GAZETELERDE bir manşet: “Beko Basketbol Ligi’nde derbiyi kazanan Galatasaray Liv Hospital’da koç Ergin Ataman, Fenerbahçe zaferi sonrası, ‘Fenerbahçe Ülker’i ezerek yendik’ dedi.” Bravo! İşte asıl sorunumuz da bu galiba... Türkiye’nin en eski ve köklü basketbol şubelerinden birinin başındasınız. Oraya, dişinizle tırnağınızla, hak ederek, alkışlanarak gelmişsiniz. Favori gösterilen ezeli rakibiniz karşısında, pek de zorlanmadan önemli bir galibiyet almışsınız. Kendinizi ifade etmek için bula bula bulduğunuz sözcük, “ezmek”ten ibaret. Ne kadar sıradan. Ne kadar basit. Ne kadar özensiz, ne kadar hoyrat... Bırakın bu lâfları, (basketbol konuşuluyorsa eğer) mahalle kahvesi ağzıyla fanatikler sarf etsin. Siz Galatasaray’ı temsil ediyorsunuz. Geleneğinizdeki zarafete gölge düşürmeyin!
Koç Ataman’ı maç için kutlarken, Lao Tze’den kalma küçük bir öykü armağan etmek isterim kendisine... “Taoizm’in kurucusu kabul edilen filozofa ilerlemiş yaşlarında, hasta yatağında sormuşlar: ‘Tek bir nasihat bırakman gerekse, ne söylerdin?’ Usta ağzını açmış, ‘Ne görüyorsunuz?’ demiş. Bakmışlar, ‘Hemen bütün dişlerin dökülmüş ama dilin yerinde duruyor’ diye cevap vermişler. ‘Yaa’ diye iç geçirmiş bilge adam; ‘İşte böyledir. Nezaket önünde sonunda şiddeti yener’ demiş gülümseyerek.”
Başka bir manşet
DİYALEKTİK yöntemin babası Sokrates, tarihe mal olmuş “adlî hatalar”ın kahramanları arasında, en ön sıralarda yer alır. Ama Hz. İsa’nın uğradığı haksızlık, Rönesans ressamları tarafından bolca resmedilmiş olduğu için, “Hıristiyan inanışına göre, İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki akşam, havarileriyle yediği son yemek” (ve bu konuyu işleyen tablolar) daha çok bilinir. Yani magazinleştirilmiş olan haber, çağlar içinde öne çıkmıştır. Gazeteler ve gazeteciler, bu eskimemiş oyuncağı hâlâ kullanıyorlar; çünkü işe yarıyor.
Netekim, bazılarının, “filmi çevrilse en iyi senaryo” dalında ödül bırakmaz dedikleri, (ve belki de vahim bir adlî hata olarak tescil edilecek olan) Ergenekon davası kapsamında, 4 yıl 277 gündür tutuklu bulunan Mustafa Balbay hakkındaki tahliye kararına ilişkin, ilk 5 manşet ve haberden biri hangisiydi biliyor musunuz? “Balbay’ın ilk yemeği... / ...Balbay dün gece akşam yemeğinde yaprak ve lahana sarma, salata ile mercimek köftesinden oluşan menüyü yedi. Mustafa Balbay’ın dün akşamki menüsü böyle görüntülendi...” Bu düzeye prim veren zihniyeti anlamıyorum, anlayamıyorum; anlayamayacağım da... Son paragraftan sonra, “Hamdolsun demodeyim” diye itiraf edebilirim herhalde. “Geçmiş olsun Sayın Balbay... Gördüğünüz gibi dışarısı da pek matah sayılmaz.”
Cumartesi günkü Hürriyet Ege’de Sevgili Reşat Kutucuların yazısı, çok basit gibi görünen vurucu bir tahlil içeriyordu; keyifle okudum. Dahası, “kurmaca burada bitmez” gibi geldi bana, üstüne bir de sündürdüm yazılanları... “Diyelim ki” dedim, “görünen köyün yolları, beklenen kapılara dayandı... Aziz Bey ile Binali Bey karşılıklı çıktılar mindere...”
Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Aziz Bey kazanır, Binali Bey kaybederse, Aziz bey kazanmış, Binali Bey mi kaybetmiş olacak, yoksa CHP kazanmış AKP kaybetmiş mi sayılacak? Hattâ Aziz Bey kazandı, AKP kaybetti mi diyeceğiz, yoksa CHP kazanmış, Binali Bey mi kaybetmiş olacak? Benzer mantıkla, şayet Binali Bey kazanır, Aziz Bey kaybederse, Binali Bey kazanmış, Aziz Bey mi kaybetmiş olacak, yoksa AKP kazandı, CHP kaybetti mi diyeceğiz? Devamla, Binali Bey kazandı CHP kaybetti ya da AKP kazandı Aziz Bey kaybetti seçeneklerinden hangisi siyaseten makûl bulunacak?
Bence adaylar çoktan belli... Ama “gündemin 4 köşesi” için de geçerli olan, bu “giderayak kariyeri çizdirme riski” yüzünden, isimler bir türlü açıklanamıyor.
“Mor Menekşe Partisi adayı”nın yıldızı her gün biraz daha yükselmekte ve ismi (çaktırmadan) İstanbul’dan Ankara’ya doğru yürümekte iken, aynı ismi taşıyan müzikalden bir bölüm seçtim sizler için: (Genel Başkan’ın Yatak Odası-Genel Başkan, Partililer, İlâhi Grubu... / (Genel Başkan, üzerinde gecelik entarisi ve başında takke ile tuvaletten dönmektedir. Gelir yatağına yatar, ışığı söndürür –ışık zayıflar- ve yorganı üstüne çeker. Birkaç kere sağa sola döndükten sonra, konuşmaya-söylenmeye başlar. Konuşurken ışıklar biraz artar.)
GENEL BAŞKAN - Bu akşam nedense bir türlü uyku tutmuyor? Git gel tuvalete taşın... (Duraklar, hayret ederek devam eder) Sütümü de içtim halbuki... Bir keyifsizliktir var üstümde, hayırdır inşallah! (Hızla ve telâş içinde sıralar) Miting hazırlıklarında bir sorun mı çıktı acaba? Gazeteciler beddua mı etti nedir? Birinin âhı mı tuttu yoksa? Hayırdır inşallah... (Duraklar) Başka çare kalmadı, koyunları sayacağız.
(Takip projektörü altında, sahnenin öbür köşesindeki bir çitin üzerinden, oyundaki bütün partililer atlamaya başlar... Fonda hafif bir müzik sesi –kaval olabilir- duyulur. Genel Başkan, yatakta bir sağa bir sola dönmektedir. Bir süre sonra yatağın içinde tekrar doğrulur. Lambayı yakar; ışıklar biraz artar. Koyunların üstündeki ışık söner.)
Allah Allah, “bütün koyunlar benim için atlıyor; ben uyuyamıyorum. Bu kadar koyun, bu kadar koyun... Sırf ben uyuyabileyim diye sorgusuz sualsiz atlıyor, yine de uyuyamıyorum...” Ben bunun altında kalacak adam değilim. İstemek başarmanın yarısıdır; inanmaksa diğer yarısı... Vazgeçmek yok. Bu miting beni başbakan yapacak... Bu şehir beni başbakan yapacak.
(Yatağında -ilahi söyler gibi- dizlerinin üzerine oturur ve şarkısını söylemeye başlar. Yatağın baş kısmında 3-4 kişilik bir ilahî grubu belirir).
“Festivaller Kenti İzmir” fikrine çok olumlu ve heyecan verici geri bildirimler aldım... Bazılarını (özetle) paylaşmak isterim. Bakın, İKSEV Festival Koordinatörü Ceyda Berk ne diyor?
