BENİM için rahmetli büyüklerimiz, bir semt ya da bulvardan fazlası olmakla birlikte; bir tercih yapmak zorunda kalsam, oyumu (Belediye Başkanı - Hacı Mehmet) “Eşref Paşa”dan yana değil de (Manisalı Heccav ve nüktedan) “Şair Eşref”ten yana kullanırım. “Böyle bir mukayese nereden çıktı” diyeceksiniz şimdi. Aziz Bey, “İzmir’de Eşref Paşa’nın 1895’le 1907 arasında belediye başkanlığı yaptığını, ömrü olursa (sıhhat ve huzurla inşallah) ilk defa üst üste ve 15 yıl belediye başkanlığı görevi yapmış olacağını, İzmir’in 150 yıllık belediyecilik tarihinde, hemşerilerinin desteğiyle böyle bir rekora imza atmış olacağını” söylemişler. (Rekoruna katkıda bulunmak için, oy vermek üzere koştura koştura İzmir’e dönen bir seçmen olarak) Sayın Başkan’dan, mazbatalar bile alınmadan rekor beyanı gelince, fikrimizi söyleyelim istedik.
Eşref Paşa’nın hizmetlerini inkar etmek mümkün değildir; bunca yıl sonra hâlâ göz önünde zaten. Ama bana göre, (Küfürlerin Efendisi de denilen) Şair Eşref’te, “güncelliğini korumuş ve iz bırakmış farkındalık” daha çoktur. Okuduğunuzda, şiirlerini “daha dün” yazılmış sanırsınız. Meselâ, “Vakt-i, istibdatta söz söylemek memnu idi / Ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı / Devr-i hürriyetdeyiz şimdi, değişti kaide / Söyletirler evvela, sonra s...ler ananı...” diyen de O’dur, oğlu şairliğe özendiğinde, “Rahm-i maderden nasıl çıktıysa hala öyledir / Gezmeden seyyahi alem, bilmeden allamedir / Gam mıdır mektepten olmazsa şehadetnamesi / Eşrefa, namım oğlum için şehadetnamedir” diye alay eden de...
Kendisiyle barışıktır; “Eylemem ölsem de kizbi ihtiyâr / Doğruyu söyler-gezer bir şâirim / Bir güzel mazmun bulunca Eşrefâ... / Kendimi hicv eylemezsem kâfirim” diye meydan okur. Müdanası yoktur: “Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için / Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı / Gözlerim ebna-yı ademden o rütbe yıldı kim / İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı...”(Maalesef çalınmıştır…)
Eşref Paşa, kendi rekorunun kırılmasından memnun mudur, bilemiyorum. Ama (yaşasaydı) hicvederken, tarihe not da düşen Şair Eşref’in, Aziz Bey’e “elden çıkan 8 ilçe için”, Sultan Hamid devrinde Mısır’ın Osmanlı’nın elinden çıkması üzerine söylediğine yakın bir üslûpla dokunduracağına eminim: “Vakit, fırsat gözetir şah-ı cihan / Tutar elbette elinden kaçanı / Gene sahip olur inşallah / Mısır’ın kaldı elinde koçanı…”
Boş işleri bırakın
SİYASETİN sığ koridorlarında itiş-kakış sürerken, memleketimde güzel insanlar, güzel işler de çıkartıyorlar elbet. Türkiye Özel Sporcular Federasyonu, Bodrum VOSVOS Derneği ve Bodrum / Yahşi Özel Sporcular Spor Kulübü Derneği, el ele verdiler... “84 ilden 48 takım ve yaklaşık 600 özel sporcu”nun katılımıyla, 10–14 Nisan tarihleri arasında, “Bodrum Türkiye Özel Sporcular Voleybol Şampiyonası”nı düzenliyorlar. “Amacımız” diyorlar, “evrensel sevginin en güzel tanımı – Kardeşim Tut Elimden”. Devam ediyorlar; “Bodrum’a gelen özel çocuklarımızla Bodrumlu çocukların birbirlerine kaynaşmasını, özel çocuklarımızın ve Bodrum’un çocuklarının toplumla kaynaşmasını hedefliyoruz. Çünkü, Bodrum sanıldığının aksine yalnızca eğlence ve tatil merkezi değil, sosyal sorumluluklarının bilincinde, çevresine duyarlı insanların yaşadığı bir yarımadadır.”
Projenin son çığlığına kulak verin:
Kamuoyunu uzun süre meşgul etmişti “açılım”; hâlâ da ediyor...
Gel gör ki, karşıtı olan “kapanım” sözcüğü üzerinde,
kimse yeterince konuşmadı.
Çünkü Türkçenin söz varılığında “kapanım” diye bir sözcük yer almıyordu.
Oysa bir süredir hayatımız, açılımdan çok kapanım üzerinden yürüyordu.
