HÜRRİYET Ege’deki manşeti görünce, altındaki satırları okumadan geçemedim; çünkü vitrine taşınan müjde, kulağa hoş geliyordu: “Kentin kültür ve sanat hayatına birbirinden renkli etkinliklerle katkı koyan, seçkin sanatçıları İzmirlilerle buluşturan Büyükşehir Belediyesi, Kültürpark’taki İzmir Sanat Merkezi, İsmet İnönü Sanat Merkezi ve Gençlik Tiyatrosu salonlarında düzenleyeceği tüm kültür-sanat etkinlikleri için giriş bilet ücretlerini 1 TL olarak düzenledi” diye başlıyordu haber.
İkinci paragrafta ise “...meclisten geçen söz konusu kararın, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’ndaki, ‘sağlık merkezleri, hastaneler, gezici sağlık üniteleri ile yetişkinler, yaşlılar, engelliler, kadınlar, gençler ve çocuklara yönelik her türlü sosyal ve kültürel hizmetleri yürütmek, geliştirmek ve bu amaçla sosyal tesisler kurmak, meslek ve beceri kazandırma kursları açmak, işletmek ve işlettirmek, bu hizmetleri yürütürken üniversiteler, yüksek okullar, meslek liseleri, kamu kuruluşları ve sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapmak’ hükmü gereğince 29 Nisan’dan itibaren uygulanmaya başlandığı ve bu kararın, İzmirli sanatseverlerin sanat etkinliklerine katılımını artırmasının beklendiği...” duyuruluyordu.
Öncelikle hudutsuz teşekkürler! Niyet fevkalâde; keşke izleyici, “hem davet hem ısrar” içeren bu tavra, olumlu yanıt verse. Pek umutlu değilim ama ülkemizde, zaten dünya standardının çok altında fiyatlarla izlenebilen sanat etkinliklerini, “2 küçük pet şişe su” fiyatına indirenleri yürekten kutluyorum. Yine de, gözden kaçan bir önemli bir ayrıntının altını çizmek isterim. Bu uygulama, TÜSAK sabotajı ile budanmak istenen “sanat alışverişi”nin, “talep” ayağını büyük ölçüde kolaylaştırabilir. Ama tıkanıklık bu noktada değil. Asıl desteğe, “arz” ayağındaki krizin giderilmesi için ihtiyaç var. Seyircisi olmayan sanatın kavrukluğunu anlıyor olsam da derdimiz, giderek “sanatçısı olmayan seyirci” felaketine sürüklenmek endişesidir. Sürece bu kadar da “seyirci” kalmamak adına, net ve köşeli sorum şudur: “Başta amatör tiyatrolar olmak üzere, (mekansızlıktan kırılan) sanat yapan kitlelere, müzisyenlere, ressamlara, korolara, heykeltıraşlara, şairlere, yazarlara ve diğerlerine de, düzenleyecekleri sanat etkinlikleri için, salonlarınızı 1 liraya açabiliyor musunuz?” Bırakın artık şu “Eşref Paşa’nın rekoru” işini... İşte size İzmir’in tarihine geçmek için gerçek bir fırsat!
(- AKM’nin otoparkındaki inatlaşma bitmeyecek mi? - sorum bakî…)
“Yakıştırma”daki gerçek payı...
Dervişin biri, zikreden bir diğerine yaklaşmış;
TÜYAP tarafından, 19’uncusu düzenlenen İzmir Kitap Fuarı, dün, İzmirlilere ‘gelecek bahara görüşmek üzere’ diyerek kepenklerini indirdi. Geleneğe dönüşmüş organizasyonlar, bir süre sonra, kent yaşamının ayrılmaz bir parçası oluverir. Fuar, meraklısına artık biraz da bu tadı yaşatıyor galiba. Okuyucu, sanal ortamdaki alışverişin (kapınıza kadar gelen ve indirimli) yükselen cazibesine rağmen, pazar yeri havasındaki kurgunun şölen rengindeki ayrıcalığından vazgeçemiyor. Bir diğer çekim noktası da, kitaba dokunmanın yanında, zaman zaman “yazarına da dokunabilmek” fırsatının sunulması sanırım. Bu yılki fuarda da, zengin bir imza günleri programı ve ötesinde, çok yakın dostlarımın raflara yeni çıkmış kitapları vardı. Seyahatlerim yüzünden onlara istediğim kadar vakit ayıramamış olsam da, köşemde, birkaç gün, halen İzmir’de yaşayan bu yazarları ağırlamak niyetindeyim. Fuarın, bende iz bırakmış “fener alayı”nı takdim edeceğim özetle...
