Nihat Demirkol

“Türk” isminin pazar algısına verdiği zarar!

10 Ocak 2014

AŞAĞIDA okuyacağınız haberler, 1999’dan bu yana yayınlanmış gazetelerin manşetlerden rastgele derlenmiştir:
“Deprem felaketinde evsiz kalan binlerce kişi parklar ve bahçelerde barınırken, Kızılay’ın sağlam çadırlarını bıçakla kesip defolu diye satışa çıkardığı ortaya çıktı...”

“Marmara Depremi’nin ardından evsiz kalan vatandaşların yaralarının sarılmaya çalışıldığı bir dönemde ortaya çıkan yolsuzluk skandallarıyla gündeme gelen ve 3 yönetim değiştiren Kızılay’da bir yolsuzluk da ... şubesinde tespit edildi...”

“Şanlıurfa’da, Işıkgöz Ailesi’ne Kızılay’dan AIDS’li kan verilmesinin üzerinden 12 yıl geçtikten sonra, ikinci AIDS’li kan skandalı ortaya çıktı. Yanık tedavisi için hastaneye kaldırılan 1.5 yaşındaki çocuğa Kızılay’dan alınıp verilen kan ‘HIV pozitif’ çıktı...”

“İzmit’te, Yerel Afet Müdahale ve Lojistik Merkezi sorumluluğundaki depodan, Kızılay’a ait yaklaşık 1 milyon lira değerindeki afet çadırları ile malzemeleri çaldıkları ve taşıdıkları ileri sürülen 8 kişi gözaltına alındı...”

“Yine Kızılay, yine HIV’li kan / İstanbul’da, Kızılay’dan alınan kanla HIV bulaştığı öne sürülen 3 hastadan 2’sinin yaşamını yitirdiği öğrenildi...”

“Kızılay’ın Başbakan Erdoğan’a verdiği ‘Üstün Hizmet Nişanı’ tam bir skandala dönüştü. Kızılay Başkanı Tekin Küçükali, ‘54 milyarlık madalya için 5 kuruş ödemedik’ derken, Kızılay’ın aksi yöndeki Yönetim Kurulu Kararı, Başkan’ı yalanlıyor...”

“Verdiği kandan HIV kapan hastanın ölümüyle ilgili davada Kızılay, ‘Bu doğa olayı gibidir. Kurumun değil, bilimin kusurundan söz edilebilir’ dedi...”

Yazının Devamını Oku

Yazar dediğin odundur biraz

6 Ocak 2014

SOBASINA attığı odundan yakınırken, Anadolu ağzının tarif ettiği hayret ve çaresizlik, mütebessimdir:
“Çam çatlayı, gürgen patlayı, yaş yanmayı, guru dayanmayı; ne edeceemi şaşudum...”

İşte yazar da, buna benzer bir açmaza düşer zaman zaman...
Haydi “yazdıklarıyla” diyelim... Bakarsınız, bu lâtifeden bile alınan çıkar.
Gün gelir okuyucu, “çiçek-böcek” yazarsınız beğenir de, “Zülfüyâre dokununca”, sizden kötüsü olmaz.
Gazap Üzümleri romanının, Pulitzer ödüllü ünlü yazarı Steinbeck bile, “İnsanlar akıl almayı sevmezler, bütün istedikleri teyid edilmektir” diyor.
Onaylandıkça inanmak, aklını, düşündüklerini, eylemlerini, doğrularını, tercihlerini, ısrarlarını yeterli görmek, basit ve ucuz bir oyuncaktır.

Yazının Devamını Oku

İzmir salonlarında neler değişmeyecek?

3 Ocak 2014

2014 geldi diye çok sevinmeyin! Bazı alışkanlıklar “can çıkmadan” değişmeyecek. “Yaşadıklarımız, yaşayacaklarımızın teminatıdır” paranteziyle, geçen yılın gözleme dayalı ufuk turunu, girdiğimiz yılın olası performansına bağlayıverelim... Kuşkusuz ve maalesef, “iz bırakanlar”ın çoğu, tiyatro, opera, bale, resital vd. etkinlikler için de –ortak payda- niteliğindedir. “Üç vakte kadar, (galalar dahil) sanat etkinliklerine, çizgili pijamasıyla katılanları da görürsek artık yadırgamayacağız” teslimiyetinden sonra, soralım ve yanıtlayalım. “Salonlarda, neler değişmeyecek?”

