim ne öneride bulunuyorsa dinlemeye hazırız dendi. O amaçla İçişleri Bakanı Beşir Atalay görevlendirildi. O da -Allahı var- tek tek tüm partilerin, konuyla ilgili görüş üretmiş olması mümkün sivil toplum kuruluşlarının, belli başlı aydınların, yandaş medya öncelikli olmak üzere medya mensuplarının görüşlerini dinlemek için yollara düştü.

Metot bu olunca “Aç da o paketi göreyim” demek için vakit erkendir. Çünkü böyle bir çalışmada -eğer yanlış değerlendirmiyorsak- önce tespit edilen görüşlerin, önerilerin tasnif edilmesi gerekir. Sonra onlardan hangileri ele alınmaya değer bulunuyorsa, onlar seçilir. Ardından bu önerilerle siyasi iktidarın temel bakış açısı karşılaştırılır. Hangileri o bakış açısına göre “kabul edilebilir ve uygulanabilir” nitelikte ise onu dile getiren politika saptanır.

İşte o aşamada hepimiz siyasi iktidarın yakasına yapışıp “Ne yapmak istiyorsan açıkla!” deme hakkına sahip oluruz.

Ve konunun içeriğine ilişkin tartışmayı o zaman başlatırız.

Hangi öneri Türkiye’nin temel değerlerine aykırıdır, hangisi değildir, var gücümüzle birbirimize söyleriz.

Tabii kim neyi destekliyor, kim neye karşı ise bunu ilan etmek şimdi değil o aşamada anlamlı olur.

Yoksa duygusal

Yazının Devamını Oku

Çözüm demokrasidir

20 Ağustos 2009
DÜN bir gazetede Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın,malum “açılım” konusunda görüşmeye gelen İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a, somut bir öneri sunmaması eleştiriliyordu. Yalçındağ’ın kusuru, “açılım paketinin bir an önce kamuoyuyla paylaşılmasını” istemesiymiş.

Oysa Yalçındağ’ın açıklaması önerilerini söylüyor:

“Bugün gündemde yer teşkil eden pek çok konu, Türkiye daha demokratik yüksek standartlara ulaşmadıkça anlamını giderek yitirecek(...)tir. Demokratikleşme sürecini canlandırmak için bireysel hukuk ve özgürlükler, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası, Yargı Reformu öncelikli olarak ele alınmalıdır ve toplumsal uzlaşmayla gerçekleştirilmelidir.”

Öneri çok net:       

“Parti içi demokrasi” olmadıkça sağlıklı politika üretilmesi tesadüfe bağlı kalır. “Yargı bağımsızlığı” güvence altına alınmadıkça, herkesin “hak arama özgürlüğü” tehdit eltında demektir. Tartışılan “açılım” başarılı bir noktaya ulaşsa bile, adaletin güvence altında olmadığı bir ülkede, huzur sağlanamaz. Seçim yasası seçmen iradesini Meclis’e doğru şekilde yansıtmadıkça demokrasiden söz edilemez. Bunların olmadığı ortamda hangi çözümü üretirseniz üretin, amacınıza ulaşamazsınız.

Peki eldeki veriler neler?

Açılımın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşma zeminine oturtulacağı yazıldı çizildi. Tekzip de edilmedi.

Demek ki önce o konuşmayı anımsamakta yarar var.

Erdoğan,

Yazının Devamını Oku

Trabzon’a dikkat

19 Ağustos 2009
HABER önemli mi? Doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye gibi hay-huyun fazlaca olduğu bir ülkede bir turist kafilesiyle orada görevli devlet memuru arasında çıkan bir tartışmanın haber değeri hiç de yüksek değildir. Ama tartışma eğer Trabzon’daki Sümela Manastırı’nda yaşandıysa üzerinde durmak gerekir.

Olayı Doğan Haber Ajansı (DHA) muhabirinden aktaralım:

“Aralarında Rusya Parlamentosu milletvekillerinden İvan Saidis ile Selanik Valisi Panayotis Psomyadis ve iki din adamının da bulunduğu yaklaşık 500 Gürcü, Rus ve Yunanlı turist dün (önceki gün) Sümela Manastırı’na geldi. Meryem Ana’nın ölüm yıldönümü olması nedeniyle manastırda mum yakıp ayin yapmak isteyen turistlere izin verilmedi.

