Paylaş
İçindeki ışığa doğru yüzdüm. Sonra oradan küçük bir geçiş buldum. Oradan yüzerek geçerken, karnım neredeyse kayalara değecekti.
Geçtim orayı. Minik bir göle vardım.
Bu koca kayanın eşlikçisi olmak, beni bütün zamanlardaki bütün canlılıkla birleştirdi.
Bir Kızılderili gibi o dev taşa dokundum. “Sendenim” dedim. Sen de benden. Biz de ondan. Sudan, taştan, yaştan, ta baştan gelmedik mi?
Bu yaz başı, Jhumpa Lahiri’nin Roma’da geçen hikâyelerini okudum.
Hikâyenin birinde bir kız, ilk kez âşık oluşunu, kendisi bir kayaymış da birisi onu kaldırmış, altında saklanan solucanları, canlılığı gün ışığına çıkarmış gibi anlatıyordu.
“Aşk bunu yaptı bana” diyordu. Kayayı kaldırdı ve altındaki her şeye şefkatle baktı. Hepsi güneşi gördüğü için şenlendi. Aşk bitti ve kaya tekrar yerine kondu.
Aşk gerçekten böyle bir şey. Birisi o ağır kayanı kaldırıyor. Sen buna izin veriyorsun.
Beraberce biriktirdiklerine, sakladıklarına, unutmak istediklerine bakıyorsunuz. Güneş alıyor kımıl kımıl kımıldayanlar, homur homur homurdananlar, fokur fokur fokurdayanlar. Pek de mutlu oluyorlar.
İçinde tuttuğun bir şeyi yıllar sonra söyler gibi. Görünür olmak, onları güzelleştirmeye yetiyor.
Sonra aşk boyu utanmadan açık bırakılan o kaya, aşkın bitişiyle, o aşkın bitişini de rutubetine katarak, karanlığına geri kapanıyor.
Ta ki, birisi seni yeniden çok merak edip, kayanı kaldırana kadar.
Dev kayanın yanında bunları da düşündüm. Dev kaya da bir günlük gibi aslında.
Bir hatıra defteri o da. Her bir katmanının bir yılı, bir olayı var.
3 milyon yıl önce patlayıp hızlıca soğuyan lavların satırları var.
Deniz dalgalarının dağlardan düşen taşlarla diyalogları var.
Rüzgârın satır başları...
Hem bu mağara hem de hikâyedeki aşk, kayalardan uzak olmayan hayatlarımızı hatırlattı bana.
Yaz deyince güneş geliyor akla ve deniz belki yıldızlar. Fakat benim için bu yaz, kayalar ve rüzgâr.
Paylaş