İlk kitap, konusunu Osmanlı tarihinden alan (Pargalı İbrahim Paşa, Son Hazaryalı, Suların Getirdiği Padişah gibi...) romanlarıyla tanıdığımız Cahit Ülkü’ye ait. Yazar, okurlarının karşısına bu kez ilginç bir araştırmasıyla çıkıyor; “Neden Osmanlı?” Önce, (kelimesine dokunmadan) kitabın arka kapağına bir göz atalım:
“Osmanlılar, kendisinden çok daha kuvvetli sayılan onca beylikler tarihe gömülürken, nasıl olup da 600 yıl yaşayan ve önemli bir misyonu gelecek kuşaklara miras bırakabilen dünyanın en büyük ve etkin imparatorluklarından birini kurabildiler?”
Yerli ve yabancı tarihçiler Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna ilişkin çok sayıda eser vermişlerse de böyle bir sorunun yanıtını ilk kez Cahit Ülkü arıyor ve ulaşabildiği bütün kaynakları tarayarak başka araştırmalarda rastlanmayacak özgün sonuçlara ulaşıyor. Üstelik, romancı olduğundan, eserini akademik yapıt biçiminde değil, okurlarıyla karşılıklı yapılan sohbet formatında sunuyor.
İlk Osmanlıların Müslüman değil, Alevî olduklarını ileri süren Ülkü, bu tezini yadsınamaz kanıtlara dayandırıyor, ayrıca Hazar İmparatorluğu’nun ve Alevîlerin, başka araştırmalarda temas edilmeyen kuruluştaki belirleyici işlevine değiniyor. Yerli ve yabancı tarihçilerin oldukça sert eleştirdiği bu çalışmanın diğer önemli özelliği, 750 yıl öncesinin olaylarıyla günümüzün gerçekleri arasında paralellikler kurmasında. Denebilir ki bu eseri okumadan günümüzün Türkiye’sini hele hele Anadolu’yu anlamak olanaksızdır.
Ayrıca bu çalışma, tarih alanında olduğu kadar, felsefe ve düşünce alanında da ses getirecek özgün görüşler ileri sürüyor. Cahit Ülkü, ‘yalan tarihin’ de üzerine giderek, toplumdan gizlenen gerçekleri gün ışığına kavuşturuyor. Kısacası tarihsel, düşünsel ve güncel konuları bütünleyen bir çalışma, türünün şimdilik tek örneği niteliğinde...
Ülkü’nün önceki kitaplarını okumadıysanız, bu alıntı satırlardaki iddiayı yadırgayabilirsiniz. Bir sohbetimizde, “Üzerinde –olumlu ya da olumsuz- konuşulmasından başka bir beklentim yok. Tartışılması lâzım... Suskun kalınmasını dürüst bulmuyorum” dediğinde kendisine hak vermiştim; hâlâ aynı noktadayım. Ortaya atılan “tarih tezi” tartışıldıkça, eleştirildikçe, olgulaştıkça, okuyucu kendi yolunu bulup, kararını verecek kuşkusuz. Cahit Ülkü’nün bugüne kadar yazmış oldukları hakkında her şeyi söyleyebilirsiniz. Ama sanıyorum, hiçbirine “sıradan” demek mümkün olamayacaktır.
“Kamuoyunun Bilgisine ve Dikkatine Sunuyorum” diye başlıyor, (2009-2014 Dönemi Bornova Belediye Başkanı) Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR’ın açıklaması; “Herşey bir yana, 5 yıl süresince hiçbir yakınım veya akrabam Belediyemizde işe alınmamıştır veya herhangi bir şekilde Belediyemiz veya şirketinde çalışmamaktadır…” diye sonlanıyor. Ekinde ayrıntılı bir analiz var. Belli ki canı sıkılmış. “…Daha yeni seçilerek göreve gelmiş bulunan Bornova Belediye Başkanı Sn. Olgun Atila’nın ve Belediye yetkililerinin de bilgisi dışında olduğuna inandığım…” diye devam eden satırlar, Başkan’ın bildik zarafetinden esintiler taşıyor.
