Nuray Mert

Cumhuriyet Krizi

30 Ekim 2010
DÜN 87. yılını bir kez daha krizlerle kutladığımız, Cumhuriyet, bir süredir, bir çok açıdan tartışma konusu.

Daha doğrusu, sözkonusu olan tam bir ‘Cumhuriyet krizi’. Zira, Cumhuriyet projesi bazı açılardan son derece başarılı, bazı açılardan başarısız oldu. Başarısız olduğu konularda derin sorun alanları doğdu. ‘Demokratikleşme’ ile bu sorun alanlarını aşmayı umuyoruz. Doğrusu da bu, çünkü aksi takdirde kavga büyür. Ancak demokratikleşme bazılarımızın sandığı gibi, ‘bugün sünnet, yarın deniz’ şeklinde olacak şey değil. Öyle olduğunu sanmak, demokratik siyaseti hafife almak olur. Oysa, temennisi kolay, gerçekleşmesi zor bir iştir, hele de sorunlar çok derinlerdeyse. Cumhuriyeti enkaza dönüştürmek kolay da, o enkazın altında kalmak tehlikesi de var.
Dahası, bazılarının hafife almasına karşın, laiklik başta olmak üzere, Cumhuriyet’in bazı kazanımları feda edilmesi göze alınacak şeyler değil. Buna karşın, Cumhuriyetin laiklik anlayışına demokratik esneklik kazandırmak zorlu bir iş de olsa şart. Muhalefet partisinin bu gerçeği kavramakta zorlanmasının maliyeti büyük.
Ulus devlet modeli içinden Kürt meselesini çözmek daha da zorlu bir iş. Büyük bedeller ödemeden, dalaşıp dövüşmeden işin içinden çıkmak için ince ve uzun bir yolu göze almak lazım. Oysa, kimsenin, gelecek seçimlere kadar kalan süreyi, bu muhasebe ile geçireceğine dair henüz bir işaret yok. Şiddet politikalarına son verilmesi için harcanan çabalar, her seferinde, geçici rahatlama ve asıl meselenin unutulması şeklinde yaşanıyor. Bu tavır sürdüğü sürece, şiddet hep geçer akçe olarak kalacak.
Şiddetin devreden çıkmasını hızlandırmak istiyorsak, şiddet olmadığı durumda bu meseleyi uykuya yatırmaktan bir an önce vaz geçmemiz gerekiyor. PKK’nın eylemsizlik kararını bir kez daha uzatma kararı almışken bu gerçeği, bir kez daha hatırlatmak istedim.
Ama asıl önemlisi, Kürt meselesinin çözümünün artık çok zor bir süreci yönetmekle mümkün olması. Kürt açılımı tartışmalarının başında, ‘kolektif hakları konuşmayacaksak, çözüm uzak’ dedim diye, süreci ‘sabote’ etmekle suçlanmıştım. Bugün gelinen noktada ‘özerkliği’ tartışmak söz konusu. Kürtleri aza razı etmek politikaları başarısız oldu, Türkleri özerkliğe razı etmek de fevkalede zor. ‘Yönetilmesi zor süreç’den kastettiğim bu. 
Türkiye’de toplumsal siyasal gelişmeler, eski sistemin dar çerçevesi içinde çözülecek gibi değildi, o nedenle eski yapı çözüldü. Ancak, mevcut hükümet, bu çözülme sürecini yönetmeyi fazlasıyla hafife alıyor. Sandıkları gibi, her sorun, beğenmediği kurulu kendi denetimlerine bağlayarak, fakir fukarayı azarlayıp sindirmek gibi tedbirlerle çözülecek türden değil.  
İsmet Berkan, dünkü yazısında, otoriterlik konusunda söylediklerime gönderme yaparak, otoriterliğin bugünün sorunu olmadığı hatırlatmış. Doğru, ama öyle diye, değişimi sorgusuz sualsiz kabul etmek durumunda değiliz. Cumhuriyet zor bir proje idi, Cumhuriyeti demokratikleştirmek daha da iddialı bir iş. Altından kalkabilmek için ciddi bir çaba göstermek gerek, zira altında kalmak işten bile değil.