Taşların üzerine konularak yakılan mumlar yetkililer tarafından söndürüldü. Ayin yapmaya çalışanlara Trabzon Müze Müdürü Nilgün Yılmazer müdahale etti. Yılmazer, ayin yapmanın yasalara aykırı olduğunu (...) belirterek, turistlerden mekânı terk etmelerini istedi.(...)”

Rus milletvekili kendilerine engel olunmasına itiraz ederken, “Burası müze idiyse ve burada dini ayin yapılması yasaksa neden bir uyarı yazısı koymadınız?” demiş.

Bizim yetkililer verdikleri kararları asıl muhataplarına duyurmadan uygulamayı pek severler. Nitekim orada ayin yapma yasağı vardır ama o yasağı turistlere -yahut oraya gelenlere- duyurmak için gerekli uyarı yazısı konmamıştır.

Efendim orası evvelce manastırmış, şimdi ören yeri imiş, o nedenle ayin yapılamazmış.

Hadi efendim sende! Selçuk’taki Meryem Ana Evi ören yeri değil mi? Orada neden hem ayin yapılıyor hem de bir olay çıkmıyor?

Bizce olayın asıl önemli tarafı, Trabzon’da bir süredir yaşananların, ilgililer -yetkililer- tarafından hâlâ görmezden geliniyor olmasıdır:

Yazının Devamını Oku

Megalomanyak

18 Ağustos 2009
DAHA ortada fol yok,yumurta yokken İmralı’daki mahkûm, dişini gösteriverdi: Dünkü gazetelerde okumuş olmalısınız... Kendisine başrol biçtiği yeni süreçteki konumunu, Mustafa Kemal’in “devlet kuruculuğuyla” kıyasladı. Nasıl bir megalomanyak olduğunu ayrıca, “DTP de bu yeni dönemi anlamazsa, derinlemesine anlamazsa, aşılır” diyerek ortaya koydu.

Ona Barzani’nin başında olduğu gibi bir “federe” devlet verseler kabul etmezmiş. O artık klasik şablonlarla meşgul değilmiş, daha çok Avrupa modeli (!?) üzerinde duruyormuş. Ama onun modeli “Avrupa modeli”nden daha “gelişkin” imiş. Çünkü “Avrupa modeli tam demokratik değil”miş.

Sonra modelinin içeriğini söylüyor:

“Devlet, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını kabul edecek”miş.

“Devlet isterse her yere bayrağını dikecek, istediği yere hizmet götürecek”miş. Hatta “her yerde Türkçe öğretecek”miş.

“Kürtler kendi sporunu, kendi eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini yapabilirse kendisi yapacak”mış.

“Türkler de Kürtler de kendi dillerini, kültürlerini, tarzlarını ortaya koyacaklar, hangisi daha çok istenirse o alınacak, o ilgi görecek”miş.

“Toplum kendi demokratik işleyişini, öz yönetimini, eğitimini, hatta öz savunmasını yapılandıracak”mış. “Devlet buna engel olmayacak”mış.

“Devletin de jandarması olacaksa, demokratik olacak”

Yazının Devamını Oku

Depremin 10’uncu yılında

16 Ağustos 2009
ÖYLE bir gecenin ne anlama geldiğini ancak bizzat yaşayan bilir. Yaşamayanların söylediği, filmdeki deprem sahnesini anlatmak gibidir. Tam 10 yıl önce 17 Ağustos 1999 gece yarısı yaşadıklarımızdan söz ediyoruz. Hafızamız bizi yanıltmıyorsa 35 saniye, duvarlar yıkılacak, çatı üstümüze çökecek korkusuyla sallandık. Tamam. Bize bir şey olmadı, ama Gölcük, İzmit, Adapazarı, Yalova, Çınarcık yıkıldı, birkaç dakika içinde 18 bine yakın insanımız can verdi.