“Festivaller Kenti İzmir” hayalinize katılıyorum; bir hayalin gerçeğe dönüşüp gelişerek büyüyebildiğinin yaşayan kanıtı bir kurumda, İKSEV’de 12 yıldır çalışıp bu hayallerin bir kısmına emek veren biri olarak inanmak için yeterince nedenim var / ...Kabul gören görüş, festivallerin kültürel aktiviteler için en uygun platform olduğu. Gerçekten de öyle; kültür gerillaları gibi. Kentin her yanında boş ve kullanılmayan mekânları hedef alıp yaşam ve yaratıcılıkla doldurabiliyorlar. Festivaller, yoktan var edip entegrasyondan refah, hatta ilk bakışta pek algılanamayacak bir zenginlik üretebiliyor. Sanat aktivitelerine katılan insanlar kentte canlanma sağlıyor. Restoranlar, oteller, ulaşım vb. birçok sektörde hareketlenme oluyor. Araştırmalara göre, festivallerle öne çıkan kentlerde yaratılan artı değer her geçen gün fazlalaşıyor... / Peki nasıl? Bu noktada Avrupa’daki başarılı örneklere bakmak gerekir diye düşünüyorum. Edinburgh örneğin... “Edinburgh Festivalleri” şemsiye organizasyonu altında 12 festival, ortak stratejik kalkınma ve küresel rekabet için bir araya gelmiş. Dünya çapında bir marka. Rakamlar çarpıcı; 4 milyonu aşkın izleyici (kent nüfusu 483.000 civarı), 25.000 sanatçı, 2.000 akredite basın mensubu, tüm İskoçya’da 261 milyon Pound ekonomik etki, 5242 kişiye iş olanağı...”
Değerli okuyucum Frederik Andre, “...Yazınızın başlığını gördüğümde çok şaşırdım. yazınızı okuyunca daha da çok şaşırdım... Yaklaşık 8-10 sene önce arkadaşlarla İzmir için en iyisi ne olabilir diye konuşurken sanat ve film konusunu vurgulamıştım. Sanat için belediye ve devletten bağımsız, özel kişilerin katkılarıyla kurulacak gerçek sanat akademileri ile şehrin ve ülkenin profili değişecektir. Diğer taraftan İzmir ve çevresine film platoları kurulabilir. Los Angeles ve Hollywood... İzmir aynı iklime sahip. Kültürü ve insan kalitesi bunu yapmaya müsait. Gözlerinizi kapatıp, sadece film endüstrisinin barındırdığı iştigal konularını hayal edin... O kadar çok ki, hepsini düşünemeyeceksiniz bile. Yaratacağı katma değeri konuşmaya bile gerek yok. Ve müzik; yukarıda yazdığım sanat akademisi konusu... Bugün dünyadaki müzik endüstrisinin yıllık değeri, 150 milyar Euro olarak tahmin ediliyor. Ülkeler ve aldıkları paylar; yaklaşık değerleriyle, (%29) ABD, (%27) Japonya ve (%9) Almanya. Sonra (%7) ile İngiltere ve (%5) ile Fransa...” diyerek detaylandırmış hayallerini.
AKM’nin Sosyal Medya Sorumlusu Derya Var’ın mailinde ise, taze gündemin esintileri var: “Festivaller Kenti İzmir” özlemiyle başlıklı köşe yazınız ve sanata olan duyarlılığınız için sizi kutluyoruz. Ege Üniversitesi’nin aynı hedef ve duygularla yola çıkarak bu yıl 5’incisini düzenleyeceği Uluslararası EGEART Sanat Günleri 6-15 Aralık 2013 tarihlerinde, İzmir’in 22 farklı noktasında gerçekleşecektir. 40 ülkeden 156 yabancı sanatçı, 500 yerli sanatçı, 38 üniversitenin katılacağı sergi, konser, film ve söyleşi günleri ile ilgili bilgi, program ve görsellere http://egeart.ege.edu.tr adresinden ulaşabilirsiniz...”
