Sonuncusunu artık adı “demokratik açılım” olan “terör” kökenli soruna çare arayışı vesilesiyle gördük... Başbakan’a sorarsanız, çalışmalara “olumsuz tepki gösterenlerin de bulunması normal.”
Hatta o tür tepkileri “demokrasinin cilveleri” olarak gördüğünü söylüyor.
Ama oraya kadar.
Nitekim bu sürece katılmayan, katılmamakla kalmayıp çok ağır eleştiriler yapanların tutumu hakkındaki görüşleri sorulunca, lafa kendini tutmaya kararlı bir yaklaşımla başlıyor. Örneğin “Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü biz şu anda bir barış sürecini sürdürmenin gayreti içerisindeyiz” diyor.
Ya orada dursa, yahut da “Hakkımızda çok ağır suçlamalarda bulunuluyor. Örneğin bu süreci Amerika’nın projesi diye niteliyorlar. Bu konuda Amerika ne düşünürse düşünsün. Belki bizimle paralel de düşünüyordur. O bizi ilgilendirmez. Biz kendi ulusal çıkarlarımızın gerektirdiği projeyi üretir uygularız. Şimdi yaptığımız da budur” gibi bir yanıt verse mesele kalmayacak.
Ama kendini tutamıyor. Hem “bir barış sürecini sürdürme gayreti içinde olduklarından” hem de:
“Bakın, ben çok açık, net bir şey söylüyorum. Bir kağıt almış dolaşıyorlar; ‘Amerika’nın bir projesidir bu...’ Bunu ispat ederlerse her şeye varım. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar. Bu kadar açık, bu kadar ağır konuşuyorum. Çünkü artık bu kadar iftiraların, bu kadar hakaretlerin altında bu iktidar kalmaz” diyor.
Hani kendinizi tutuyordunuz? Hani
Desteklemiyorsa desteklemiyor. Mecbur mu sizin gibi, bizim gibi düşünmeye?
Biz destekliyoruz. Dahasını söyleyelim, hükümete “Paketin içini aç da ne var görelim” diyenleri de haklı bulmuyoruz. Çünkü baştan metot ilan edildi. Açıkça -adı hâlâ net olarak telaffuz edilmeyen- bu sorunun çözümü için kim ne öneride bulunuyorsa dinlemeye hazırız dendi. O amaçla İçişleri Bakanı Beşir Atalay görevlendirildi. O da -Allahı var- tek tek tüm partilerin, konuyla ilgili görüş üretmiş olması mümkün sivil toplum kuruluşlarının, belli başlı aydınların, yandaş medya öncelikli olmak üzere medya mensuplarının görüşlerini dinlemek için yollara düştü.
Metot bu olunca “Aç da o paketi göreyim” demek için vakit erkendir. Çünkü böyle bir çalışmada -eğer yanlış değerlendirmiyorsak- önce tespit edilen görüşlerin, önerilerin tasnif edilmesi gerekir. Sonra onlardan hangileri ele alınmaya değer bulunuyorsa, onlar seçilir. Ardından bu önerilerle siyasi iktidarın temel bakış açısı karşılaştırılır. Hangileri o bakış açısına göre “kabul edilebilir ve uygulanabilir” nitelikte ise onu dile getiren politika saptanır.
İşte o aşamada hepimiz siyasi iktidarın yakasına yapışıp “Ne yapmak istiyorsan açıkla!” deme hakkına sahip oluruz.
Ve konunun içeriğine ilişkin tartışmayı o zaman başlatırız.
Hangi öneri Türkiye’nin temel değerlerine aykırıdır, hangisi değildir, var gücümüzle birbirimize söyleriz.
Tabii kim neyi destekliyor, kim neye karşı ise bunu ilan etmek şimdi değil o aşamada anlamlı olur.
