Hz. Musa’ya düşmanlıkta ileri gidiyordu. Firavun’un akıl hocası konumundaydı.
Ona, övünme, Allah seni de malını da bir gün yok edebilir dense de oralı olmazdı. Bu mal ve güç benim kendi imkânlarımla kazandıklarımdır derdi. Hem imansızdı ve hem de kurnazdı. İnsanların çoğu onun yerinde olmak isterlerdi. Öyle ya, hem firavunun sırdaşı ve hem de dokunulmaz bir güç sahibi olmak kolay mı!
Ama bütün bunların hiçbiri Karun’a yetmedi. Bir gün Firavun’a dedi ki, Musa’yı etkisiz hale getirmenin yolunu biliyorum. Firavun büyük bir heyecanla “Bana bu yolu göster” deyince, Karun, Firavun’a çirkin bir plan sundu. Şöyle dedi: “Mısır’ın yoldan çıkarılmış hayat kadınlarının patronu olan bir kadın var. Bu kadın, son derece kurnaz, dilli, para göz ve meşhur bir kadındır. Para için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Ben bu kadınla konuşup onu ikna edeceğim ve Musa ile zina yaptığını söyleteceğim. Sen de Musa’yı büyük bayram günü halkın huzuruna davet et. Kadını çıkarırız, kadın da Musa ile zina ettiği iftirasını atar, böylece Hz. Musa’yı halkın gözünde itibarsız yaparız. Senin ilahlığının önündeki en büyük engel olan Musa böylece etkisiz hale gelmiş olur.” Bu kurnazca fikir, ilahlık iddiasındaki zavallı Firavun’un hoşuna gider.
Karun, Mısır’daki bu bilinen kadınla konuşur. Ona der ki, bayram günü halkın huzurunda Musa ile zina ettiğini söylersen seni ağırlığınca altın ile mükafatlandırırım. Kadın der ki, “İstersen bütün Mısır’la zina ettiğimi söyleyeyim. Bu benim mesleğim neticede. Kimden korkarım ki...”
Nihayet o gün gelir. Her şey kurgulanmıştır. Kadın perdenin gerisindedir. Halk platformun önünde Hz. Musa’yı beklemektedir. Hz. Musa ise, Firavun’un daveti üzerine -konunun ne olduğunu bilmeden- gelir. Firavun büyük bir vakar ve ihtişamla gelen Hz. Musa’ya şöyle sorar: “Musa! Senin dininde zina haram mı?” Hz. Musa tereddütsüz “Evet haramdır” der. “Peki” der Firavun; “zina işleyen Musa olsa da bu böyle midir.” Hz. Musa “Evet, İmran’ın oğlu Musa da olsa bu böyledir” cevabını verir.
Bu cevabı bekleyen Firavun perde gerisindeki kadına seslenir: “Çık ve Musa ile zina ettiğini ilan et!” Bir anda koca meydanda büyük bir çalkantı oluşur. Öyle ya, sıradan herhangi bir insanın dahi altından kalkamayacağı bir fiil ve isnadı, bir peygamber nasıl karşılayabilir. Hz. Musa’nın o anki hali, elbette her türlü tahminin üzerinde bir durum arz eder.
Denir ki Hz. Musa dönüp kadına bakmaz bile. Elindeki bastonunu yukarıya doğru kaldırır ve kadına sorar: “Allah’ın adına sana soruyorum ey kadın. Seninle zina ettim mi?” Firavun, Karun, Haman ve etrafındaki peygamber düşmanları büyük bir iştahla kadının cevabına odaklanırlar. Halk büyük bir şaşkınlık içinde olayı anlamaya çalışmaktadır. Herhalde orada kendinden emin olan tek kişi Hz. Musa idi. Hz. Musa’nın bu büyük sözüne, yeminine muhatap olan meşhur kadın yutkunur ve sonra bütün meydanda yankılanan şu cevabı verir. “Allah’ın adına diyorum ki ey Musa, sen elbette benimle zina etmedin. Ve sen ey Musa, gökten inen yağmur suyundan bile daha temizsin.”
Yüce Allah kıyamet günü şöyle buyuracak.
- Ey insanoğlu ben hastalandım. Fakat sen beni ziyaret etmedin.
- İnsan der ki: Ya Rabbi! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen âlemlerin Rabbisin.