Bu yıl da...
Konserlere zamanında gelinmeyecek.
Konserlere, “davetiye ya da biletin üzerinde yazan saatten itibaren” gelinecek.
Gecikenler, büyük bir pişkinlikle, konser devam ederken, yerlerine ulaşmak için ortalığı birbirine katacak.
Protokol ve sponsorlara ayrılan ön sıralar boş kalacak.
Yumurta kapıdayken, arka sıralardan ön sıralara geçişler yaşanacak.

Konserden önce mutlaka birisi konuşma yapacak.

Yazının Devamını Oku

Eski yılı uğurlarken ”kolay okunan zor bir yazı” daha

30 Aralık 2013

“2013’ün adı, ne yılı olsun?” derseniz, “Her gün istediğini söyleyen bir gün istemediğini duyar yılı olsun” derim. “Bir gün” deyince; arkasından teneke çalıyor olmamıza içerleyen eski bir yıl, giderayak, Özdemir Âsaf’ı hatırlatıp patlayacak sonunda: “Bir gün, benden şikâyet ettiğin ne varsa özleyeceksin...” “Özlem” deyince; bir başkası, şairin “Bir özlemi dindirmeye yetmezdi gücü / yetmedi de...” dizelerinden bahsedecek mutlaka...

“Şair” deyince, Attilâ İlhan’ı ıskalamak olmayacak elbet ve “Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız / O mahûr beste çalar müjgân’la ben ağlaşırız” hüznünde ıslanacağız. “Müjgân” deyince; “öyle bir kadın hiç yaşamadı ve şiirdeki kadın hiç ağlamadı; zira müjgân, eski dilde ‘kirpikler’ demektir” açıklamasına ihtiyaç duyulacak. “Açıklama” deyince; öyle geçiştirmek içime sinmeyecek ve bir önceki cümleye dönüp, “Yahya Kemâl’deki, ‘Rast mahûr ile uşşak muhayyerle döner...’ ayrıntısı ne hoştur” bahsi, yazıya muhakkak eklenecek... “Rast” deyince; Dede’nin Kâr-ı Nâtık’ı hatırına bir haiku düşecek gönlüme ve “Karara yakın.../ Hiç Semt-i Nihavend’e / Düşmez mi yolun?” diye sorulacak. ”Haiku” deyince; deniz kokusu, Hakan Cem’den izinsiz aşırılmış 3 satırla solunacak: “Ağlar toplanmış / Balıkçının kedisi / Sofrayı kurmuş...”

“Deniz” deyince; gündem, çevre ve şehirciliğe taşınacak ve “Kirli denizde / Ak Martılar / Nasıl temizleniyorlar ?” merakıyla, Oruç Aruoba’nın yalancısı olunacak. “Yalan” deyince; “İyi bir yalancının güçlü bir hâfızası olmalıdır” diye söylenmek gerekecek. “Güç” deyince; Spinoza’nın “herkesin gücü kadar hakkı vardır” tespitiyle kalakalınacak... “Hak” deyince; “haklı olmak için mi, mutlu olmak için mi yaşıyoruz?” sorusuyla yüzleşilecek. “Mutlu” deyince”; Albert Camus’un, “bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir” aydınlığına ulaşılacak. “Aydınlık” deyince; okuyucuya, “karanlıktan korkan bir çocuğu anlayabilmek zor değildir. Hayatın gerçek trajedisi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır” fikri hatırlatılacak.

“Okuyucu” deyince; bazı dostların, “uzun yazıyorsun birader...” diyebilme ihtimali ciddiye alınacak. “Uzun” deyince; işi pişkinliğe vurmadan Yüce Mevlâna’nın, “uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler” nasihatından bir farkındalık çıkartılacak. “Pişkin” deyince; Mesnevi-i Şerîf’in 18. beyitine kulak verip, “Hâletinden pişkinin, anlar mı ham? / Söz kısa kesmek gerektir vesselâm...” demine varılacak ve yazıya nokta koyma zamanı gelmiş olacak. “Nokta” deyince; Adam Fawer’in, “Nokta her zaman bir son demek değildir. Bazen, kendinden sonraki harfin büyük olacağını gösterir” yollu yakıştırmasının ucuna, 2014’ün umutları da düğümlenecek.