 

Yazının Devamını Oku

‘Otoriter Demokrasi’

26 Ekim 2010
REFERANDUMLA gerçekle-şen Anayasa değişiklikleri ve bu çerçevede yapılan HSYK seçimleri ile yeni bir vesayet sistemi kurumlaşma yönünde bir adım daha atmış oldu. Üstelik, bu çok ciddi bir adım, zira yargıyı yürütme baskısı altına alan bir düzenlemeye geçit verilmiş oldu. Referandum öncesi, bu tehlikeyi görmezden gelenlerin bazıları şimdi veryansın ediyor, kendilerine ‘geçmiş olsun!’ demek isterim.
Referandum öncesi tartışmaların ana temalarından biri, eski sistemin de bir vesayet çerçevesi olduğuydu. Doğru ama, eski vesayete karşı yeni vesayet biçimlerini davet etmek Türkiyeli demokratlara özgü bir tercih olarak tarihe geçmeyi hak ediyor.
Geçen yıl, ‘Türkiye’de sivil otoriter siyasete doğru bir gidiş olduğunu düşünüyorum’ dedim diye kıyamet koptu. Şimdi bu istikamette emin adımlarla gidiyoruz. Hâlâ, ‘otoriter siyaset illa askeri olur, sivil olmaz’ diyenler var, bu akılda olanlara, biraz demokrasi tarihi okumalarını, biraz da halihazırda seçim yapan ama demokrasi olmayan nice örneği dikkate almalarını tavsiye ederim.
Rıza Türmen (Milliyet), dünkü yazısında ‘otoriter demokrasi’ tabirini kullanmış. İlk bakışta oksimoron gibi duruyor, ancak benim sivil otoriter siyaset dediğim, denge-denetim mekanizmalarını kaybeden demokrasiyi kasdediyor. Geçen sene tartışma benim etrafımda bir karalama kampanyası ile boğulmuştu, oysa Türkiye’de demokrasinin selameti açısından, bu tartışmayı hakkıyla canlandırmakta fayda var.
Diğer taraftan, Türmen’in, ‘Türkiye’de toplumun İslami değerler üstünde yeniden inşa edilmekte olduğu’ tesbitine katılamıyorum. Bu iktidarın temel derdinin ‘İslami değerler’i ihya etmek olduğu fikri, tam da muhafazakar iktidarın kendini seçmenine satma stratejisine denk düşüyor. Türkiye’de laik kesimin din konusundaki kuşkuculuğu, din adına ortaya atılan her şeyi sorgusuz sualsiz dine atfetme gibi bir paradoks oluşturuyor.
Oysa, dini değerlerin siyasal süreçler içinde devreye girdiği her durumda, din bir iktidar mücadelesinin aracı konumuna düşer. İktidarı ele geçirme veya sürdürme çabasının merkezinde değerler ikincil bir yer teşkil eder. Tam da böyle olduğu için, muhafazakarlar dini değerleri ekonomi politikalarının değil, kültürel muhafazakarlığın çerçevesine sürgün ederler. 
Türkiye’de muhafazakar siyaset çerçevesinde söz konusu olan, benzer her durumda olduğu gibi, dini popülizmdir. Halihazırda, Türkiye’de yeni vesayet sistemi, dini popülizm, kültürel muhafazakarlık, çoğunlukçuluk ve/veya ‘demofili’ye indirgenmiş bir demokrasi söylemi çerçevesinde kuruluyor. Sanıldığının aksine tutarlı bir ideolojisi yok, eş- dost kapitalizmi (‘crony capitalism’), karizma, ‘başkanın adamları’, gibi kurumsal ilkesel çerçevenin yerini keyfiliğin aldığı bir istikamette yol alıyor. Bir ülkede özgürlükler konusunda en büyük tehlike, ilkesellik ve kurumsallıktan keyfiliğe sürüklenmedir.
Keyfilik ve şahıs eksenli otoriter siyasetler en az ideoloji merkezli otoriter düzenler kadar baskıcı olabilir. Üstelik, birinci durumda, birilerine yaranmak veya onları kızdırmaktan sakınmak dışında hiçbir güvenceniz kalmaz.
Türkiye’de, son değişikliklerin, var olan siyasi partiler kanunu ve parti içi demokrasi koşulları ve seçim barajı gibi otoriter tedbilerler ile buluşması sonucu gidilen yere, daha demokratik bir Türkiye demek için, Pollyanna’yı ‘depresif kötümser’ sınıfına sokacak bir iyimserlik gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Laikliğin teminatı