- Allah buyurur: Bilmez misin ki falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin? Ve yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyarete gelseydin and olsun ki, beni onun yanında bulacaktın.
- Yüce Allah yine soracak: Ey Ademoğlu! Ben senden yiyecek istedim. Sen vermedin.
- İnsan diyecek ki: Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl yemek verebilirim.
- Yüce Allah buyurur: Bilmez misin ki falan kulum senden yemek istedi de sen onu doyurmadın. Yine bilmez misin ki, eğer sen onu doyursaydın and olsun ki, beni onun yanında bulacaktın.
Mutlaka her birimiz hayatımızda bir defa da olsa namaz kılmışızdır. İbadete en uzak olanımız bile, bir bayram namazı, bir cenaze namazı kılmıştır. İnanıyorum ki, hayatında bir kez namaz kılmış olana nasıldı o namazın diye sorduğunuzda “ kuş gibi hafifledim. Sıkıntılarımı bir an için öteledim” cevabını almışsınızdır. Bu doğrudur. Çünkü namaz ibadetinde, diğer ibadetlerde olmayan bir şey var. Allah la konuşmak, Allah la dertleşmek, O’na hitap etmek, O’na derdini açmak, O’nun huzuruna çıkmak ve huzuruna kabul edilmek var. Allah’ın huzuruna çıkabilmeye yüz bulmak var. Onun içindir ki; Kulla Allah arasındaki en yakın an secde anıdır. Denilir ki kişi secdedeyken ‘Allahım!’ dediğinde Yüce Yaratıcı “Söyle kulum! İşte Rabbin seni dinliyor. Sen söyle ben yapayım” buyururmuş. Ne müthiş bir kabul, ne müthiş bir sevgi, ne müthiş bir rahmet.
Namaz ibadetine farklı bir boyuttan bakalım istedim bugün. Namazın manevi boyutundan. Namaz vaktin girmesiyle başlar. Vaktin gelmesi ‘ezanla’ anlaşılıyor. Aslında ezan sadece namaz vakti girdi demek değildir. Aynı anda günlük bir iman tazelemesidir. Ruhlar aleminde ‘elestu bezminde’ yapılmış bir biat vardı.Kullar Rabbe teslim olmuştu.Ezan bunun dünyevi ve günlük deklarasyonudur. Ne diyor hocamız ezanda;
Allahüekber Allahüekber: En büyük ve yüce olan sadece Allah’tır. Allah’tan gayrisine eğilmem.
Eşhedu en la ilahe illallah: Şahadet ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur. Sadece O’na kulluk edilir.
Eşhedu enne Muhamme den Resulullah: Tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın Peygamberidir. Vahiy alan örnek insandır. Son Peygamberdir.
Hayye ales salah: Hadi sizi diriltecek namaza koşun.
Hayye ale’l felah: Hadi kurtuluşa koşunuz. Sizi insana kul edecek bağlardan kurtulup Rabbe sığının.
Kuran-ı Kerim sınırsız zevklerin, teraziye konmamış güzelliklerin yaşanmasında ölçüyü kaçırmamayı ister. “Bütün güzelliklerinizi dünya hayatında tükettiniz. Ve onlardan açgözlülükle yararlandınız.” (Ahkaf, 20) Bu ayet-i kerime nefsani arzularını ilahlaştırmış olanlara ahrette söylenecek bir sözü hatırlatıyor.
Siz iki gün üst üste et yemenin teraziye konacağını hiç düşündünüz mü? Veya bir günde, iki defa et satın almanın sorgulanabileceğini. Hayır diyorsanız o zaman şu satırları benimle beraber takip edin.
Dönem Hz. Ömer (r.a.) dönemi. Hz. Ömer’in halifeliği dönemi genellikle bolluk ve refahla geçer. Ancak hicri 18. yılda zor bir yıl yaşanır. Bu yıla kıtlık yılı adı verilmiştir. Bu yılda Hz. Ömer aynı öğünde iki çeşit yemek yememiştir. Hatta uzun süre kuru ekmek ve sirke yiyerek halkın yaşam zorluğunu paylaşmıştır. Yani halk gibi yaşar. İdaresi altındakiler istediklerini yiyemiyor diye o da yemez. Az yer. İstediğini tüketmez.