“2014” deyince; Hazreti Muhammed’in bir Hadîs-i Şerîf’i 2014’te de tercihlerimizi ışıklandıracak: “Hak edilerek kazanılan az bir şey, haksız olarak kazanılan çok şeyden daha iyidir...” “Tercih” deyince; “Ars longa...” diye başlayan ve “sanat sonsuz, hayat kısa, fırsat seyrek, deneyim aldatıcı, tercih yapmak zor...” mealindeki sarmala, içten gelen “mutlu bir yıl” dileği de sokuşturulacak. Bu arada, yazının tekrar kuralını bozmak pahasına, “tercih” sözcüğünün bir kez daha altını çizmek gerekecek. Çünkü, “bilesiniz ki” denilecek, “yeni yılın öncekilerden bir farkı yok; son tahlilde her tercih, bir vazgeçiş olarak çıkacak kaşığınıza...”

Yazının Devamını Oku

İzmir “Godot’yu Beklerken”(*), memleketin halleri

27 Aralık 2013

VLADIMIR: Nedamete ne dersin? Tut ki, pişman olduk.
ESTRAGON: Neden ötürü?
VLADIMIR: Şeyden... Ayrıntılara girmemize gerek yok.
ESTRAGON: Doğduğumuz için mi pişman olalım?
VLADIMIR: İnsan gülmeye cesaret bile edemiyor artık.
ESTRAGON: Ürkütücü bir mahrumiyet bu...
(*) Samuel Beckett, 1952

Etkisiz eleman

Yazının Devamını Oku

Giuseppe Verdi ile mülakat

23 Aralık 2013

HÜRRİYET: Kahire’de ilk kez oynanmasının üzerinden 142, Ankara’daki Türkiye prömiyerinden de 55 sene sonra, “AİDA”yı cumartesi gecesi İzmir’de de ağırladık. Sizce bu gecikme normal mi?
VERDİ: Vallahi, Hıdiv İsmail Paşa’nın ısmarladığı bir operanın İzmirli ile bu kadar geç buluşmasını ben de yadırgıyorum ama, kısmetten fazlası da olmuyor. Büyük bir prodüksiyon tabii... Bırakın emeği geçenleri, öncelikle hayal edenleri kutlamak lâzım.
HÜRRİYET: Tam da, “Acaba İzmir festivaller kenti olsun mu?” diye tartışılırken, Adnan Saygun’da, sahneye sığmayan bir eserin sahnelenmesi, imkânsızlıklara dil çıkartan bir tesadüf sayılabilir mi?
VERDİ: Elbette... Sanat algısı bir ufuk meselesidir. Aida sahnelenirken, yurtdışında sahneye develer, filler bile çıkıyor; piramitler inşa ediliyor... Yani, sizin önce, kafanızda “sirk ölçeği”ni aşmanız lâzım. Her şeyi de Efes’e götürecek haliniz yok ya... Herhangi bir arama motorundan bir bakıverin görsellere. Dudağınız uçuklar. İzmir’e bu sahnenin küçük geldiğini, birileri yüksek sesle söylesin artık! Hem yeni yapılan kültür merkezlerinde otoparkla ana bina arasına yağmurda ıslanmadan yürünebilecek bir geçit koymayı da akıl edersiniz belki... Hani “Napata Boğazları” gibi bir şey.
HÜRRİYET: Sormadan edemeyeceğim. Piyano tekniğiniz zayıf olduğu için konservatuvar sınavlarını kazanamamıştınız.Sanat eğitimine gönül vermiş (ama Narlıdere’de hamili kart barajını aşamamış) İzmir’li gençlere ne önerirsiniz?
VERDİ: “Gelmiş geçmiş tüm besteciler arasında eğitimi en yetersiz olan benim; eğitimden söz ediyorum, müzik bilgisinden değil...” Cevabım açık mı?

Yazının Devamını Oku

Umumî arzu üzerine yazılmış bir yerel seçim yazısı

20 Aralık 2013

“Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek...Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek... Çiçek, böcek...”

Nasıl bir adaya oy vereceğim

GEZİ otobüslerinin üzerine tente yaptıran,
AKM’nin otoparkını İzmirlilere geri veren,
İzmir Mevlevîhânesini İzmir’e kazandıracak,
Deniz’e 50 metre mesafedeki yağmur suyunu, denize akıtabilecek,
“Festivaller Kenti İzmir” projesini destekleyecek,