Sosyal medyadaki yankılar biraz kötümser... Örneğin Erol Hülagü, “Havagazı Fabrikası... İzmir’in gerçek Kültür Merkezi... Bir kez gezin; âtıl, boş, soğuk... Günah... ‘Başkanın kendine ayırdığı özel mekân’mış... Bunu yıllar önce söyleyen, kendi üst düzey müdürü... Daha ne diyelim?” diye sorarken, Devlet Korosu ses sanatçısı İdris Ercan, kararsızla ümitsi arasında bir yerde:
“Muhteşem bir fikir; ancak Nihat Bey, inşallah ben yanılırım ama, belediyenin kültür-sanat işlerine bakan ve Başkanın bu danışmanlarıyla bu gibi işlerin gerçekleşme ihtimalinin çok zayıf olacağı kanaatini taşıyorum ben. Buna sebep ise yıllardır İzmir halkının ve İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu sanatçılarının kullandığı AKM otoparkının halkın elinden alınması ve merkezdeki her iki belediye başkanının yıllardır bir tek konserimize gelmeyişleri, bu eşsiz fikriniz hakkındaki kanaatimin negatife dönüşmesine neden oluyor. İnşallah ben yanılırım...”
Bir tek “onlar”dan yanıt yok! Kimlerden mi? Aday adaylarından, politikacılardan... Onların çok işleri var. Büyük işleri var... Ciddi işleri var... Haydi canım sen de...
Cuma yazısında, “artık EXPO üstüne ‘zihinsel geviş getirme’nin anlamı yok” demiştim. Bugün ise “beceriksizliğimizden kaynaklanan bu kayıp, bitmek bilmeyen ‘kent kimliği’ arayışımıza da bir ışık tutar belki” diye eklemek istiyorum; İzmir’in bir “Festivaller Kenti”ne dönüşmesi fikrini tartışmaya açarak...
Aklımdan ve gönlümden geçen özetle şudur: “Yaratıcı’nın pek çok şeyi esirgemediği bu topraklarda, İzmir’i uluslararası ölçekte bir sanat kenti haline getirmek...” Bacasız, sakin, dingin, kavgasız, gürültüsüz-patırtısız, huzurlu... Estetik ve incelik üstünde yükselen bir kent yaşamı. Ülkede rağbet gören ve (spor dahil) giderek hırçınlaşan düzeysiz rekabetlerden uzak... Sadece müzik ve sahne sanatlarında, uluslararası bir arena. 12 ay boyunca sanatçıların, toplulukların biri gelip, biri gidiyor. Dev orkestralar... Caz’ın efsaneleri, opera ve balenin şaheserleri, rock performansları, ud bienalleri, kanun buluşmaları, ney sohbetleri, bağlama ustaları. Kuartetler, oda orkestraları, virtüözler, bar tiyatroları, klâsikler, deneysel ve aykırı çalışmalar... Adını İzmir’den ve İzmirli sponsorlardan alan, desteklenmiş genç yetenekler... Kongreler, sempozyumlar...
“Altyapı, salon, ya o salonları dolduracak izleyici?” dediğinizi duyar gibiyim. Zaten bütün mesele bu “ayıp mertebesindeki mahcubiyet”i ortadan kaldıracak şeyler üretebilmekte... Siz projeyi gerçekleştirin, sanat turlarıyla gelen yabancı turistlerden yer bulamayacağınız günler görür İzmir. Sadece Efes’in koltuk kapasitesi, bu toprakların eski sahiplerinden çok geride olduğumuzu, “bir türlü kızarmayan yüzümüze vuruyor...”