Medine’de Avvam’ın oğlu Zübeyr’e (r.a.) ait bir mezbaha vardı. Medine’nin tek mezbahasının burası olduğu da söylenir. Hz. Ömer zaman zaman buraya gider, kesimlerde ve alım satımda bir usulsüzlüğün olup olmadığını denetlerdi. Bu mezbahada alışveriş yapanları gözetlerdi. Bir gün şöyle bir olay meydana geldi. Hz. Ömer mezbahadan et satın alan bir adama dikkat etti. Bu adam bir gün önce de et satın almıştı. Hz. Ömer adama doğru yürüyerek elindeki kırbacı salladı ve şöyle dedi: “Midene biraz sahip olsan da, komşuna ve amcaoğluna yardım etsen olmaz mı. Her gün et yiyeceğine onun parasını muhtaç olan komşuna ve amcan oğluna versen olmaz mı” (İbnül-Cevzi, Tarihu Ömer, s. 96, Ali Tantavi, Ahbaru Ömer, s. 6)
Kıtlık yıllarıdır. Herkes et yiyemiyor. Ama bazı insanlar bu tür nimetleri fazlasıyla tüketiyor. Hz. Ömer’in hassasiyeti bu noktada yoğunlaşıyor. İslam âlimleri Hz. Ömer’in bu tavrını helali haram kılma olarak algılamamışlardır. Bu tavır, ayetlere (A’raf, 157; Bakara, 172) aykırı değil derler. Zira olağanüstü bir dönemde olağanüstü bir yöntemle, siyasi etik gereği böyle davranmış derler. Bunu hukukçular ‘maslahatı amme’, genelin yararını gözetmek için özel tasarrufta bulunabilme kapsamında değerlendirir.
Benzeri bir olay da şöyle gelişir. Medineli bir işverenin yanında çalışan işçiler başka bir adama ait bir deveyi çalarlar. Deveyi keserler ve etini yerler. Devenin sahibi suçluları ararken bu işçileri bulur. Benim devemi çaldınız diye onları Halife Ömer’in (r.a.) huzuruna getirir. Hz. Ömer, işçilere deveyi çalıp çalmadıklarını sorar. Adamlar çaldıklarını itiraf ederler. Kıtlık yıllarıdır ve insanlar sıkıntı içindelerdir. Hz. Ömer neden deveyi çaldınız der. Derler ki, işverenimiz bizim hakkımızı vermedi, ücretlerimizi alamadık. Aç kaldık. Bu adamın ağılından devesini alıp kestik ve yedik. Cezamıza razıyız.
Hz. Ömer işvereni çağırtır. İşçilerin ücretini neden vermediğini sorar. Adam, değişik bahaneler ileri sürerek kaçamak cevap verir. Hz. Ömer, kesilen devenin parasını bu işadamına ödetir. Sonra da işçilerin parasını ödemesini emreder, işveren işçilere de haklarını verir. Devenin sahibi ve işçiler gittikten sonra Hz. Ömer işverene döner ve şöyle der: “Allah’a yemin ederim ki, bir daha işçilerin veya çalışanların senden haklarını alamadıkları için başkasının malına zarar verirlerse onlara değil ama sana ceza uygularım. Ve seni hırsız olarak hesaba çekerim. Hadi işinin başına dön ama mazlumların parasını gasp etmeden işini yap.”
Her şey böyle. Sağlık, gençlik, boş zaman, yetki, güç gibi bütün imkânlar böyledir. Elimizden yitince fark ediyoruz ama yapacak bir şey kalmıyor artık.