Baş açılımı, baş kapanımı,
Dışa açılım, dışa kapanım,
YILLAR önce, “mülakatlar” dizisinin hale münasip bir yerinde, Attilâ İlhan’la da (hadi onun lugatından olsun...) “muhayyel bir mülakat” yapmış idik. Şöyle bir göz attım konuştuklarımıza; eskiyen yerler olmuş ama taptaze kalan cümleler de var... İçimden geldi, “3 vakte kadar yolu sandığa düşecekler” için, tekrar söyleştik Usta’yla.
nd: “Elde ne var?” diye sorsam yadırgar mısınız?
Attila İlhan: Çok basit olmadı mı bu sual? “Hayat zamanda iz bırakmaz / bir boşluğa düşersin bir boşluktan / birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün...” elbette.
nd: Sanki “an geldi...”; paldır küldür yıkılmakta tepemize bulutlar. Evet, “gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet” var ama, hani biraz da dediğiniz gibi mi acaba?
Attila İlhan: Bak bu doğru... “O eski heyecan ölür / an gelir biter muhabbet / çalgılar susar heves kalmaz / şatârabân ölür...” havasındayız; hâlâ...
nd: Haberler çığlık çığlığa. Neler oluyor güzel memleketimde? “Şarabın gazabından kork / çünkü fena kırmızıdır / kan tutar / tutan ölür / sokaklar kuşatılmış / karakollar taranır / yağmurda bir militan ölür...” misali neler yaşadık son aylarda?
Attila İlhan: Israrla diyorum ki, “an gelir / ömrünün hırsızıdır / her ölen pişman olur / hep yanlış anlaşılmıştır / hayalleri yasaklanmış / an gelir şimşek yalar / mavi dehşetiyle siyaset meydanını / direkler çatırdar yalnızlıktan / sehpada pir sultan ölür...”
TARİHİNDEN habersiz, tarihine meraksız bir millet olduğumuz için, tarihi ya televizyon dizilerini izledikçe yarım yamalak öğreniyoruz ya da Sayın Başbakan, (sadece kendisinin hoşuna giden yerleri, ısrarla) “temcit pilavı” gibi ısıtıp ısıtıp önümüze getirdikçe...
İş başa düştü; iki önemli kuytuyu ışıklandırmak gerekecek.
Önce, görmezden gelinen, iyi anlaşılmayan, inkâr edilen büyük resmin birincisine göz atalım. CHP’nin, Gazi’nin vefatından sonra uzun yıllar bocaladığı doğrudur. Atatürk sonrasındaki Milli Şef dönemi, daha çok evrimi tercih eden, çok ihtiyatlı, hayli tedirgin ve yavaş bir dönem olarak hatırlanır. Bugün, Sayın Başbakan’ın “algıda seçici” davranarak, diline pelesenk ettiği bu doğrultudaki çıkarım ve yorumları, bizzat İsmet Paşa’nın, “Kendi hayatında ne dereceye kadar tatbik edebildiyse etti, mabâdını (arkasını) bize bırakıp gitti... Ben Atatürk değilim...” sözleriyle itiraf ve teyit ettiği arşivlerde mevcuttur. Biliyorum ki bu satırlarım bazılarının hoşuna gitmeyecek. Oysa, sadece “bir dehanın arkasında bıraktığı mirasa sahip çıkamamak, onun hakkını verememek” ana fikriyle yüzleşememek bile, CHP’ye tarihi fırsatlar kaçırtmıştır. Başımızdaki çorapların ilk ilmekleri de o yıllarda atılmıştır. Diyelim ki bu yorumu beğenmediniz... Gelelim ikinci resme.
Kendisine atfen efsaneleşen cümlesinde, “Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olmazsa o memleket batar” dediği öne sürülür İsmet Paşa’nın... Bu cümlenin orijinal haline göz attığınızda, tercümenin yanlış yapıldığını görürsünüz. İsmet Paşa böyle bir cümle sarf etmemiştir. 5 Temmuz 1931’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, “Bazı gazetelerin yayınları hakkında, hükümetçe ne tedbir alındığına ilişkin gensoru önergesi” dolayısıyla yaptığı konuşmada şöyle diyor:
“Arkadaşlar eğer bir memlekette erbâbı namus, lâakal, eşirrâ kadar sabûr olmazsa, o memleket behemehâl batar.” (En azından / daha aşağı olmaz demek –eşirra- kötü insanlar ‘şer’den gelen şerîr’in çoğulu kadar sabûr-sabırlı, cesaretli değil / ne olursa olsun o memleket batar...) İşte, cumartesi günkü İzmir mitinginde, CHP başkanı (bile), aynı hatayı tekrarladı; “İsmet İnönü, namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmazsa” demişti diyor hâlâ...