“Son günlerde çeşitli basın yayın organlarında, Bornova Belediyemizde yerel seçimlere yaklaşırken personel alımları yapıldığı ‘kadroların’ doldurulduğu ve bu bağlamda 160 kişinin ‘giderayak’ kadrolara yerleştirildiği gibi bazı asılsız haberlere yer verildiğine üzülerek şahit oldum. Öncelikle bu iddianın tamamen asılsız, mesnetsiz ve gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını belirtmek isterim. Kamuoyunu yanıltmayı amaçlayan veya sonuç itibariyle yanıltan bu iftirayı basın yayın organlarımıza servis edenlerin de kötü niyetli ve maksatlı bir çaba içinde olduklarını söylemek yanlış olmaz… / … Bu iftira ile Bornova Belediyemizin gelmiş olduğu saygın durumuna halel getirilmesinin yanı sıra gerek belediye performansı gerekse rekor düzeydeki yatırımlar açısından ve dolayısıyla bu yatırımlarda üretilen ek hizmetlerin çokluğu, çeşitliliği, sosyal niteliği, yararlılığı, etkinliği, verimliliği ve yerindeliği açılarından geride bırakılan son derece başarılı bir dönemin karartılmasının da amaçlandığı söylenebilir. Ayrıca, böylesi bir dezenformasyon ile sadece Bornova halkımızın değil aynı zamanda İzmir halkımızın ve hatta ülkemizin dört bir yanından yurttaşlarımızın takdirini, sevgisini, saygısını ve güvenini kazandığımıza inandığım başta şahsım olmak üzere katkısı ve emeği bulunan tüm yönetici ve belediye emekçilerimizin, halkımızın nezdinde küçük düşürülmesi ve itibarsızlaştırılmasına yönelik bir etki yaratmayı amaçladığı da görülmektedir... ”
Açıklamada, “enkaz edebiyatını kınayan ve siyasette devamlılık fikrini, İzmir’de seçilmiş bazı nezaketsizlerin gözüne sokan, altına imza atılacak” öyle cümleler var ki, CHP’nin yerel yönetim anlayışındaki dar bakış açısını ve aday belirlemedeki basiretsizliğini de, “küskünlük hissettirmeden” vitrinliyor: “Ayrıca unutulmamalıdır ki; belediyeler kâr amacı taşıyan ve kasalarında milyonları biriktirerek bundan gurur duyacak kurumlar değildir… /…Belediyelerin asli görevi hizmettir ve esas olan bu hizmeti en yararlı, etkin, verimli ve aynı zamanda ekonomik olarak sunabilmek olmalıdır. Asıl olan Belediyenin gelirlerinin tamamını yatırım ve hizmete dönüştürebilme kabiliyetidir… / …Kaldı ki, ‘giderayak’ işçi almak değil tam tersine Park ve Bahçeler Müdürlüğümüzün artan ihtiyacını karşılamaya yönelik, yapılmış bulunan iş artışı ile 20 park işçimizin alımı da göreve yeni gelen Başkanımızın takdirine bırakılmıştır…”
“Sorumluluk taşıyan seçilmişlerin, seçmene hesap verme mecburiyeti”nin de altını çizen -bu alışık olmadığımız çok ayrıntılı açıklama-nın, tümünü bir köşe yazısına sığdırmak mümkün değil elbette. Önemli bulduğum bir paragrafı daha paylaşıp, Bornova’da yaşayan biri olarak, Sayın Başkan’a teşekkür etmek istiyorum: “…İZBAŞ, sermayesinin %99’undan fazlasının Bornova Belediyesinin olduğu, kamu kaynaklı bir anonim şirkettir. Bugün, -taşeron sistemi kaldırdım diyen belediyeler- esasen halkı ve çalışanları yanıltmaktadırlar. Zira bu belediyeler sendikal hak vermiş oldukları ‘kamu kaynaklı kendi şirketleri’ ile bu hizmet alım ihalelerine girerek yine taşeron (yüklenici) nitelikleriyle bu hizmeti sunmaktadırlar….” Daha ne desin ?
Bir ressamın günlüğünden…
Ressam Sevgi GÜR’ün “Günlük” adlı sergisini, “meraklısı”na önermek isterim. Sergiyi, 22 Nisan - 6 Mayıs tarihleri arasında, Alsancak Meksika Sokağı’ndaki “Edit”te izlemeniz mümkün. 1983 doğumlu sanatçı, kendi resim atölyesinde yarattıklarını paylaşıyor. Kullanılan malzeme ve teknik ilginizi çekebilir. Sergide “papirüs ve board üzerine akrilik ile çalışılmış” 14 eser var. Figüratif desenlerden oluşan resimlerin konusu, ressamın hayatından alınmış; hâtıralarından kalan izler taşıyor.