Elimizden yitip gidecek en önemli nimetlerden birisi de kutsal kitabımız olan Kuran-ı Kerim’dir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.v.) bazı hadislerinde anlatıyor. Kıyametin kopmasına az bir zaman kalınca meydana gelecek bu ürpertici bilgiyi Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle haber veriyor: “Elbisenin nakışı eskiyip gittiği gibi, İslamiyet de eskiyip gider. Hatta, oruç nedir, namaz nedir, hac ve umre ibadeti nedir ve sadaka nedir bilinemeyecektir. Allah’ın kitabı Kuran-ı Kerim de bir gecede kaldırılıp götürülecek ve yeryüzünde ondan tek bir ayet bile kalmayacaktır. Çok yaşlı erkekler ve pek ihtiyar kadınlardan oluşan birtakım insanlar kalacak ve ‘Biz babalarımızın öğrettiği şu La ilahe illallah kelimesi üzerine yetiştik de dinden sadece bu kelimeyi biliyoruz. Ve sadece bu kelimeyi söyleriz diyeceklerdir” (İbn-i Mace, terceme ve şerhi Haydar Hatipoğlu, Fiten, Hd: 4049) bu hadis şüphesiz çok sarsıcı bir hadistir. Kıyamete yakın bir dönemde bu olay meydana gelecektir. Kuran-ı Kerim’in içindeki ayetlerin silinmesi iki şekilde olabilir. Ya gerçekten de bir sabah kalkıldığında ve Kuran-ı Kerim açıldığında dünyadaki bütün Kuran sahifelerindeki ayetlerin kaybolduğunu göreceğiz... Çünkü insanlar O’nu yaşamadılar. Onun gereğini yerine getirmediler. Yüce Allah da kitabını hak etmeyenlerden kaldıracak. Ondan sonra da kıyamet kopacak. Sanki Yüce Rabbimiz, kelamının bulunduğu kainatı yok etmiyor da, kitabını kaldırdıktan sonra kıyamete müsaade ediyor.
Veyahut da, insanlar Kuran-ı Kerim’i yaşamadıkları için Kuran ayetleri sanki gönüllerinden silinmiş olacak. Dünyalık için okunacak, ders almak için değil. Kuran-ı Kerim’den doğru ve hayati mesajlar çıkarılacağına içi boş yorumlar ve şifremsi hezeyanlara mahkûm edilmeye başlanacak.
Aslında Kuran’ın kendisi bu yorumu güçlendiriyor: “Peygamber, ey Rabbim, kavmim şu Kuran’ı terk edilmiş bir şey haline getirdi dedi”. (Furkan, 30)
Hz. Peygamber de (s.a.v.) başka seferde Kuran’dan uzaklaşmayı, şöyle ifade ediyor: “Gün gelecek elbisenin eskidiği gibi, Kuran da bu ümmetin bir kısmının göğsünden alınıp eskiyecek. Onlar Kuran’dan başka şeye daha çok itibar edecekler. İnsanlar ölçüsüz bir açgözlülüğe yakalanacaklar. Allah’ın hakkını çiğnediklerinde hiçbir endişe ve korku hissetmeyecekler. Bir günah işlediklerinde ‘Allah elbette beni affeder’ diyecekler. Onlar kuzu postu, deri elbise giyecekler ama kalpleri kurt gibi olacaktır. (Acımasız ve toleranssız olacaklar, görünüşte uysal görünseler bile) en iyileri, kötülüğü emredip iyiliği yasaklayanlar olacaktır.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) vahye dayalı ilmin günün birinde yok olacağını söylediklerinde, sahabeden Hz. Ziyad anlamak için sorar: Ama biz evlatlarımıza Kuran’ı okutuyoruz. Onlar da evlatlarına okutacaklar. Bu vahiy ilmi nasıl yok olacak ki?
Hz. Peygamber: “Hayret sana Ziyad! Ben seni anlayışlı bilirdim” dedikten sonra ehli kitaptan yararlanamadıkları gibi Müslümanların da Kuran’dan ders almayacaklarını anlatır... (İbn Mace, Fiten, Hd. 4048)
Dünya hayatına sadece sefa ve zevk için gelmediler. Varlık gerekçeleri, Yüce Yaratıcının farkında olmaları, O’nu bilmeleri ve iman etmeleridir. Onur ve şereflerinin korunması hakları vardır. Biri diğerinden farklı olabilir ama üstün değildir. İmtiyaz sahibi değildir. Biri diğerinin hizmetkârı ve kölesi hiç değildir.