“Toplum mühendisliği” süreçleri işletilirken, “cesaretin değil, sabrın önemli olduğu”, özellikle de uzun dönemli toplumsal ve kültürel değişim hikâyelerine bakıldığında açık seçik ortaya çıkıyor.
Yoksa cesaretle pervasızlık, aynı bıçağın “sırt kardeşleri”dir.
“ÇÖP” deyip geçmeyin!
Bu yerel seçimlerde (çeşit çeşit anlamıyla) “çöp”, tahminlerin ötesinde önemli.
İşte, izliyorsunuz medyayı; gazeteleri, televizyonları.
“Elin gözündeki çöpü görüp, kendi gözündeki merteği görmez”ler,
dolaşıyor meydan meydan...
Hâl böyle olmakla beraber,
“Çok gezenin ayağına çöp batar” deyişine filân bel bağlamayın sakın!
BAŞTAKİ “a” harfi, biraz uzunca okunur...
Aksini söyleyenlere, “şapka kaldırıldı” filân diyenlere de çok da itibar etmeyin.
Çünkü, kısadan büzerseniz, çıkan sesin, kafanızı kapıya çarptığınızda çıkan feryattan bir farkı kalmaz.
Oysa doğru okunduğunda, bir anda, “binlerce yıllık bir Anadolu geleneği”nin mirasçısı oluverirsiniz.
“Âh etmek”, özünde, çok da hoş bir şey olmamakla birlikte, sıradan “beddua”dan hayli farklıdır.
“Âh etmek”;
Tarifsiz bir şekilde üzüldüğünüzde; yetmedi,
KENDİMİZİ kandırmayalım!
Seçmen “geri zekâlı” değildir efendim.
Ama gel gör ki, hür de değildir!
“Aç insan, işsiz insan, borçlu insan, korkan insan, korkutulan insan” hür değildir, tarihin hiçbir döneminde de olmamıştır.
Çünkü, “görünür–görünmez” mecburiyetleri vardır seçmenin.
Oyunu da bu mecburiyetlere göre verir.
En akla uzak tercihlerine, “Hala verebiliyorlarsa eğer, pes...” şeklindeki söylenmelerinize bu gözlükle bakarsanız, “hür iradesi”nin sesiyle değil de “menfaatlerinin ya da korkularının sesiyle” oy kullandığını görürsünüz.
ELİMDEKİ kitabın arka kapağında, “Savaştan dönen bir asker, küçük bir köyden geçiyormuş. Köyün dibindeki duvarlardan birinde, tam 12’den vurulmuş yüzlerce nişan tahtası görmüş. Asker keskin bir nişancıymış. Bu küçücük köyden kimin bu kadar iyi atışlar yaptığını merak etmiş. Bütün gününü nişancıyı arayarak geçirmiş. Sonunda onun genç bir delikanlı olduğunu görmüş. Genç adamı köyün en uç noktasına kadar götürüp, ona 12’den vurulmuş hedefleri göstermiş. ‘Bunları sen mi yaptın?’ diye sormuş. ‘Evet ben yaptım’ diye yanıt vermiş delikanlı. ‘Nasıl yaptığını anlayamıyorum’ demiş asker” diye başlayan bir öykü var.
Değerli dost Avram Ventura’nın geçen ay yayınlanan son kitabından bu alıntı; “Öykülerin Işığında Denemeler–Kırık Ayna”. Yarım bıraktığımız öykü şöyle sonlanıyor: “Çok keskin bir nişancı olmama karşın, hedefi asla yüzde yüzlük bir başarı ile vuramam. Sen bunu nasıl başarıyorsun?” diye soruyor asker. Cevabı okuyunca, tahminlerin ötesine geçen “ucuz bir tercih” ile yüzleşiyoruz: “Aslında oldukça basit sayılır. Önce ateş ediyorum, sonra hedef tahtasını çiziyorum...”
Öykülerinde yansıttığı ışığı, okuyucusuna, “ışığa saklanmış mistik doğu öyküleriyle harmanlayıp sunmak”tan bahsediyor İzmirli yazar. Kitapta, farklı öykülere serpiştirilmiş, bir alegoriler zinciri çıkıyor karşınıza. Bir solukta okuduğunuzu zannettiğiniz öykülerin, aslında soluğunuzu kestiği anları yaşamak için, “Kırk Ayna”ya yer açmalısınız kütüphanenizde. (www.etkiyayinevi.com)
Kitabın “incelmiş, inceltilmiş havası”ndan sıyrılıp, ülkenin ve kentimin sığ gündemine dönmekte zorlanıyorum. Önce ateş edildiğini, sonra hedeflerin çizildiğini anlıyorum. Hedefin vurulacağından emin olmanın rahatlığı içinde, “caka satmanın vitrini”ne takılıyor gözlerim.