Paylaş
Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” adlı son kitabını bir çırpıda okudum. Kitabı elime Aralık ortası aldım. “Her yemekten sonra birer sayfa okunacak” yöntemiyle bir ayda bitirdim.
Tabii gereksiz ayrıntılarla dolu, gereksiz taramalara yer veren sayfaları atladım. Orhan Pamuk beni bir kez daha haklı çıkardı.
Daha evvelki edebi yazılarımı hatırlayanlar onun Robert Kolej’deki günlerinde nasıl sahip çıktığımı hatırlarlar. Bir keresinde beni okula çağıran Robert Kolej’in müdürü Humphery Bogart bunun işlerini bire bir anlatmıştı. Okulun helasında gizlice nasıl sigara içtiğini, sos sınıflardan tombulca bir kıza pandik atması da dahil, bir sürü umumi adaba aykırı hikâyesini dinlemiştim.
Eğitimde dayaktan yana bir insan olmadığım halde bunu müdürün odasında “eşek sudan gelinceye kadar” dövmüştüm. Dayak atarken yorulduğumuzla kaldık.
***
Bu yine yapacağını yaptı. Memleket gündemi “Osmanlıca” ile “Felsefe” ile meşgulken edebi dünyaya bir romanını daha kakaladı.
Ben daha işin başında “Bu oğlandan yazar olmaz. Meslek lisesine yazdırın, yeni baştan okusun” demiştim. Bugün de aynı görüşteyim.
Oturmuş 480 sayfa karalamış. Hem de “okunmasın, foyamız meydana çıkmasın” diye olabildiğince küçük harflerle bastırmış. Normal puntolarla bastırsa o roman bin sayfayı geçer, briketten daha kalın olur.
Vur düşmanının kafasına, pekmezi aksın.
BERBAT BİR KÖYLÜ ROMANI
Hikâye köyde başlıyor. Mevlut Karataş adında köylü çocuğunun yanlış kızla evlenmesi anlatılıyor.
Aman ne enteresan! Sanki memlekette kimse yanlış evlilik yapmadı da o yüzden Mevlut Karataş’a dertleneceğiz.
Sonra Mevlut Efendi İstanbul’a gelip bir gecekondu mahallesine yerleşiyor. Ya nereye yerleşecekti? Akmerkez’de akıllı rezidans bulup onu mu kiralayacaktı?
Mevlut sağa baktı, Mevlut sola baktı. Mevlut gece avradın üstüne çıktı. Mevlut yellendi, Mevlut dellendi.
Bizi hiç ilgilendirmeyen bir adamın bizi hiç ilgilendirmeyen hikâyesini bize zorla okutuyor. Heyecan yok, gerilim yok, yaz ortasında hava durumu gibi bir roman.
İnsan içine biraz gerilim katar.
Ne bileyim. Mesela Mevlut geceleri boza satarken vampirlerin saldırısına uğrar. O sırada canı boza çeken Kurt Adam ona yardım eder. Mevlut kurtulduktan sonra Kurt Adam ile arkadaş olur. Onun evine gidip gelmeye başlar.
Kurt Adam bu görüşmeler sırasında Mevlut’un karısına aşık olur. Kadına incik boncuk verir, fistan alır. Onu baştan çıkarır. İkisi birden “Nereye kaçtığımızı söylemek zorunda değiliz” yazan bir not bırakıp kaçarlar.
Bakın, kısacık hikâyenin gerilimi bile sizi yakaladı.
***
Roman ilerledikçe al Mevlut’u kılıktan kılığa sok. Kendisini öldürmek isteyen vampirlerin reisinin kız kardeşine, Vampirella’ya aşık olsun. Onun aşkı yüzünden geceleri boza değil de Kan Bankası’ndan çalınmış “0 gurubu RH Pozitif” kanları şişeleyip satsın.
İçindeki maceracı ruhu zapt edemediği için Paralel Yapı ile verilen savaşa asker yazılsın. Paralel Yapıcılar bunu kurşunlasınlar. Cepheden şehit olduğu haberi gelsin. Cenazesi bayrağa sarılıp kaldırılsın.
HEM EĞLENİP HEM ÖĞRENELİM
Hikâyeye bir kere gazı verdin mi kendini tutamazsın. Mevlut’un cenaze namazından sonra dön drama. Vampirella’yı tarikata sok. Hidayete erip başını örtsün, haramdır deyip insan eti dişlemesin.
Bir iki namazından sonra kapıyı çaldır. Vampirella açıp baksın ki Mevlut karşısında. Savaşta bir kolu ile iki bacağını kaybetmiş. Kalan tek kolu üzerinde amuda kalkarak durabiliyor.
Meğer ölüm haberi yanlışmış.
Al sana gerilim, al sana dram ve trajedi, al sana mutlu son. Filmin içinde “güzelliklerle dolu” mesajlar da var.
Orhan Pamuk efendiyi bunlar kesmiyor tabi. O illi ki anlaşılmaz şeyler yazıp “entel dantel takımını” kafadan şoklayacak. Yine gizemli adamı oynayacak.
Ayrıca çalışma tekniğini de beğenmiyorum.
Tarlabaşı’na gidip sağın solun taksiden fotoğrafını çekeceksin. Yoğurtçuyu, yorgancıyı, bozacıyı çalışırken fotoğraflayacaksın. Sonra o fotoğraflara bakaraktan tasvir yapacaksın.
***
Böyle saçmalık olmaz Orhan Efendi.
Ya roman azacağım diye adam avlamaya çıktığında bir travestinin fotoğrafını, başka bir şeyle karıştırırsan. Olur mu olur. Travesti fotoğrafına bakarken “Piyango Satıcısını” anlatmaya kalkışırsın.
Durduk yerde Milli Piyango Teşkilatı’nı çökertirsin. Yazarlık bu değil beyler. Romancılık da bu değil.
Sırf bu millete “roman nedir” göstermek için kaleme sarılıp, yazmaya başladım. Kısmetse bu roman altı ay sonra raflarda olacak.
Dört dörtük bir kurgu hazırladım. Hikâye Napolyon’un Rusya’yı işgâl ettiği dönemde geçiyor.Moskova’da başlayan bir aşk hikâyesi ile savaşın korkunçluğu beraber anlatılıyor.
Eğer daha iyisi aklıma gelmezse bu romanıma “Savaş ve Barış” adını vereceğim. Bakalım Orhan Pamuk okuyup utanacak mı?
Paylaş