23 Ekim 2010
YARGITAY Başsavcısı’nın üniver-sitelerde başörtüsüne ilişkin açıklaması ile, sorunun iyice içinden çıkılmaz hale getirilmesi yolunda bir adım daha attı. Aslında, daha önce, başörtüsüne ilişkin düzenlemenin, Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi ve başörtüsü ile laiklik arasında doğrudan ve esaslı bir bağ kurmak yolunun açılması, fevkalede yanlış bir işti. Başörtüsü yasağını sürdürmek adına, laiklik ilkesine ve onun hukuki çerçevesine büyük zarar veriyor, bunu görmek lazım. 

* * *

Laikliği önemseyenler, laiklik ilkesini katı biçimde tanımlamak ve bu tanımı hukuki çerçeve içinden dayatmak yerine, laikliği demokratik bir siyaset ve toplum anlayışı ile buluşturmak adına çaba göstermekten imtina ettikleri sürece laiklik ilkesi ve onun hukuki güvenceleri yara almaya devam edecek. Asıl önemsenmesi gereken husus bu.

Laiklik ilkesi, toplumsal ve siyasal hayatın dini referanslı baskılardan uzak tutulmasının güvencesidir. Bu açıdan demokrasinin vazgeçilmez koşullarından biridir. Diğer yandan, demokrasi, özgürlük merkezli bir toplumsal barış ortamı vaat eder. O nedenle, laiklik ilkesi özü korunmak şartıyla, toplumsal/siyasal talepler doğrultusunda yorumlanmak durumundadır. Bu ufuktan yoksun, katı bir laiklik tanımı, kendisini güvenceye alan hukuki çerçeveyi zedelemekten, ona itibar kaybettirmekten başka bir işe yaramaz, yaramıyor.

* * *

Başörtüsü konusunda yasağın kalkması yönündeki düzenlemenin, Yargıtay Başsavcısı’nın iddia ettiği gibi, ‘dinsel inanç veya dinsel kurallarla doğrudan bağlantı kurularak yapılan düzenleme olduğu’ için, laikliğe aykırılığı, tartışmaya muhtaç bir iddiadır. Zira, laiklik prensibinde esas olan, dinsel baskılara karşı güvence oluşturmaktır, özgürlük/serbesti taleplerine siper olmak değil.

Demokratik ve laik bir düzende, dini inanca gönderme yapan toplumsal talepler dikkate alınmaz demek mümkün değildir. Üstelik, halihazırda, toplumsal hayatımızda, dini referanslı düzenlemeler yok değil, dini bayramların resmi bayram olması bunların en önemlisi. Esas olan, yapılan düzenlemelerin, bir talebe cevap verirken baskı aracı olup olmamasıdır. Başörtüsü ile üniversiteye girmek, bir baskı aracı değil, bir özgürlük/serbesti talebi olması nedeniyle laikliğe aykırı olduğu söylenemez. 

* * *

Ana muhalefet partisi başta olmak üzere, bu düzenlemeye karşı çıkanların ileri sürdüğü, geleceğe dair muhtemel baskılar, tartışma konusu olabilir, ancak halihazırda baskı oluşturmayan bir özgürlük talebinin önünü kesmek için gerekçe olamaz. Bu konuda, en ciddiye alınması gereken kaygının, ilköğrenimde başörtüsü konusu olduğu doğrudur. Muhalefetin bu konuyu tartışmaya açması anlaşılır, ancak bu tartışmayı, üniversite konusunun çözümünden bağımsız yapmak daha doğru olur. 