Bu başarılabilirse, kentte daha az trafik kazası olur. Daha az hırsızlık. Daha az kavga. Daha az işsiz. Daha az hasta. Hattâ böyle bir kentte, sular bile İtfaiyeyi basmaz; emin olun... Benzer bir sebep-sonuç ilişkisini, aruzun tantanasını da hicvederek Çetin Altan vurgulamıştı yıllar önce, “Kişinin dişleri sağlıklı olursa inanın / Dokunur topluma hergün daha üstün yararı...”
Ege TV’de “2 Dirhem 1 Çekirdek” bitti; stüdyodan çıktım ve cep telefonumu açtım... Değerli dost Numan Pekdemir’den bir e-posta gelmiş. Kısaca paylaşıyorum:
“Nihat bey günaydın. Program birkaç dakika önce bitti, teşekkürler... Ama tam istediğim cümlelerle bitti; “Festivaller kenti İzmir”. Bu benim hayalimdir. Evet bazı festivaller yapılıyor, hepsi ücretli. Halkı bu festivalin göbeğine getirmek istiyorsanız ya ücretsiz olacak ya da çok düşük rakamlarla. Belediyeye, 3 senedir “Uluslararası Klâsik Gitar Festivali” projesi veriyorum, anlatamadım. Ben İzmir’in nabzını iyi bilirim. Ama diyelim ki “X kişi” İzmir belediyeye bir proje verse kabul ediliyor. Biz belediyenin yaptığı işleri önemsiyoruz ve de takdir ediyoruz. Ama bizlerden de bir teklif geliyorsa ciddiye almalarını temenni ediyoruz...”
Hemen telefon açtım. İlgisine teşekkür ettim. Aynı hayali paylaşıyor olduğumuza ne kadar sevindiğimi söyledim. Önümüzdeki hafta programa telefonla bağlanmalarını rica ettim; bir aksilik olmazsa beni kırmayacaklar.
Pepe Romero konserinin görüntüleri ve müziği eşliğinde, Bodrum Oda Orkestrası’ndan ve “Festivaller Kenti İzmir”in, projeye ilişkin “nasıllar”ında söz edeceğiz. Yerel seçimler yaklaşırken, İzmir ve Bodrum gibi merkezlerde yerel yönetimlerin kültür sanat politikaları “neler olmalı”; bu ufuk çizgisinde dolaşacağız. Meraklısına şimdiden duyurmak isterim... Elimde CHP ve “Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu” için, (İzmir destesinden seçilmiş as ve papazların katıldığı), geçen seçimden önce yapılmış ve “sanat temalı bir beyin fırtınası”nın, kapağını dahi açmadıkları raporu da olacak. Yani biz bize dedikodu da yapacağız demektir...
Olan oldu... Her şeyi söyleyebilirsiniz artık. Ama, EXPO 2020’nin sloganı için lâf ettirmem! Önünde sonunda, “cuk” oturdu çünkü... Baksanıza, sonuna tek bir sözcük ilâvesiyle, nasıl da gündeme uygun, hale münasip bir anlama bürünüveriyor.... Çıkış noktamız, “herkes için sağlık”tı; çarşambadan beri “herkes için sağlık olsun” koçanıdır elimizde kalan...
Kentin, “ümitleriyle oynanması” dışında, “üzülmedim” diyeceğim açık açık; belki kızacaksınız... Birincisi sürpriz olmadı. İkincisi, “olmazsa olmaz” bir ihtiyaç değildi... UNIVERSIAD için de aynı duyguları beslemiştim. Dünyada çaptan düşmüş, az buçuk tartışmalı hale gelmiş organizasyonlar bunlar. Koca Olimpiyat bile neredeyse aynı sona ve yazgıya sürükleniyor. EXPO’nun, bayındırlık sıçraması yapmak, turizm hareketliliği sağlamak ve finansal açıdan çekim merkezi olmak için “alternatifsiz” bir fırsat olduğuna ise hiç inanmıyorum. Dudak uçuklatan bir dönüşüm projeniz varsa, küresel ölçekte ona zaten para bulunuyor. Ama FORMULA 1’i kaçırdığımızda çok üzülmüştüm; o başka bir ligin oyuncağıydı...