Bütün bunlar doğru ve güzel tespitler. Ama gerçek hayatta bu ölçüler geçerlilik arz ediyor mu? Büyük bir oranda uygulama maalesef böyle değildir
Ülkemizde yaşayan, her yaştan kadından yıllardır sıkıntılarını aktaran telefon ve şikâyet mail’leri alıyorum. Kadınlarımızın şikâyet ettikleri sıkıntıların bir kısmını şöyle sıralayabilirim:
Kadınlar dövülüyor: Birçok kadın ya dövülüyor veya şiddete maruz kalıyor. Bunun temelinde erkeğin kadını kendinden daha aşağıda ve eksik olarak görmesi anlayışı yatıyor. Erkek kadının kendisine hizmet için yaratıldığını zannediyor. Onun için de isteğini elde edemeyince işi zorbalığa döküyor. Kadının dövülmesi, onun onurunu zedeler. O’nu hayattan koparır. Kendisine saygısını yitirtir. Kocasına karşı da sevgi ve saygısını kaybeder. İslam kadının dövülmesini ahlaki erdemlilikle bağdaştırmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) eşini dövenleri: “Gündüz döversiniz, akşam da utanmadan yanına yatağına girersiniz” diyerek kınamıştır. Toplumumuzda bırakınız dövülmeyi, başı kesilerek, işkence edilerek öldürülmüş o kadar ürpertici hadise var ki, ne yazık ki artık bu tür cinayetler ‘vaka-yı adiye’den -sıradan olay- sayılmaya başlandı.
Kadınlara ailesiyle görüşme yasağı konuluyor: Kadınlarımızı en çok yaralayan hususlardan birisi de, eşinin ailesiyle yaşadığı bazı maddi veya manevi anlaşmazlıkları bahane ederek eşinin, ailesiyle görüşmesine sınır ve yasak koymasıdır. Erkek, karısının babasına veya ağabeyine kızıyor ve karısına onlarla görüşmeyeceksin, gitmeyeceksin diyor. Bu, zulümdür. Haksızlıktır. Sıla-i rahim denilen aile birliğini zedelemektir. Erkek, hanımını babasından, annesinden, ailesinden koparamaz. Koparırsa zalim olarak adlandırılır. Ben, yirmi yıldan beri babasıyla görüşemeyen kadınlar biliyorum. Ufak bir gerekçeden dolayı kocası onu baba ve annesinden koparmıştır. Bu noktada şu soruyu somak istiyorum erkeğe: Birisi sizden babanız ve annenizle görüşmemenizi isterse siz ne yapardınız?
Son yıllarda dikkatimi çeken önemli bir tespiti yapmak istiyorum. Her din mensubu peygamberine iman eder ve sever. Museviler Hz. Musa’ya, Hıristiyanlar Hz. İsa’ya bağlılardır. Severler. Biz de bu tertemiz peygamberlerin peygamberlik sıfatlarına iman ederiz. Amentümüzdür bu bizim. Peygamber ayırmayız. Ama söz konusu Hz. Peygamber (s.a.v.) olunca, elbette sevgi ve bağlılık tansiyonu yükselir. Bu hassasiyet bunun da ötesine geçer. Bence milletimiz Peygamberimize (s.a.v.) aşk derecesinde vurgun. Biz O’na âşığız. O’nun Mekke’de kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olduğunu unutmadan, O’nun kul Peygamber olduğunu unutmadan, O’nun Yüce Yaratıcıdan herhangi birimizden daha çok tövbe ve bağışlanma dilediğini unutmadan, O’na işte öylece bağlanmışız. Sözüm elbette böyle inanana ve iman edenedir. Nasipsiz olana diyecek sözüm elbette olmaz.
Bu yazımın bundan sonraki bölümünü, O’ndan yansıyan ölümsüz hatıralara terk ediyorum ve oradan sessizce çekiliyorum.
Hz. Ömer anlatıyor: “Bir gün Resulullah’a (s.a.v.) gittim. Öğle sonrasıydı. Odasında uzanmış dinleniyordu. Ben içeri girince doğruldu. Dikkat ettim. Üzerinde uzandığı hasır, böğründe derin iz yapmıştı. Uzanacağı kalın bir döşeği yoktu. Bu hali görünce ağladım. Benim ağladığımı görünce ‘Neden ağlıyorsun Ömer’ dedi. Dedim ki ‘Ey Allah’ın Resulü! Kisralar -İran kralları-, Kayserler -Roma imparatorları- kuştüyü yataklarda uzanırken sizin bu mütevazı haliniz beni hüzünlendirdi. Zoruma gitti.’ O, gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Ömer! Allah’a yemin ederim ki, isteseydim Allah benim için şu Uhud Dağı’nı altına çevirirdi. Ama ben, bir gölgede dinlenip yoluma devam eden bir yolcu gibiyim. Ötesine ihtiyacım yoktur’.”