Laikliği önemseyenler, iktidar partisinden geleceğe dair teminat istemek yerine, tüm güçlerini, topluma laikliğin önemini anlatmaya ve ona itibar kazandırmaya harcasalar, daha iyi bir teminat zemini yakalamış olurlar. Zira, laikliğin en iyi ve güvenilir teminatı, onun demokrasi için önemini anlamış ve benimsemiş bir toplumdur, yasaklar değil.
Yazının Devamını Oku

Bu ülkenin işi çok zor!

19 Ekim 2010
BİR yanda HSYK seçimleri, diğer yanda resepsiyon krizi! Bir yanda, yargının esnemeyen statüko tavrına karşı, çareyi yargıyı kendi denetimi altına almakta gören bir iktidar anlayışı var.

Diğer yanda, geçin yargının başörtüsü için ısrarcı olduğu dar alanları, o alanlar dışındaki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunu, ev sahibi ve davetlilerin bir kısmı başörtülü diye boykot etmeyi düşünen anamuhalefet partisi.

Memleketin laiklikten yana tavır koyduğunu düşünen vatandaşı, içinde bulunduğu dar kafalılığı sürdürdükçe asıl tehlikeye girenin ‘demokrasi’ olduğunu anlamamakta ısrar ediyor. Bence işin özeti bu.

* * *

CHP’nin zihniyet değiştirmesi gerektiğini sıklıkla dile getirenler arasındayım. Ancak, ben öteden beri, birçoklarının aksine, bu değişimin parti yönetimi meselesi olmadığını düşünürüm. Zira, ben o çevre içinde yetiştim, meselenin yönetimin zihniyet değişikliğinden ziyade seçmen tabanının zihniyet değişikliği olduğunu biliyorum. “Toplumun başörtüsü gibi bir sorunu yok, bu siyasilerin kavgası” diyenlere hiç katılmıyorum. Toplumun bir kesimi, başörtüsü konusunda fazlasıyla inatçı bir direnç içinde. Parti yönetiminin bu seçmen tabanını, kolaylıkla ikna etmesini beklemek gerçekçi değil. Ama bu mümkün olmadığı sürece, bir büyük didişme devam edecek demektir.

Yazının Devamını Oku

Yasağa da baskıya da hayır!