Resmi bu hale getiren bütün fırça darbelerine ve emeği geçen herkese teşekkürler. Rakiplerimiz duymasın diye, tanıtım stratejimizi kentlisiyle paylaşmayanlara bile şükran... Testi kırıldığına göre, yol gösteren çok olacak artık... Kazansaydık, “kim aldı”ya gidecekti zafer (?!) Kaybedince, şimdi de “kimin yüzünden?” tartışması sürecek bir müddet. Ben başından beri kartlarımı açık oynadığım için, şimdi müsaadenizle bu “zihinsel geviş getirme” aşamasına katılmayacağım. Hem baksanıza, devlet büyüklerimizden biri, “Asıl kazanan İzmir’dir. Sorgulanması gereken EXPO’nun oylama biçimidir” demiş ve noktayı koymuş bile...
Paris demişken...
“Biçim” anlayışımızın farklılığı üstüne, küçük bir anekdot o zaman... Uzun yıllar önce... Bir Fransızla bir Türk, Paris’te sokakta yürüyormuş. Karşıdan da çok şık bir hanım geliyor. Eldivenleri, çantası, şapkası filân... Derken bir rüzgâr esivermiş. Kadının etekleri havalanma eğiliminde... Hızlı bir hareketle eteklerini toplamış hanım, hiçbir açık vermeden. Türk, yanındaki Fransız dostuna dönmüş; “tam bir Parisli hanım” demiş, “zarafete bakar mısınız?” Fransızın cevabı başka bir telden çalıyormuş oysa: “Aksine bu kadın bir taşralı dostum... Parisli bir kadın, rüzgâr estiğinde şapkasını tutar; eteğini değil....”
2008’İN Şubat ayındayız... Yani kabaca 5 yıl önce... Aklıma yine (o zamanki) EXPO düşmüş ve (özetle) şunları yazmışım:
“Takvimin yaprakları azaldıkça, EXPO koşusunun kilometreleri de tükeniyor. Delege dostlarımızı yine birkaç gün ağırladık Ege’de. İzmir’in orta yeri sinema değil belki ama, Hilton’da konakladıkları için tam karşısındaki mezbeleye (tabir caizse) ‘don giydirmişler.’ Kim düşündüyse aklına sağlık (?!) Mecburiyet neler yaptırıyor insana demek ki... ‘Estetik bir kaçamak! Ama adı üstünde kaçamak.’ Gözden uzak olan, her zaman gönülden de uzak olamıyor. Sanki 20. kattan, odasının penceresinden aşağıdaki rezilliği görmeyecekmiş gibi... Haydi ondan da geçtim. Bu aslında ne demektir bilir misiniz? ‘Onlar delege, kaderimiz iki dudaklarının arasında, bizim için önemli onlar, onları ciddiye alıyoruz...’ Ama aynı tablonun İzmirlinin 15 senedir göz zevkini acıtıyor olması kimsenin umurunda değil! İşte İzmir alamazsa EXPO’yu, bu fırsat, ‘sığ çalımlar ve günü kurtarma merakımız’ yüzünden kaçırılmış olacak...”
EXPO’yu “ilk kaybedişimiz”in temel sebebi, bana göre bu “don’un arkasındaki zihniyet”ti.