Yoksa duygusal
Oysa Yalçındağ’ın açıklaması önerilerini söylüyor:
“Bugün gündemde yer teşkil eden pek çok konu, Türkiye daha demokratik yüksek standartlara ulaşmadıkça anlamını giderek yitirecek(...)tir. Demokratikleşme sürecini canlandırmak için bireysel hukuk ve özgürlükler, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası, Yargı Reformu öncelikli olarak ele alınmalıdır ve toplumsal uzlaşmayla gerçekleştirilmelidir.”
Öneri çok net:
“Parti içi demokrasi” olmadıkça sağlıklı politika üretilmesi tesadüfe bağlı kalır. “Yargı bağımsızlığı” güvence altına alınmadıkça, herkesin “hak arama özgürlüğü” tehdit eltında demektir. Tartışılan “açılım” başarılı bir noktaya ulaşsa bile, adaletin güvence altında olmadığı bir ülkede, huzur sağlanamaz. Seçim yasası seçmen iradesini Meclis’e doğru şekilde yansıtmadıkça demokrasiden söz edilemez. Bunların olmadığı ortamda hangi çözümü üretirseniz üretin, amacınıza ulaşamazsınız.
Peki eldeki veriler neler?
Açılımın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşma zeminine oturtulacağı yazıldı çizildi. Tekzip de edilmedi.
Demek ki önce o konuşmayı anımsamakta yarar var.
Erdoğan,
Olayı Doğan Haber Ajansı (DHA) muhabirinden aktaralım:
“Aralarında Rusya Parlamentosu milletvekillerinden İvan Saidis ile Selanik Valisi Panayotis Psomyadis ve iki din adamının da bulunduğu yaklaşık 500 Gürcü, Rus ve Yunanlı turist dün (önceki gün) Sümela Manastırı’na geldi. Meryem Ana’nın ölüm yıldönümü olması nedeniyle manastırda mum yakıp ayin yapmak isteyen turistlere izin verilmedi.
Taşların üzerine konularak yakılan mumlar yetkililer tarafından söndürüldü. Ayin yapmaya çalışanlara Trabzon Müze Müdürü Nilgün Yılmazer müdahale etti. Yılmazer, ayin yapmanın yasalara aykırı olduğunu (...) belirterek, turistlerden mekânı terk etmelerini istedi.(...)”
Rus milletvekili kendilerine engel olunmasına itiraz ederken, “Burası müze idiyse ve burada dini ayin yapılması yasaksa neden bir uyarı yazısı koymadınız?” demiş.
Bizim yetkililer verdikleri kararları asıl muhataplarına duyurmadan uygulamayı pek severler. Nitekim orada ayin yapma yasağı vardır ama o yasağı turistlere -yahut oraya gelenlere- duyurmak için gerekli uyarı yazısı konmamıştır.
Efendim orası evvelce manastırmış, şimdi ören yeri imiş, o nedenle ayin yapılamazmış.
Hadi efendim sende! Selçuk’taki Meryem Ana Evi ören yeri değil mi? Orada neden hem ayin yapılıyor hem de bir olay çıkmıyor?
Bizce olayın asıl önemli tarafı, Trabzon’da bir süredir yaşananların, ilgililer -yetkililer- tarafından hâlâ görmezden geliniyor olmasıdır:
Ona Barzani’nin başında olduğu gibi bir “federe” devlet verseler kabul etmezmiş. O artık klasik şablonlarla meşgul değilmiş, daha çok Avrupa modeli (!?) üzerinde duruyormuş. Ama onun modeli “Avrupa modeli”nden daha “gelişkin” imiş. Çünkü “Avrupa modeli tam demokratik değil”miş.
Sonra modelinin içeriğini söylüyor:
“Devlet, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını kabul edecek”miş.
“Devlet isterse her yere bayrağını dikecek, istediği yere hizmet götürecek”miş. Hatta “her yerde Türkçe öğretecek”miş.
“Kürtler kendi sporunu, kendi eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini yapabilirse kendisi yapacak”mış.