Yaşadığımız bir büyük felaketti. Üstelik Türkiye’nin en gelişmiş ve en yoğun nüfuslu yöresini vurmuştu. Can kaybı gibi maddi kayıp da hiçbir ulusun altından kolayca kalkamayacağı kadar büyüktü.

İşin üzüntü veren yanı, başta hükümet olmak üzere hiçbirimiz depremin büyüklüğünü ve kaybın çapını ilk bir iki gün fark edemedik.

Ama merhum Başbakan Bülent Ecevit o ilk şaşkınlık saatlerini telafi eden öyle büyük bir enerji ile olayın sorumluluğunu üstlendi ki... Hükümet gerçekten mucizeler yarattı:

Devletin tüm olanakları bir anda deprem yarasını sarmaya tahsis edildi. Bu çapta bir felakete karşı hiçbir hazırlığı olmayan resmi makamlarımız ilk günlerdeki şaşkınlığı kısa sürede attı. Kimin nereye, hangi yetkiyle müdahale edeceği, kurtarma çalışmalarının nasıl yürütüleceği, hayatını kaybedenlerle kimin, canı kurtulmuş olanlarla kimin meşgul olacağı, ilacın, doktorun, gıdanın nereden geleceği dahil sayısız sorun, çaresizlik içindeki insanların isyanına yol açıyordu.

İşte bu aşamada müthiş bir şey oldu:

Hükümetin dinamizmi toplumda büyük bir seferberlik ruhu yarattı. İnsanlar tüm olanaklarıyla deprem bölgesine yardıma koştu. O kadar ki, bir aşamada yetkililer "Artık yardım getirmeyin. İlaç, gıda, giyecek dahil her şey fazlasıyla var, ama onları koyacak yerimiz yok" demek zorunda kaldı.

Felakete uğrayanlar eşi görülmedik bir hızla önce çadırlara ardından da çok kısa bir sürede yapılmış deprem evlerine yerleştirildi.

Ve bir sene, bir buçuk sene gibi bir sürenin sonunda nerdeyse sarılmadık yara kalmadı.

O tarihte ülkeyi Demokratik Sol Parti’nin (DSP) Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Anavatan Partisi (ANAP)ile ortaklaşa kurduğu koalisyon hükümeti yönetiyordu.

Bu başarıyı seçmen nasıl değerlendirdi derseniz ona da gelelim:

Güvenilir bir kaynak olan "Toplumsal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı"na (TESAV) göre DSP’nin 1999’da İstanbul’da aldığı oy 29.6 iken 2002 seçiminde yüzde 1.1’e; Kocaeli’nde yüzde 22.9 iken yüzde 1’e, Sakarya’da yüzde 19.3 iken yüzde 0.6’ya düştü. MHP’ninkiler de İstanbul’da yüzde 10’dan yüzde 5’e; Kocaeli’nde yüzde 14.7’den yüzde 6’ya, Sakarya’da yüzde 17.6’dan yüzde 6’ya indi. ANAP ise tümden silindi. Hani "Hiçbir iyilik cezasız kalmaz" diye bir laf var ya, ona döndü.

Bunun ardından yani 2002’de iktidara gelen ve son yedi senedir ülkeyi yöneten siyasal iktidar bir sonraki felakete insanlarımızı -özellikle de her an yeni ve büyük bir deprem bekleyen bu yörenin insanlarını- hazırlamak konusunda ne yaptı?

İnsanlarımızın depreme karşı eğitilmediğini, binalarımızın yüzde 99’unun depreme dayanıklı olmadığını biliyoruz değil mi?

Allah’ın bizi korumak hususunda bir taahhüdü var da acaba bizim mi haberimiz yok.
Yazının Devamını Oku

Sabıkalı

15 Ağustos 2009
BİZ değil, Sabancı Ailesi’nin Belçika’daki malum dava nedeniyle tuttuğu avukat Fernand Schmitz daha 2005 yılında söylemişti, “Belçika bir muz cumhuriyetidir” diye. Bu “devlet olma haysiyetinden mahrum” ülkeler için kullanılan bir terimdir ve ne yazık ki 179 yaşına gelmiş Belçika için doğrudur.