Cuma günkü yazımda, “İzmir, aklına gelenin, aklına geldiği yere, aklına gelen heykeli dikebildiği, sahipsiz ve başıboş bir kent midir ? ‘Seçilmişler’imiz arasında, kent kimliği ve estetiğini önemseyen bir Allahın kulu yok mudur ? ‘Seçilmişlik’, kentlinin göz zevkini acıtma, kültürel fay kırıkları yaratma ve İzmir’in görsel dokusunu berbat etme hakkı veriyor mu ?” diye sormuştum. Okuyucu lâfını esirgemiyor; bize de paylaşmak düşüyor.
“Her geçen gün artan ve çeşitlenen insan faaliyetleri sonucunda hızla ekosistemi çökmekte olan dünyamıza, onarılması imkansız önemli yok ediş faaliyetlerinden birisi de; kara ekosisteminin vahşice parçalanması ile (yüksek miktarda CO2 salınımı) elde edilen fiziki kütlenin denizlere taşınıp denize hayat veren canlıların yuvalarının ve yaşama ortamlarının yok edilmesidir. Dünyamızdaki yaşam zincirinin temeli deniz canlıları ile başlar. Deniz ortamını sadece fiziki ortam gibi düşünen ekoloji bilgi/görgüsü olmayan yerel yöneticiler, genellikle ranta yönelik kıyı dolgusu, yapay ada v.s. gibi fiziki düzenlemelerle dünya denizlerinin sonunu hızlandırmaktadırlar. Örneğin Dubai. Denize karşı yapılan bu tip ekolojik olmayan hareketler bir insanlık suçudur. Ve deniz kendisine yapılan bu tecavüzün cevabını en kısa sürede vermektedir. Sayın KOCAOĞLU biz Biyolog’ların bu konulardaki görüşlerini almış olsaydı ,sanırım bu düşüncesinden (Körfezin ortasına yapay ada) vazgeçerdi....” (Biyolog Prof.Dr.Barbaros ÇETİN / Dokuz Eylül Üniversitesi, Biyoloji Bölüm Başkanı)
“Siz yeni mi duydunuz ? Göle maya çalan Nasreddin Hoca figürlü heykel, 2012 yılının başından beri gündemde olan bir konu…./…Heykeltıraşlığını Ragıp Çiçen’in üstlendiği heykel yapısı ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek de hedeflenir. Proje maliyeti 13 milyon liradır. Belediye başkanı Sıtkı Kürüm, mecliste büyük tartışmalar yaratmasına rağmen büyük oranda borç ile yapılacak bu projeyi onaylatır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yeni Fuar Merkezi Temel Atma Töreni için geldiği 2 Mart 2013 tarihinde Belediye Nasreddin Hoca Heykeli’nin de temelini atar. Heykelin bulunduğu rekreasyon alanındaki çalışmalar hızla sürer, Eylül 2013 tarihinde tamamlanacağı ilan edilir. Ancak işin heykel kısmı bir türlü bitmez. Ancak, Kürüm yeniden aday gösterilmez. Siyasi kulislere göre, Uzundere Rekreasyon Alanı’nda yapımı devam eden Nasreddin Hoca Heykeli Kürüm’ün yeniden adaylığını yakmıştır…”
“…Kocaoğlu, İzmir Körfezi’ne ada projesi olduğunu açıkladı. Projeye göre, Körfez’deki çamurun kumlu olan kısmını da yıkayıp inşaat sektöründe kullanacak. Körfez sirkülasyonunu engellemeyecek bir yerde, Tuzla’nın ilerisinde büyük bir Doğal Yaşam Adası kurulacak. Yer konusunda bilim adamları çalışma yapıyormuş. Burasının yeşil alanlarıyla, botanik bahçeleriyle Çiğli’nin sosyal yaşamına zenginlik katması planlanıyor. Burada ada fikri aslında Körfez taramasıyla çıkan ve çıkacak olan çamurun ne yapılacağı ile ilgili. Hollanda Rotterdam’da yılda 32 milyon tonluk tarama yapılıyor. Çıkarılan çamurla suni bir ada yapılmış...”
“…Yazınızda en önemli projeyi yani Kocaoğlu’nun tramvay projesini unutmuşsunuz. Üçkuyular –Konak tramvayı sahil bulvarının ırzına geçecek. Binlerce ağaç, park yeri, yeşil alan yok edilecek. Ne işe yarayacak? Sahil bulvarı boyunca taşınan yolcunun %80’i Üçkuyular – Konak arasında gelip gidenler. Metro Üçkuyular’a ulaşsa metroyu kullanır. Neden tramvaya binsin ki? Hele metro daha ötelere (Balçova, Narlıdere, Güzelbahçe ) ulaşsa otobüs trafiği büyük ölçüde hafiflemiş olur. Zararının daha fazla olduğu idrak edilerek, tramvayın İzmir’den sökülüp atılışından bu yana yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Neden bu modası geçmiş taşıt İzmir’e geri gelsin ki ? Reklam ve gösteriş dışında ne yararı var ?”