Yazının Devamını Oku

Lenape’lerin dilinde Bayraklı’nın yeni adı

16 Aralık 2013

SOSYAL medyada, elden ele dolaşan “27 kentin kuşbakışı görüntüleri”ne ben de göz attım. Bazıları “Incredible–İnanılmaz” nitelemesini hak edecek kadar nefes kesiyor. İçlerinde New York da var. Ve tabii ister istemez, insanın aklına Manhattan düşüyor. Bölgenin ismi, bir Kızılderili kabilesi olan “Lenape” dilinde “birçok tepeden oluşan ada” anlamındaki Man-hata’dan geliyormuş. Hattâ bazı ajanslar, Manhattan’ın mental ve fizikî kalbine 11 Eylül’de yapılan saldırıyı, bu geçmişe göndermede bulunup, faciayı, “yerlilerin âhı tuttu” diyerek yorumlamıştı. Bu ayrıntı hangi çağrışımları tetikliyor? Söyleyelim: New York’un finans ve ticaret bölgesi olan ve bugün tepelerinin yerinde yeller esen “Manhattan”a benzemesi planlanan İzmir-Bayraklı’daki yeni kent merkezindeki dikey yapılaşma, öyle ya da böyle bir şekle girmeye başladı. Bölgenin 5 bin yıl önceki ilk sakinleri Luwi’lerin (Lejej’ler) âhını sahiplenerek, dönen tekere (tekrar tekrar) bir çomak sokan çıkmazsa, niyet bu sefer tamama erecek gibi. Ben projeye karşı filân değilim. Sadece “kayıtsızım”. Dilerim hayrını görür İzmir... Ama hâkim rüzgârla yelkenlerimi doldurup, “çok şükür, 3 vakte kadar İzmir’in de bir ‘Manhattan’ı olacak” dememi beklemeyin sakın. Çünkü ben, “resmin karşısındaki paradigma”ya takılmış demode bir adamım ve “Manhattan, bir İzmir’i olması için neler vermezdi?” yollu merakımı fikretmeye devam edeceğim.

Çağın hastalığı: “sıradanlık”

SANAL dünya büyüdükçe, gerçekler değer kaybediyor... Görmediğini “yok”, gördüğünü de “var” sanıyor insanlık... Devekuşu gibi yani. Geçenlerde bir usta, “Günümüzün yazarları, tragedyasını yazabilecekleri bir burjuva bulamıyorlar. Bu nedenle gazetelerin magazin sayfalarında gezinen yeni zenginler, zamanımızın mülk sahipleri, artık bir tragedyanın değil, sıradan bir trajedinin kahramanı bile değildirler; olamıyorlar” diyordu. Sıradanın el üstünde tutulduğu, gayret ve emek mahsulü olanın ise horlandığı bir düzende “birbirinin aynı-gibi olmak hali”, “suya sabuna dokunmayaların mutlu koalisyonu”na dönüşüveriyor. “Gibi”lerin prim yaptığı bir toplumda insanlar, sadece sanal ellerde kıymet ifade eden ve adı “tükenmez” de olsa, bal tükenecek olan uyduruk kalemlere benziyorlar.
Kızıl kahverengi bakkamağacından yapılmış bir dolmakaleme sahip olanlar ise, oldukça koyu renkli bir ağaç olan “bakkam”ın, çok sert ve dayanıklı olduğunu, renginde ve dokusundaki doğal farklılıkların, “bu ağaçtan yapılan her dolmakalemin bir eşinin daha olmadığı” anlamına geldiğini ve ahşap işçiliği yönünden çalışılması ve var edilmesi çok zahmetli olmasına rağmen, ellerinde hâlâ gözde ve aranan bir sanat eseri estetiği taşıdıklarını bilmekle yetiniyorlar.


HAZIR kalem sembolizmasına takılmışken, kurşunkalemin de hakkını teslim etmeden bitirmeyelim; www.fabercastell.com sitesine şöyle bir göz atıyoruz: “İnce bir grafit ucu, ağaçtan bir gövdenin içine yerleştirme fikri birkaç yüzyıllık geçmişe sahiptir... Atalarım, 1761 yılında bir kurşunkalem fabrikası kurduklarında da yeni bir fikir değildi bu. Ama, 1839’da aile şirketinin başına geçen büyük büyük büyükbabam Baron Lothar von Faber, kurşunkalemi gerçekten kaliteli bir ürüne ve dünyanın ilk markalı yazım aracına dönüştüren kişiydi...” Bu uvertürden de anlaşılıyor ki, “sıradan muamelesi yaptığımız kurşunkalem”, hatırı sayılır bir geleneğe sahiptir. İcadından hemen hemen dört yüzyıl sonra, hâlâ dünyanın belki de en fazla kullanılan yazım aracıdır. Aslında hâlâ bir efsanedir... Örneğin, biri hakkında olumlu şeyler söylerken, (olduğundan daha sade ve mütevazı görünmekte ustadır) yerine, “Kurşunkalem gibi adamdır” diyebilirsiniz; hepsi o kadar... Öneriyorum!

Yazının Devamını Oku