Ne “Kralı yok” diyoruz, ne “demokratik değil” iddiasındayız, ne de “askeri, polisi zayıf” demek niyetindeyiz.

Elbet mahkemesi de var, basını da, üniversiteleri de...

Mikail Tekin isimli bir Türk’ün Jamioux Hapishanesi’nde maruz kaldığı işkence sonucu ölmesi, Türkiye dahil her ülkede rastlanabilen bireysel bir olay gibi görünseydi, “Bu da var” der geçerdik.

Mikail Tekin’in suçu polisle tartışmakmış. Önce karakola götürülmüş, sonra hapishaneye konmuş. Orada üç gardiyan öylesine dövmüşler ve işkence yapmışlar ki, 31 yaşındaki adam, dayanamayıp ölmüş.

Türkler onların gözünde üçüncü sınıf mahluk ya... Ailesine mecburen bilgi vermişler ama doğruyu söylememişler. “Yemek yerken boğuldu” demişler.

Öldüren gardiyanlar hakkında da hiçbir işlem yapmamışlar.

Bir bakıma bunda hayret edilecek bir şey yok, çünkü Belçika, tarihiyle de sabıkalı, haliyle de sabıkalı bir ülke...

Tarihiyle sabıkalı, çünkü “1870’lerden başlayıp 40 yıl süreyle Kongo’da 4 ila 15 milyon arasında insanın ölümüne sebep olmanın” hesabını hâlâ vermiş değil. (Semih İdiz, 4 Kasım 2005 Milliyet)

Yazının Devamını Oku

İsim fetişizmi

14 Ağustos 2009
ÇOĞUNCA köylerin,yer yer de ilçelerin isimleriyle ilgili tartışmaya girmek istemedik. Çünkü bu konu bir dipsiz kuyudur diye düşündük. Zaten o kuyuya girip de sonuç almış olarak çıkanı da bugüne kadar görmedik. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül keşke o kuyuya hiç taş atmasaydı.

Ama attı bir kere... Bitlis’in bundan 22 sene önce adı Güroymak’a çevrilen Norşin ilçesini eski adıyla anınca cin şişeden çıkmış oldu.

Şimdi baş edebilirseniz edin bakalım:

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli, “Madem öyle İstanbul’un adının da Konstantinopolis olduğunu söyleyin”e getirdi işi.

Konstantinopolis bir daha dirilmez. Onu çok çok Fener Rum Partiği kullanır. Birkaç fanatik Rum ile Yunanlı da orada burada sırf damarınıza basmak için “Orası Konstantinopolistir” der.

Ama onun kadar yerleşmemiş isimler tartışılır. Ona da çoğunca, isim değişikliğinden sonra birkaç kuşak geçmemişse rastlanır. Güroymak öyledir. Norşin’i bilen ve kullanan kuşaklar halen hayatta olduğu için onlara Norşin daha sıcak gelmektedir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın baba ocağı Güneysu ilçesinin adı da aynen Güroymak gibi 22 yaşındadır. Orayı eski adı Potomya (Potamya) olarak tanıyan ve kullanan kuşak hâlâ hayattadır. O nedenle Güneysuluların “Potamya’lıyız” demeleri normaldir.

Ama siz Elazığ’ın adının orijinal şekliyle yani “El Mamuret’ül Aziz” olarak kullanılmasını halktan beklerseniz yaya kalırsınız. Çünkü El Mamuret’ül Aziz, “Elazığ” olalı tam 72 sene geçti. Zaten halk onu önce “El Mamuret’ül Aziz”den “El Aziz”e çevirmişti. Bir iddiaya göre 1937’de Atatürk o yörenin “tahıl” (yiyecek) ambarı olarak görülmesi için adını “Elazık”a çevirdi ama bu Türkçenin ses uyumuna aykırı düştüğü için isim değişip “Elazığ” oldu.

Şimdi gidin sorun bakalım “İsmimiz neden Elazığ oldu?” diye hayıflanan hiçbir Elazığlı var mı?

Yazının Devamını Oku