“Türkler de Kürtler de kendi dillerini, kültürlerini, tarzlarını ortaya koyacaklar, hangisi daha çok istenirse o alınacak, o ilgi görecek”miş.
“Toplum kendi demokratik işleyişini, öz yönetimini, eğitimini, hatta öz savunmasını yapılandıracak”mış. “Devlet buna engel olmayacak”mış.
“Devletin de jandarması olacaksa, demokratik olacak”
Ne “Kralı yok” diyoruz, ne “demokratik değil” iddiasındayız, ne de “askeri, polisi zayıf” demek niyetindeyiz.
Elbet mahkemesi de var, basını da, üniversiteleri de...
Mikail Tekin isimli bir Türk’ün Jamioux Hapishanesi’nde maruz kaldığı işkence sonucu ölmesi, Türkiye dahil her ülkede rastlanabilen bireysel bir olay gibi görünseydi, “Bu da var” der geçerdik.
Mikail Tekin’in suçu polisle tartışmakmış. Önce karakola götürülmüş, sonra hapishaneye konmuş. Orada üç gardiyan öylesine dövmüşler ve işkence yapmışlar ki, 31 yaşındaki adam, dayanamayıp ölmüş.
Türkler onların gözünde üçüncü sınıf mahluk ya... Ailesine mecburen bilgi vermişler ama doğruyu söylememişler. “Yemek yerken boğuldu” demişler.
Öldüren gardiyanlar hakkında da hiçbir işlem yapmamışlar.
Bir bakıma bunda hayret edilecek bir şey yok, çünkü Belçika, tarihiyle de sabıkalı, haliyle de sabıkalı bir ülke...
Tarihiyle sabıkalı, çünkü “1870’lerden başlayıp 40 yıl süreyle Kongo’da 4 ila 15 milyon arasında insanın ölümüne sebep olmanın” hesabını hâlâ vermiş değil. (Semih İdiz, 4 Kasım 2005 Milliyet)
Ama attı bir kere... Bitlis’in bundan 22 sene önce adı Güroymak’a çevrilen Norşin ilçesini eski adıyla anınca cin şişeden çıkmış oldu.
Şimdi baş edebilirseniz edin bakalım:
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli, “Madem öyle İstanbul’un adının da Konstantinopolis olduğunu söyleyin”e getirdi işi.
Konstantinopolis bir daha dirilmez. Onu çok çok Fener Rum Partiği kullanır. Birkaç fanatik Rum ile Yunanlı da orada burada sırf damarınıza basmak için “Orası Konstantinopolistir” der.
Ama onun kadar yerleşmemiş isimler tartışılır. Ona da çoğunca, isim değişikliğinden sonra birkaç kuşak geçmemişse rastlanır. Güroymak öyledir. Norşin’i bilen ve kullanan kuşaklar halen hayatta olduğu için onlara Norşin daha sıcak gelmektedir.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın baba ocağı Güneysu ilçesinin adı da aynen Güroymak gibi 22 yaşındadır. Orayı eski adı Potomya (Potamya) olarak tanıyan ve kullanan kuşak hâlâ hayattadır. O nedenle Güneysuluların “Potamya’lıyız” demeleri normaldir.
Ama siz Elazığ’ın adının orijinal şekliyle yani “El Mamuret’ül Aziz” olarak kullanılmasını halktan beklerseniz yaya kalırsınız. Çünkü El Mamuret’ül Aziz, “Elazığ” olalı tam 72 sene geçti. Zaten halk onu önce “El Mamuret’ül Aziz”den “El Aziz”e çevirmişti. Bir iddiaya göre 1937’de Atatürk o yörenin “tahıl” (yiyecek) ambarı olarak görülmesi için adını “Elazık”a çevirdi ama bu Türkçenin ses uyumuna aykırı düştüğü için isim değişip “Elazığ” oldu.
Şimdi gidin sorun bakalım “İsmimiz neden Elazığ oldu?” diye hayıflanan hiçbir Elazığlı var mı?