Bir çarpışma sonrasıdır. Çarpışma sahasından geçince atların altında kalmış bir çocuk cesedi görür. Muhtemelen annesi tarafından getirilmiş bir çocuk. Kimin çocuğu olduğu belli değil. Nasıl geldiği, nasıl öldüğü de. Ama bu manzarayı görünce, birdenbire irkilir. Yüzünün tümüne derin bir hüzün yansır. Herkesin duyacağı bir sesle haykırır. “İnsanlara ne oluyor ki, kadın ve çocuk öldürüyorlar. Ya Rabbi! Bil ki Muhammed bundan haberdar değildir. Ya Rabbi Muhammed bundan razı değildir.” Bütün bir gün boyu bu hali devam eder. Nihayet arkadaşları O’nun kızgınlık ve hüznünü dindirmek için araştırırlar ve bu çocuğun annesi tarafından savaşa getirilmiş ve mücadele arasında serseri bir darbeyle hatayla öldürülen bir müşrik aileye ait olduğunu öğrenirler. Gelirler ve Hz. Peygamber’e bunu söylerler. “Efendimiz” derler, “bu müşrik bir ailenin çocuğuymuş. Üzülmeyiniz!” Sakinleşeceği umulurken hiddeti daha da artar. Ve şöyle buyurur: “Öyle mi! Demek ki müşrik bir ailenin çocuğu! Ya siz neydiniz. Sizler de müşrik birer ailenin çocukları değil miydiniz?” Hatayla öldürülen bir çocuk karşısında bunca rahatsız oluyordu. Hem de çocuğun ve ailesinin dinini, ırkını hiç merak etmeden, sorgulamadan. Ya bugün: Medeni dünyanın yağdırdığı tonlarca bomba altında, ateşli silahların cehenneme çevirdiği coğrafyada, hayatını kaybeden binlerce masum çocuk! Ya onların adına kim haykıracak. Ya onların adına: Ya Rabbi bunlardan ben sorumlu değilim diye kim söylenecek. Kendilerinden medeniyet, insanlık, adalet, tarafsızlık ve rahmet beklenenler onca kahır sunarken kim, kimi, kime şikâyet edecek?
O’na en büyük düşmanlığı yapan Ebu Cehil ölmüş. İslam’a karşı şiddetli muhalefeti yapanlardan birisi de bu zatın oğlu olan İkrime’dir. Ve İkrime babasının yolundan devam eder. İkrime daha sonraki yıllarda Müslüman olur. Hatta Hz. Peygamber’i ziyarete gideceğini haber verir. Peygamberimiz azılı düşmanının oğlunu ayakta karşılar. Karşı karşıya gelince de kucağını açar ve “Hoş geldin ey yolcu” der. Sevgiyle kucaklar. Hz. İkrime’nin mahcubiyetten dudakları titrer. Ama sonraları iyi bir mümin olur. İşte tam o günlerdir. Hz. Peygamber bir ara sahabesinin Ebu Cehil hakkında ileri geri konuştuklarını duyar. Konuşmaların yapıldığı topluluğa süratle girer. Ve hemen müdahale eder. “Neden Ebu Cehil’in aleyhinde konuşuyorsunuz. Ölüyü çekiştiriyorsunuz. Bu kelimelerin ne faydası var. Siz bu sözlerle sadece sağ olanları -Hz. İkrime’yi kastediyor- üzmekten ileriye gidemezsiniz.” Dengeleri öyle hassas bir çizgiye oturtuyordu ki, en küçük bir ibre kaymasına müsaade etmiyordu.
Bir ağaca bağlanmış, güneşin altında susuz ve aç bırakılmış devenin yanından ayrılmaz. Su ve yem getirtir. Deveyi doyurur, sıcağa karşı da başına su döker. Ve sahibini buluncaya kadar oradan ayrılmaz. Sahibi gelince de: “Sen bu can taşıyandan dolayı Allah’tan korkmazsın. O’nun da senin üzerinde hakkı vardır bilmez misin” buyurur. Deve rahata kavuşunca odasına çekilir.
Çağımızda insanlar ahlaka, felsefeye ve erdemli tavırlara pek kulak kabartmıyorlar. Teknolojide ileride olanların inancı derme çatma da olsa revaçta oluyor.