Zaman zaman alevlenen bir tartışma var biliyorsunuz;
“millî içkimiz”in ne olduğu konusunda... Rivayet muhtelif!
Şimdilik gündem başka taraflara kaydırıldığı için, biraz unutulmuş gibi.
Ben de fırsat bu fırsat dedim; “millî bitkimiz”in ne olduğunu da tartışsak biraz...
Çocukluğumun coğrafya kitaplarına kalsa,
“fındıktan üzüme, incirden zeytin”e uzanan geniş bir yelpazeydi bu...
Son yıllardaki “marka tescili ve şölene dönüşen hasatlar”a bakılırsa,
ANKARALILAR için unutulmaz bir gündü... Atatürk’ün naşının Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledilişi... Annem, uzaklardan, dedemin dürbünüyle, nasıl hıçkırıklar içinde izlediğini anlatır hâlâ... 60 yıl öncesinin bu “hüznü tazeleyen” tablosu, Gazi’nin vefatının 75. yılında, çok güçlü bir “sembol” kullanılarak yeniden canlandırıldı. Nedir bu sembol? “Çiçek...”
Dün bazı gazete manşetleri ve bazı sokaklarda yazdığı gibi “vefâlı ve kul hakkı gözeten yürekleri” burkan ve “özlüyoruz” samimiyetiyle dile gelen “bu milletin en acı, en talihsiz, en vakitsiz kaybı...” Ankara Çiçekçiler Derneği’nin ev sahipliğinde, estetiğin sarmaladığı bir hüzünle hatırlandı... Çiçekçiler Federasyonu’nun merkezi İzmir’de Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Mehmet Emin Tok aramasaydı benim de pek çok kişi gibi yapılanlardan haberim bile olmayacaktı. Neler mi yapıldı? Anıtkabir’de, 60 yıl önceki törende naaşının durduğu yere, çiçeklerden 48 metrekarelik bir Türk Bayrağı yapıldı. Bayrağın üstüne Atatürk’ün bir silüeti de eklendi. Mozolenin olduğu salon için, bu güne özel bir çiçek tasarımı gerçekleştirilirken, büyük alanda ise, 60 yıl önce, devlet başkanlarının göndermiş olduğu çiçekler, orijinal tasarımlarıyla tekrar hazırlandı... Gönül isterdi ki, medyada sıradan bir havai fişek gösterisi kadar yankılanabilsin. “Özlüyor olmak, emek ister çünkü...”
Bu çalışmalar için 100 kişilik bir ekip çalıştı.
Bu organizasyon için yaklaşık 40 bin kırmızı-beyaz karanfil kullanıldı.
Ziyaretçilere dağıtılan çiçeklerin sayısı 8 binden fazla...
Çiçekler, Türkiye’nin dört bir yanındaki tarım şirketleri tarafından, “Bunlar Atamız için...” diyerek yollandı.
Proje, Çiçekçiler Federasyonu tarafından hiçbir ücret alınmadan gönüllü olarak gerçekleştirildi.
Çünkü cümle, aslında güçlü bir “paradoks” (çelişki) içeriyor...
İzmirli, görünüşte, Sayın Başbakan’ın söylediklerine ve yaptıklarına karşıdır.
Yani durup dururken, Sayın Başbakan’a “hayır dua” etmeye pek merakı yoktur.
Bu sebeple, yerel seçimlerde, AKP adayını desteklemeyecektir.
İşin tuhaf tarafı, aslında CHP’li yerel yönetimlerin hizmetinden de memnun değildir.
Öte yandan ve buna rağmen, yaşamına müdahale edileceği kaygısıyla, memnun olmadığı bir hizmetin sahiplerine oy vermeye devam etmektedir.
HENÜZ tükettiğimiz hafta sonu oldukça hareketli geçti; “siyaseten...” İzmir ve İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday adayı olan isimlere, Aslan ve Sarıgül de katıldı. Hüseyin Aslan ile yıllara dayanan bir dostluğumuz, Mustafa Sarıgül ile Türkiye Değişim Hareketi macerasına sıkıştırılmış bir tanışıklığımız var. Aslan ile Ege-Koop Danışma Kurulu çatısı altındaki mesaimiz devam ediyor. Sarıgül ile en son bir nikâhta karşılaştık; “Hakkını helâl et başkan çok emek verdiniz” dedi. Bu sebeple, “testi kırılmadan iki çift lâf etmeye” hakkım olduğunu düşünüyorum. Zira bu iki ismin eşzamanlı “çıkışı”, iki büyük kentin kaderinden fazlasına mâl olabilir...