Ayıp değil ya bilmiyordum!
Önünden gelip geçerken, “ne olacak acep?” diye bakınırdım.
Zaman içinde, çocukların,
“kavanozdan bal yiyen ayı”ya benzettikleri söylenen,
kollu bacaklı bir şey yükseldi...
Bornovayı Üçkuyular’a bağlayan çevre yolunun,
(İzmir âşıkları tarafından AVM ile engellenmeden önce,
Türk dilinin “eş ve çok anlamlı” sözcükleri arasında, eskiden çok önemli bir yere sahipti “pişkin”.
Nereye çekerseniz oraya giderdi çünkü.
Zaten sözlüklerde de...
“1. İyi pişmiş, pişmesi tam ve kusursuz.
2. Olmuş, ham olmayan.
3. (mecaz) Tecrübe görmüş, ham ve acemi olmayan.
4. (mecaz) Yüzsüz, arsız….” karşılıkları verilirdi.
BUDA’nın “Dhammapada”sından yapılmış bir alıntı, yerkürede, gerçeklerin, hâlâ zerrece değişmediğini gören bendenizi çok üzdü diyebilirim: “Yaşam, utanmazlar, ucuz kahramanlar, kavga çıkaranlar, onur kırıcı ve küstah davranan alçak kişiler için kolaydır. Yaşam, her zaman her şeyin safını arayan alçakgönüllü, önyargısız, sessiz, akıllı ve lekesiz kişiler için zordur.”
Bu ülkeyi, ikinci grupta yer alan insanlar için yaşanmaz kılmayı başardık. Ucuz kahramanları baş tacı eden yine bizleriz çünkü. Siyasette, sporda, sanatta, trafikte her yerde... Kuralsız rekabetin yarattığı sanal düşmanlar, hemen ardından “keşke” rüzgarlarını getiriyor. Dönüşü olmayan bu yolun, bizi nasıl sonsuz bir girdaba çektiğini bir türlü anlamıyoruz. Kazanmak, bu kadar mı önemli?
Goizm’in Aikido ile ortak çağrısı
YUKARIDAKİ cümlenin “çarpıcı gerçekliği” karşısında, kendime gelmeye çalışırken, (haftalık GO buluşması için) dostlardan bir davet aldım...
İzmir GO oyuncuları (www.goizm.org) diyordu ki;
“Oturarak yapılan tek savaş sanatı olan GO’nun, Aikido ile pek çok benzer yönü vardır; GO samuraylar için önemli bir zihin egzersiziydi. Gelin Aikido’nun kurucusunun sözlerine kulak verelim ve aynı düşüncelerin GO için de geçerli olup olmadığını düşünelim...”
İşte O’SENSEI’nin sözleri:
SEÇİMLER (şimdilik) bitti...
E maçların da eli kulağında.
Berberlerde, taksilerde, gün gezmelerinde, yemeklerde, kahvelerde, köşe yazılarında aldı mı milleti bir telâş; “Ne konuşacağız? Ne yazacağız? Nasıl vakit geçireceğiz?” diye.
Yaşamayı, sadece “hayatla itişmek” zanneden toplumlarda, tansiyonun zayıfladığı (?!) geçiş dönemlerinde işte böyle olur.
“Sudan çıkmış balık” misali veya “elinden oyuncağı alınmış çocuklar” gibi ne yapacağını şaşırır insanlar.
“Tarabya’da dedesinden devraldığı muhtarlık görevini, 50 yıldır sürdüren 81 yaşındaki Rafet Üstün’ün hikâyesi”ni, sinema perdesine taşımayı düşünmez kimse. Çünkü, para kazandıran Recep İvedik gerçeğidir.
Veya 1 oyla kazanıldığı söylenen yerel seçimin, 4 oy farkla el değiştirdiği Yalova’yı hep dillerde tutan, yarım asırlık “Kim takar Yalova kaymakamını?” deyişinin perde arkasını, hele hele o ayakkabıcıyı kimse merak etmez. Çünkü, deyimin bir aşağılama olarak kullanılması daha çok rağbet görmektedir.