Yazı şöyle devam ediyor: “Delegeler, muhtemelen, çok iyi ağırlandıklarından, zengin kahvaltı büfelerinden, kocaman otellerimizin maharetli şeflerinden bahsedecekler. Ne yazık ki içlerinden bir tanesi bile, ‘Çamdibi’nde Kokoreççi Asım Usta’ya gittik. Cihan vardı tezgâhın başında, kalabalık olduğumuz için epeyce bekledik. Eyüp kimseye bozdurmadı sırayı, kimyon ve pul biberle yeniyormuş; Oh my God, tarifsiz bir damak zevki, yarım ekmekten sonra çeyrek de ilâve isteyenler oldu. Yanında ayran, hele şalgam suyu, müthiş bir mutfağınız var...’ diyemeyecek... / ... Götürsenize misafirleri sadece seçimden seçime hatırlayıp, karargâh kurduğunuz göçmen mahallesine... / ... Madem ki ana tema sağlık; ‘AB standartlarına takılır mı acaba?’ diye tefrika ettiğiniz kokoreçin, ustasının elinde bir sembol, hattâ efsane olabildiğini duyursanıza cümle âleme... / ... Biz büyük ülkelerin başkentlerine, lisan bilmeyen delegelerle tekrar tekrar çöreklenirken, İtalyanlar eşit oy hakkına sahip küçük ülkeleri tespih tanesi gibi diziyorlar, kendi ‘propaganda ipleri’ne... Ama bir kenara not edin; EXPO’yu kazandıracak yerel büyü, ‘don giydirilmiş harabeler’ değildir...”
EXPO’yu “ilk kaybedişimiz”in bir diğer sebebi ise, “yereli ıskalama geleneğimizin, yine küreselleşmeyi yelpazelemiş olması”ydı. Büyükçe bir “don’un rüzgârı” bu işlere de yaramıştı.
2013’ün Kasım ayındayız... Başlıktaki halk deyişi, çarşamba günü yapılacak oylamaya ilişkin bir tahmindir sadece... 5 sene içinde, performansımıza ilişkin neler değişti, nerelerde yerimizde saydık, neleri daha iyi yaptık, nelerde eski çıtanın gerisindeyiz? “Don tavirimizin”, yani aynı resmin, kentin orta yerinde, 5 sene sonra hâlâ duruyor olması, belki de bir istikrar göstergesidir; kim bilir?
Bakın, bunları kimse tam olarak bilmiyor, söylemiyor, söyleyemiyor. Çünkü heyecan eksikliğinden, moralsizlikten, umutsuzluktan, yerel medya dahil kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Çünkü “pıçak”, sosyal medyanın yeni kahramanı “Baattin’in eline geçmiş vaziyette...” Sanki, o ne derse o olacak gibi... Cuma günü bu köşede buluştuğumuzda, “don’un lastiği, pardon dananın kuyruğu” çoktan kopmuş olacak. Haydi hayırlısı... Kısmetimizde ne varmış hep beraber göreceğiz.
“Adı üstünde” diyeceksiniz şimdi. Öyle değil işte; o lâfın gelişi... “Yüz Yıl Savaşları, İngiltere Kralı III. Edward’ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337’de başladı ve ancak ‘116 yıl sonra’ 1453’te sona erdi” diyor tarihçiler. Hattâ işi 96 yılda bitirenlerin yanında, 129 yıla kadar uzatanlar bile var. Yani tarihte rakamlar dahi, yaşananları tarife yetmeyebiliyor her zaman... “Açıldı - kapandı, başladı - bitti, kuruldu - boşaldı, yükseldi – devrildi, yerinden oynadı – yerine oturdu” gibi semboller, “devinimi, kesintili bir şeymiş” gibi hissettirse de tarih “vardiyalı bir kavram” değil ki, süreklilik işin doğasında var. Sanki bir gün, bir yerlerde, birileri, meselâ Anadolu coğrafyası üstünde hakkıyla düşünenler, “bu toprakların bitmeyen bir ‘karşı devrim döngüsü’yle hastalıklı olduğu”nu yazmak zorunda kalacaklar gibi geliyor bana. Ve, o “bir gün” gelene kadar, kapalı kapılar ardında, hepimiz ağız dolusu tartışmaya, ileri-geri konuşmaya devam edeceğiz.