11 Ekim 2010
EN az yirmi yıldır başörtüsü meselesini konuşuyoruz, ama belli ki, kafa karışıklığı devam ediyor. Bu konuda, yüzlerce yazı yazdım, herkesin bunları okumuş olduğunu varsaymıyorum, ama aynı şeyleri bir kez daha tekrarlamak istemiyorum. Kısaca, üniversitelere başörtülü girme yasağı olarak uygulanan adaletsizliğin sonunun gelmesinden son derece memnun olduğumu söylemek istiyorum.
MESAFE
Başörtüsü yasağını gerekçelendirme tezlerinin hepsini anlamsız ve/veya hakkaniyetsiz buluyorum. Muhayyel bir ‘örtünme baskısı’nı, mevcut bir yasak ile karşılaştırmak doğru değil. Bir yasağa, başka baskılarla mazeret bulmak da öyle. Anlaşılır olan, hakkaniyetli olan, her türlü haksızlığa ve baskıya karşı olmaktır, bir baskıya başka baskı ile mazeret bulmak değil.
Ben, en önemli meselemizin herkesin aklına yatan baskıyı mazur görmek ve göstermek olduğunu düşünüyorum. Laiklik adına baskı ve yasağı mazur görenlerin bunca zaman fazla mesafe kat etmediğini görmek çok kaygı verici. CHP’nin başörtüsü modeli tarifine girişmesi de, ‘türban mı, başörtüsü mü?’ tartışmasına girişmek de, bu kesimin ne kadar mesafe kaydettiğini yeterince gösteriyor.
Diğer taraftan, muhafazakarların ‘mahalle baskısı’ kaygısına nasıl tahammülsüzlük gösterdiğini tabii hatırlıyorum. Ama bu, bir yasak ve baskıyı haklı çıkaracak gerekçeler oluşturamaz, oluşturmamalı. Başörtüsü yasağına da, mahalle baskısına da karşı çıkmak mümkün!
Daha özgür ve demokratik bir toplum ve siyaseti hedefliyorsak, önce baskılardan baskı beğenmek makasından çıkmayı başarmak gerekiyor. Diğer taraftan, tabii ki, demokratikleşmenin çok boyutlu bir mesele olduğunu hatırlamak zorundayız. Laik kesimin, toplumsal değişim ve talepleri göz ardı etme alışkanlığı onları siyasi olarak otoriterliğe savuruyor. Buna karşın, muhafazakarlar değişim ve toplumsal talepleri öne çıkarma çabası çerçevesinde demokratikleşme dinamiği oluştururken, liberal bir toplumsal ve kültürel ortamın demokrasinin vazgeçilmez koşullarından olduğu gerçeğini göz ardı etme eğilimi içindeler. Mahalle baskısı tartışması da, Tophane olayı da bu çerçevede değerlendirilebilir.
Mehmet Tezkan (Milliyet, 17 Eylül 2010), referandum sonrası, bu yönde ciddi bir tartışma başlatabilecek çok önemli bir yazı yazdı. ‘Hayır’ oyu verenlerin statükocu, demokrasiye, özgürlüklere karşı olduğunu ileri sürenlere karşı, “O halde neden tatillerinizi geçirmek için evet oyunun en yüksek olduğu illere, bölgelere değil, dar görüşlü sahil şeridine gidiyorsunuz? Veya İstanbul’da hayırcı semtlere itibar ediyorsunuz?” sorusunu sordu. Bu sorunun cevabı, toplumsal-kültürel liberal ortamın halen laikliği önceleyen bölgelerde, çevrelerde yaşama alanı bulmasıdır.
DEV SORUN
Yani, bir yandan laikliği önceleyenlerin siyasal otoriterliğe savrulmasına karşın diğer yanda siyasal demokrasinin motor gücü olan muhafazakârların, kültürel liberalizme uzak olması gibi dev bir sorunumuz var. Karşılıklı karalama veya yasakçılık ve baskıları yarıştırma yerine bu ciddi meseleye daha fazla kafa yoralım diyorum.
Yazının Devamını Oku

Dün devlet bugün de devlet!

4 Ekim 2010
BEN bugünlerde, geçen hafta geçirdiğim trafik kazasının derdindeyim ama, bu vesile ile dinlenmek zorunda kalınca, sonunda Hanefi Avcı’nın kitabını hakkıyla okumuş oldum.

Avcı’nın kitabında, daha çok “cemaat”e ilişkin kısımlar tartışıldı, oysa yakın geçmişe ilişkin tartışmaya açılması gereken daha çok şeyden söz ediyor. Her şeyden önce, siyasal-kişisel bir muhasebe söz konusu, zaman içinde, “devletin Avcısı” olmayı nasıl sorguladığını anlatıyor. Ben bu muhasebenin “samimi” olduğu kanaati edindim. Siyasi muhasebesinin özetini, alt başlıkta vermiş, “Dün devlet, bugün cemaat”!  Benim bu özete bir itirazım var. Bence, mesele dün de “devlet”, bugün de “devlet”. Derin, karanlık devlet, el değiştiriyor, yeniden yapılanıyor. Bu esnada resmi ideoloji değişiyor, “tehdit” değişiyor, “düşman” değişiyor, maalesef gerisi aynı kalıyor. Olan bu.

Karanlık işlerden hazzetmeyen, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük isteyen hepimizin temennisi, bir büyük değişim yaşanırken, bunun daha demokratik bir düzen ve onun kısıtladığı bir devlet yapısı olması. Bazılarımız, bu temenniyi “gerçek” olarak görüyor veya görmek istiyor. Benim intibaım bu değil. Ben temennimi, “gerçek” yerine koyamadığım için çok eleştirildim. “Zararı yok!” diyemeyeceğim, zararı çok!  