Hüseyin Aslan’ın Balçova Termal Kardelen Salonu’na sığmayan topluluğa aday adaylığını açıkladığı saatlerde, Mustafa Sarıgül de “pazarlığın ince ayar turları” için Ankara’daydı... Aslan’ın son yazdığı kitabı “Dost Kapısı Belediye” İzmir’de elden ele dolaşırken, Mustafa Sarıgül’ün “Ne Bir Eksik, Ne Bir Fazla” kitabı raflara çıkıyordu. İki ismin “ortak yönleri”ni saymaya niyetlensek birkaç yazılık malzeme çıkar. Ben daha iyisini yapıp; “benzemeyen yönleri”nin altını çizeceğim. Doğal olarak İzmir’e biraz daha fazla yer ayırıp, İstanbul’un yüzünü Ankara’ya çevirmiş “geleneksel karadelik duruşu”na birkaç satırla değineceğim.
İzmir’in sesini duyacak mısınız?
CUMARTESİ günü, Hüseyin Aslan’ın adaylık açıklamasını en ön sıradan izledim. Salonun içini–dışını, önünü–arkasını dakikalarca gözlemleme fırsatı buldum. İnsanların oraya kendi ayaklarıyla, kan–ter içinde nasıl koştura koştura geldiklerini gördüm. Siyasetin üstüne sinmiş ve ortalıkta dolaşan, “Bu pastadan bana da bir dilim düşer yüzsüzleri”ni saymazsak, Aslan, etrafındaki “kendisine gönülden inanan insan halesi”ni birkaç misli büyütmüş. Sebebi belli! Açık konuşuyor, “Şunları herkesin gözünün önünde başardım; şunları da yapmaya tâlibim...” diyor. Yuvarlak lâflar etmiyor; kıvırmıyor... Her kesime el uzatıyor. Yıllardır içlerinde yaşadığı için, insanlar, “Bize mavi boncuk dağıtıyor” hissine kapılmıyorlar. Muhtarla dost, engelliyle arkadaş, gençle genç, yaşlıyla yaşlı... Konuşmasında, kitabına da yollamada bulunduğu bazı paragraflar yakaladım; bunlar, “yerel yönetim anlayışındaki iddianın, bir manifestosu” gibi.
(Özetle) İnsan ve hizmet odaklı, sevgi tabanlı, dayanışmacı bir belediye yönetimi kurmayı dava bellemiş... / ‘İzmir’in varlarını çoğaltacağız; yoklarını da var’a dönüştüreceğiz’ diyor / İzmir’in iyi yönetilmediğinin göstergelerini sayıyor / Kent yaşamının dinamizminden dem vurup, ‘Marifet yeni ihtiyaçları biriktirmeden giderebilmekte...’ diye ekliyor / ‘Herkesi insan olarak kucaklama irademiz, (ki ben bundan hemşehrimizi itip kakalamayacağız mesajını aldım...) Türkiye’ye örnek olacak’ cümlesiyle dokunduruyor. Nihayet, sokaktaki adamın bazı kavramları konuşmaktan korkar hale geldiği bir ortamda, ‘bütün bunları Hasan Tahsin yurtseverliği ve Dokuz Eylül ruhuyla edâ etmekten’ bahsediyor”. Şimdi top Ankara’da... Bakalım CHP Genel Merkezi, Mustafa Sarıgül için sarf ettiği mesaiyi (?!) İzmir’den esirgeyecek mi?
Sözlüklerde doğru dürüst bir karşılığı yok; “Bir müzik terimi / Dörtlü” deyip geçiştirilmiş. Galiba bu durumdan, biraz da “Q” harfi sorumlu. Farklı metinlerde, (-Beethoven’in yazdığı dörtlükler- diye gördüğünüzde örneğin...), “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü” ve/ya onlar için bestelenmiş eserler şeklinde anlayacaksınız. Oda Müziği Geleneği’nin prestijli renklerinden biri olan “quartet”lere, bazı yerlerde, cümle içinde “dördül” olarak rastladıysam da, işte bu, kulağıma hiç güzel gelmedi. Müzik ansiklopedilerindeki ayrıntılı karşılıklarına ise özellikle değinmeyeceğim; çünkü işime gelmiyor... Sizi başka bir yere çekebilmeye çalışıyorum. BORUSAN’ın kitabında, daha doğrusu benim hayalhânemde canlanan sözlüğünde, “kuartet”in karşılığı olarak çok çok başka bir şeyler yazıyor çünkü...