Aydınlar, bu gündemin, bu “yap-boz”un özel bir parçası olarak büyüteç altına alınmalıdır. Çünkü Türk Aydını, “görülmeyeni görmek, sezilmeyeni sezmek” gibi bir ilahî yeteneği olduğu kuruntusuyla yaşar. Bu hususta kendini ayrıcalıklı görür... “Topluma nizam vermeye kalkanları pek sevmez, çünkü bu hakkı sadece kendine ait olarak görür...”
Meselâ, “kıymeti kendinden menkul tarih tezleri yazmak”, bu zevâtın en heveskâr olduğu sahalardan biri... “Geçmişi, bugünün kurallarıyla yargılayıp, geleceği bugünün kurallarıyla kurabileceğini sanmak” da ihtisasının inceldiği, imbikten süzüldüğü, zurnanın zırt dediği püf noktası...
Bu kadîm dostlardan çok sevdiğim, çok saygı duyduğum, çok kıymet verdiğim biriyle, “Diyarbakır resimleri üstüne” sohbet ederken, “Taşlar nihayet yerine oturuyor” dedi, “garip bir Selânikli’nin aklıyla yapılan toplum mühendisliği, ancak bu kadar olurdu zaten...” Duraksadım; “böyle düşünenler kaç kişi ve sayıları ne hızla artıyor acaba?” diye iç geçirdim... Dönüp, yeni yetme toplum mühendislerimizin “derûnu”na baktım; “küçük dilimi yutmadan çıktım odadan...”
Böyledir bu işler, birikimin nicel büyüklüğü köpürünce, bir durup soluklanmayı unutur insan. Gün gelir, genel kabul görmüşün dışına çıkabilmek ısrarı, aykırı bir şeyler söyleyebilmek kabiliyeti, öylesine gemlenemez ve büyük bir haz vermeye başlar ki, mevzuu kaybedersiniz...
Bizim sohbetimiz, “gevezelik”ti nihayet. Lâkin üstatla “tarih tezleri üstüne mutabakatımız”, sık sık kullandığı, (güftesi Orhan Seyfi Orhon’a, bestesi Hayri Yenigün’e ait) Segâh Yürük Semai’nin nakaratından ibaret artık, “Denizler durulmaz dalgalanmadan...”
Taşlara gelince... Ne yerine oturması? Tarih, bu topraklarda (en az) 100 yıl sürecek bir kaosu yazmaya hazırlanıyor. Yaşayanlar görecek...
Saatli Maarif Takvimi
HİZMET sektöründe bırakın emeklemeyi, yerimizde saydığımız bile tartışmalı... Bunca teknoloji, yatırım, güvenlik, elektronik, kolaylık vs... İnsan faktörü sonunda “bir çuval inciri berbat etmeye” yetip artıyor... Aracıma benzin almak için pompanın önünde duruyorum. Güleryüzlü bir delikanlı, beni başka bir pompaya davet ediyor; oraya yanaşıyorum.
Kolay gelsin, dolduralım lütfen!
Hoş geldiniz, kart mı, nakit mi beyefendi?
Kartla ödeyeceğim...
İsterseniz burada beklemeyin, 15 numaralı pompayı içeriden de görebilirsiniz.
Öyle mi? Teşekkürler...
(Pompa otomatik atınca içeriye yöneliyorum... Önümde 1-2 kişi var. Bankonun arkasındaki görevli genç hanım bir yandan hesap alıyor, bir yandan da yeni gelmiş saatleri standa yerleştirip söyleniyor: “Bunların altları çok geniş yaa...” Sıra bana geliyor, kartı uzatıyorum. Parmağımla, kasadaki ekranın, “15 numaralı pompaya ayrılmış ve 161,24 TL yazan bölümünü” gösteriyorum. Genç hanım, rakamı POS cihazına giriyor.)
Şifrenizi girer misiniz?