En büyük zararı, geçmişle muhasebemizden, daha aydınlık bir gelecek kuramamamız olacak diye korkuyorum. İşler karıştığında, ters giden her şeyi “cemaat” denilen yapıya fatura etmek de, yol değil. Daha esaslı bir muhasebe yapmakta yarar var. Mesele, sadece Simon’lar değil, hiçbir zaman sadece onlar değildi, şimdi de değil. Haliç’te yaşayan ve kokuyu almayan, almamakta direnen, almamakta fayda gören herkes.

Bakın, yeni tehdit/ düşman/ suçlu algısı nasıl yaygınlık kazandı. Askeri vesayet/ Ergenekon söylemi üzerinden sadece yakın geçmişin tüm kirli işleri değil, eski statükonun parçası olan her şey, herkes nasıl temize çekiliyor.  Eski darbeci, istihbaratçı, Güneydoğu’daki kirli savaşın mimarı, vesayetçi kim varsa, bir günde yeni düzenin ‘demokrat’ı olabiliyor. Daha dün, 28 Şubat’ı alkışlayanlar, sanki tüm olan biteni kavramaktan aciz üç yaşında çocukmuşlar gibi, “bizi korkuttular” deyip, işin içinden sıyrılmanın yolunu buluyorlar.

Yazının Devamını Oku

Demokrasi Bon Pour L’Orient!

27 Eylül 2010
DOĞRUSU, laik kesimin bunca ‘tu kaka’ edilmesini, her sorunun sebebi sayılmasını, tarihin bütün yanlışlarının -fırsat bu fırsat- üzerlerine yıkılmasını haksızlık, adaletsizlik olarak görüyorum ve ifade ediyorum.

Diğer yandan, bugünlere gelinmesinde nasıl bir sorumlulukları olduğunu yıllarca anlatmaya çalıştım, halen yeri geldiğinde hatırlatıyorum. Ama, görüyorum ki, hâlâ ne Türkiye’yi, ne dünyada olan biteni kavrama zorluğu içindeler. Her olan biteni beğenmek zorunda değiliz, ama önce anlayabilmek lazım.
Şimdilerde, referandum sonrası, Batı’dan gelen olumlu tepkiler, bu kesim için, hayal kırıklığı yaratıyor. Bir türlü kabullenilemiyor. Tamam, Batı dünyası, ne olursa olsun, ‘demokrasi’ açısından, halen, ciddiye alınması gereken bir standart oluşturuyor. Ama, Batı dünyası, yine halen, kendi dünyası dışında kalanlara, o veya bu ölçüde tepeden bakmaya devam ediyor. ‘Oryantalizm’ diye özetleyebileceğimiz bu bakış, farklı biçim ve tonlarda yaşamaya devam ediyor.
Tabii, işin bir de siyasi gerekçeleri var, yani, Batı ülkelerinin dünya çapındaki çıkarları söz konusu. Bu çerçevede, laik çevrelere kötü bir haberim var. Batı dünyası, bir süredir, bizim gibi ülkelerde, demokrasiyi kendisi için tanımladığı standartlarda tanımlamaktan vazgeçti. Klasik oryantalist bakışı yansıtan, “Bon pour l’Orient” tabiri, yani, bizim için değil ama “Doğu için iyi” anlayışı, demokrasi konusunda bizden beklediklerini tanımlamaya başladı.
Geçtiğimiz yıl, bu yeni demokrasi paradigmasını irdeleyen bir çalışma yapıp uzunca bir makale yazdım. Konuyu, bu köşede kısaca, bu şekilde özetleyebiliyorum, bu konuda yazılıp çizileni okusanız saçınızı başınızı yolarsınız. Bu yeni paradigma çerçevesinde, en temel özgürlüklerin kısıtlanması bile, ‘kültürel tercih’ olarak temize çıkabiliyor. Ben buna, politik doğruculukla takdis edilmiş oryantalizm (veya “Politically correct orientalism”) diyorum.
Uzun lafın kısası, yüksek standartlı bir demokrasi istiyorsak, Batı dünyasına meram anlatmaya girişmek yerine, bunun koşullarını oluşturmak için çaba sarf etmek en doğrusu. Başörtülü üniversiteye girme özgürlüğünü bile hâlâ içine sindiremeyen bir çevrenin, bu koşulları oluşturma şansı yok.
Muhafazakâr kesimin, “Batı bizi destekliyor, demek ki bizden demokratı yok” diye bu standarda sarılması da, hiç hayra alamet değil. Demokrasi, özetle, mümkün mertebe çok özgürlük ve buna karşın az didişme ortamının sağlanması demektir. Bu ortam sağlanmadığı sürece, kim ne derse desin, kim ne kadar beğenirse beğensin, bu ülkede kimse rahat etmeyecek. Onların da bilmesi gereken bu.
Biliyorum, vaktiyle, laiklerin onları Batı dünyasına öcü gibi göstermesinden çok çektiler, ama şimdi konjonktür değişti, işler onların lehine döndü diye, her konuda olduğu gibi bu konuda da, çareyi, aynı şeyi tersine çevirmekten ibaret görürlerse, bu ülkede hiç dirlik olmayacak demektir.