Geçen hafta İzmir’de, Karşıyaka Opera ve Tiyatro Sahnesi’nde konuk ettiğimiz BORUSAN QUARTET, artık bende, dört kişinin müzik yapmak üzere buluşması halinden çok fazlasını çağrıştırıyor. Esen Kıvrak (1. keman), Olgu Kızılay (2. keman), Efdal Altun (viyola) ve Çağ Erçağ’dan (viyolonsel) oluşan topluluğu, burada uzun uzun anlatmaya hacet yok; her yerde yazıldı çizildi yıllardır. “Altın Madalya”lı bir Oda Müziği Topluluğu olduğunu herkes biliyor zaten. Ama bu kez soyundukları projedeki performans üzerinde “ayrıca konuşulmalı” diyorum. Önce yazılarımızda, bir seneliğine Karşıyaka’ya yerleştiğini müjdelediğimiz Beethoven’ın, bestelediği 16 dörtlük var. BORUSAN QUARTET, bunların 12 tanesini aynı sezonda seslendirecek. İlk konserlerinde, her biri erken-orta-geç dönemden seçilmiş olarak; No: 1 (Op.18/1), No:11 (Op.95) ve No: 12 (Op.127)’yi yorumladılar. BORUSAN Sözlüğü ve “kuartet”in bendeki açılımı, işte burada, “yorum” noktasında çiçeklendi.
Birkaç enstrümanın birlikte çalması, (ustası bilir) kalabalık icralardan katbekat zordur. Burada, “egolar, viztüözlük kaygıları, rol çalma gayretleri, müzikalite farkı” ayağa dolaşmak pusuda bekler. Ve hepsinden önemlisi, toplulukları birbirinden ayıran, farklı, hattâ bazen biricik kılan ve adına “yorum” dediğimiz renk, his ve iz; “uyum, birliktelik, eşzamanlılık, aynı yöne bakmak, gerektiğinde tek başına, gerektiğinde tek vücut olmak” kalitelerinden fazlasını anlatır.
Konserde, “benim gözlüğümden” fikrine, bu kez “benim koltuğumdan” bakışını da ekledim. Sahnede cereyan eden güzellik, Einstein’ın devasa görelilik teorisini, basitçe tariflemek için kullandığı, “bir şey kıpırdıyordu” tadındaydı. Sanatçıları “kare as” diye etiketlemek ucuzlatacaktı işi... Eskiler, bu kıpırtıya “hemhâl olmak, hemdem olmak...” derlerdi çünkü. Göz ucuyla izleyicilere baktım. İzmirli sanatseverler, kendilerine yaşatılan heyecanın tesiriyle, koltuklarında zevkten “dört köşe” olmuşlardı. O zaman anladım; meğer BORUSAN sözlüğünde QUARTET, “dört köşe” demekmiş. Teşekkürler... İyi ki varsınız!
(Meraklısına: Gelecek konser, 26 Kasım Salı günü...)
Beethoven diyor ki...
Kavradığım gibi ve sözcüğün gerçek anlamı ile büyük bir müzisyen olmak istiyorum. Bu yaklaşıma göre müzik, insan ruhunun en yetkin iki ya da üç ifade şeklinden biri arasında yer alır. Her ne kadar işçiliği ve ifade olanaklarından çok şey öğrensem de Mozart’a benzemek istemiyorum. Yapıtları ve öğretisi ne denli değerli olursa olsun yeni bir Bach olmayı da istemem. Beni heyecanlandıran şey Goethe ve Schiller kadar insanlara bir şeyler söyleyebilmek; hattâ daha da fazlasını... Çünkü büyülerinin bir kısmı dilin sınırları içinde kalıyor; tıpkı Kant gibi ben de ruhları temelden sarsmak istiyorum, ama o yalnız seçkin bir azınlığa sesleniyor. Oysa ben, çıkış noktasının ruhum, aracın da müziğim olması koşuluyla, binlerce ama binlerce insanı heyecanlandıran düşünceleri aktarma arzusu ile yanıp tutuşuyorum...
“90” dendiğinde...
Kastedilen;
Göğüs ve kalça ölçüsü değildir Raquel Welch’in!
Bir futbol maçının nizami süresi değildir;
yüzden on eksik, seksenden 10 fazla da...
GAZETE köşelerinden, samimi eleştiri yapmak bile bazen tehlikelidir... Bir kere çoğu otorite tenezzül edip cevap vermez. Olumlu ya da olumsuz, açıklayan, savunan, reddeden bir geri-bildirim beklemek hayal ötesidir. Sivil toplum örgütleri alınır. Belediye başkanlarımız küser... Can dostlarınız dahi gönül koyar, kırıcı hattâ kıyıcı olurlar. Çünkü Pulitzer ödüllü yazar Steinbeck’in dediği gibi, “kimse akıl almak istemez, herkesin beklentisi teyit edilmektir...”