 

Yazının Devamını Oku

Haftanın bilmecesi

20 Eylül 2010
REFERANDUMA ilişkin tartışmalar geldi, ‘halka güvenmek veya güvenmemek’ gibi bir eksene oturdu.

Bir kere, demokrasi, çoğunluğa veya azınlığa, şuna veya buna güven meselesi değil. Ama şimdilik bu konuyu bir yana bırakalım. Şu günlerde çok tuhaf şeyler yaşıyoruz. Yakın geçmişte, ‘toplumsal çoğunluk’, ‘kitleler’, ‘kalabalıklar’a (artık ne derseniz) karşı derin bir kuşku içinde olan bazıları, bugünün demokrasi yargıçları olarak, ‘gık’ diyenin sesini kesmek için, olmadık ithamlarda bulunmaya girişiyorlar.
SÖZ ETMEYELİM Mİ?   
Geçtiğimiz yıl, “Askeri vesayetten kurtulalım derken, sivil otoriter siyasetlere savrulmakta olduğumuz kaygısı içindeyim” dedim diye hakkımda söylenmeyen kalmadı. Oysa, söylediğim bundan ibaretti. Ne dün, ne bugün, “İrtica geldi, gelecek”, “İslamcılar katiyen demokrat olamaz”, “Demokrasi halka rağmen tecelli edecek bir şeydir” gibi bir anlayışın hiçbir zaman yakınından bile geçmedim. Ama bugün, siyasi süreçleri kaygıyla izliyorum, gerekçesini de izah ediyorum. Etmeyelim mi? Referandum öncesi veya sonrası, toplumda belli kaygılardan söz ediliyor, edilmesin mi?

İnanın, bu şahsi, değil, çok ciddi bir siyasi mesele. Birilerinin ‘siyaseten doğru’ olanı, hep kendi düşünceleri merkezinde tanımlamaları, mevcut iktidarın işine geldiği için, muazzam bir düşünce terörü, ciddi bir demokrasi tartışmasının önünü kesiyor.

Başka bir şey değil, sadece bu soruna dikkatinizi çekmek için, bugün demokratlığı kimseye yakıştırmayanların çok yakın geçmişte neler söylediklerini hatırlatmak istiyorum. Onları mahcup etmek için değil, herkesi kendileri gibi sanmaktan vazgeçmeleri gerektiğini hatırlatmak için! Bazılarının demokrasi konusundaki korkularının, kendilerinin yakın geçmişte ifade ettikleri gibi, irtica korkusu veya topluma tepeden bakmak gibi bir noktadan hareket etmeyebileceğini hesaba katmalarını salık vermek için!

Yazının Devamını Oku