Bu süreç, çok nadir de olsa farklı işleyebiliyor. Geçen hafta o sık rastlamadığımız resmi görme fırsatım oldu. Önce sıcak bir telefon konuşması, ardından koyu bir kahve sohbeti... İzmir Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği Başkanı, sevgili dost Zekeriya Mutlu ile dertleştik biraz. Bir süre önce bu köşede, “İzmir Esnafı’na Sitemimdir” başlıklı bir yazı yazmış ve “suyu getirip götürenle testiyi kıranı ayırın artık” yollu feryat etmiştim. “Damdan düşen halimle” attığım çığlık, sosyal medyada çok yankı buldu, e-posta kutum da nasibini aldı; anlaşıldı ki, hizmet alanlar dertlidir. Yazının, “kuruyu yaştan ayıracak ve bir zahmet, ‘bazılarının pabucunu dama atacak’ bir mekanizma, bir otorite yok mudur İzmir’de?” diye kaleme alınmış kısmını bile çok olgun karşılamış Sayın Mutlu. Darılıp gücenmek yerine, “haklısınız, ama ancak birlikte, el ele verirsek daha iyisine ulaşabiliriz” diye uzattı elini. Birliğin, gözden kaçırdığımız faaliyetlerini, çabalarını, eğitimlerini, yaptırımlarını ve takdir mekanizmasını, Âhi kültürünün gölgesinde anlattı bana; küçük bir ufuk turu yaptık. Yanından ayrılırken, “tüketici kimliği” ile bir tomar “ev ödevi” vardı kolumun altında. Demem o ki, istenirse, İzmir’in sorunları, halının altına süpürülmeden, selamı sabahı kesmeden, uygar bir platformda tartışılıp, “iyileştirme fırsatları”na yol açılabiliyormuş... Teşekkürler Sayın Başkan!
Burak Yılmaz ve EXPO’da ofsayta düşmek
ÇARŞAMBA akşamı FC Kopenhag’ı yerle bir etti Galatasaray. Ama neredeyse takımdan çok Burak Yılmaz konuşuluyor. Gol atmak kadar kaçırma becerisi de bulunan milli futbolcunun EXPO hakkındaki görüşlerini sorsak, ne derdi acaba diye merak ettim; ortaya aşağıdaki “sanal mülâkat” çıktı:
“Evet sık sık ofsayta düşüyorum, çok gol kaçırıyorum ama bunun zamanlama becerimi geliştirmekle bir ilgisi yok. Bunu gol krallığındaki rakiplerim, ne yapmak istediğimi anlamasınlar diye yapıyorum!” Taraftarların, saç-baş yolma pahasına kendisini desteklemesinden dolayı ayrıca gururlandığını anlatan Burak Yılmaz, “Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ben gol pozisyonuna girmekten bıkmayacağım, kaçırmaktan da bıkmayacağım. Bir gün rakiplerim, -bu nasıl olsa kaçırıyor- diye beni marke etmekten vazgeçecekler; o zaman atacağım da. Önce kendimi, sonra da bana inanan bu taraftarları mahcup etmeyeceğim. Allah izin verirse daha güzel günler bizi bekliyor. Yani İzmir’in EXPO stratejisi ve umudu ile aramızda pek bir fark yok” diye konuştu.
İzmir Barselona’nın ruh ikizidir; çünkü...
BAYRAM tatilini yurt dışında geçiren dostlarla, dönüşlerinde ayaküstü sohbet ettik. Barselona’yı tercih edenler, her zamanki gibi ikiye ayrılıyor. Birinci grup, “İşte” diyenler, “Nerdeyse ruh ikizi, Barselona aynı İzmir canım, bu kadar mı benzemek olur?” İçlerinde benim de olduğum diğer grup da farklı düşünmüyor aslında. “Evet” diyoruz, “tıpatıp, hık demiş burnundan düşmüş. Hattâ kentleri karşılaştırmak yetmez; kentlileri de mukayese etmek gerekir. Benzerlik o derece büyük ki, kendi gözlerimizle gördük, ‘Barselonalılar, İzmirlilerle aynı güneşe çamaşır asıyorlar...’ İki şehir bundan daha fazla nasıl benzeyebilir ki?” Hâl böyle olunca, “boşuna o kadar para verip oralara kadar gitmeye ne gerek var?” dedik ve bayramı, Barselona’nın ruh ikizi İzmir’de geçirdik Efendim... Bakın yılbaşı geliyor. Tatil programı yapmadan iki kere düşünün!
İZMİR büyük bir köydür!
İzmir üçüncü büyük şehrimizdir.
İzmir EXPO’yu hak ediyor.
İzmir Akdeniz’in incisidir.
İzmir’in sokakları hem kız, hem deniz kokar.
İzmir fuarlar şehridir.