Darbe girişiminin merkezi olan Ankara Akıncı Üssü davasında, örgütün sivil imamları; Hava Kuvvetleri Komutanlığı sorumlusu Kemal Batmaz, Jandarma Komutanlığı sorumlusu Nurettin Oruç, Deniz Kuvvetleri sorumlusu Hakan Çiçek ve Harun Biniş, Anayasa’yı ihlal suçundan 1, cumhurbaşkanına suikast suçundan 1, kasten öldürme suçundan iddianamede belirtilen maktul adedince 77 kez olmak üzere toplam 79 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırıldı.
31 Mart 2017 tarihli iddianameyle açılan, 4’ü sivil, 365’i tutuklu, 104’ü tutuksuz, 6’sı kaçak toplam 475 askeri rütbeli subay-astsubay sanığın yargılandığı üç yıl süren davada Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi; 4’ü sivil, 15’i subay, 19 örgüt yöneticisi sanığın da bulunduğu 356 sanığın 291’ine ağırlaştırılmış müebbet hapis, 46 sanığa müebbet, 6 sanığa 16 yıl 8 ay, 7 sanığa 16 yıl hapis, 5 sanığa 13 yıl 4 ay hapis, 1 sanığa 12 yıl 6 ay hapis cezası verdi.
YEDİ DAVA SÜRÜYOR
TSK’da yuvalanmış FETÖ mensupları, o gece 56 kentte harekete geçti. 56 şehirde toplam 289 darbe davası açıldı. Aradan geçen üç yılda 289 davanın 282’si tamamlandı. Yedisinde ise FETÖ’cülerin yargılaması devam ediyor. 289 fiili darbe davasından 56’sı Ankara’da, 56’sı İstanbul’da, kalan 177 dava ise diğer illerde açıldı.
Türkiye genelinde 282 fiili darbe davasında verilen kararlarda; 17 sanık hakkında 141 kez, 1 sanık hakkında 140 kez, 1 sanık hakkında 137 kez, 31 sanık hakkında 4’er kez, 4 sanık hakkında 3’er kez, 2 sanık hakkında 28 kez olmak üzere 1.608 sanığa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.
131 GENERALE CEZA
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilenlerden 83’ü general, 1103’ü subay, 264’ü astsubay, 52’si uzman çavuş, 4’ü polis memuru, 12’si er, 61’i askeri öğrenci, 29’u ise sivil kişi.
Daha önceki hayatları ile ilgili bilgileri yoktu ama birbirlerini tanıyorlar gibiydiler. İkisi de o zaman “Cemaat” olarak bilinen Fetullahçı Terör Örgütü’nün “Altın Nesil” denilen elemanlarıydı.
Semih Koşucuoğlu onu, okuldaki diğer örgüt üyeleri Şaban Umut, Aydın Gündüz, Hakan Evrim, Semih Uğur Buldu ile tanıştırdı. Örgüt evinde toplantılarla geçen yılların ardından 1986’da sıra örgütün mahrem imamlarından hipnodendist Mehmet Ayvacı eşliğinde Altunizade’de FEM dershanesinin beşince katındaki yerinde örgüt elebaşı Fetullah Gülen ile görüşmeye gelmişti.
Gülen hepsiyle tek tek tanıştı, kısa bir süre sonra her biri Hava Kuvvetleri mensubu olacak örgüt üyesi öğrencilere hedefini açıkladı: “Bizim işimiz çok uzun soluklu bir iş, acele etmeyin ve kendinizi belli etmeyin. Askeriyede, maarifte, emniyet içerisinde ve bunların etkin yerlerinde yerimizi alacağız. En az 20-30 sene içerisinde harekete geçtiğimizde kimsenin yapacak bir şeyi kalmayacak zaten” dedi.
DARBECİ KADRO
Tam da Gülen’in dediği gibi 30 yıl geçmiş, 15 Temmuz 2016 günü TSK içindeki FETÖ’cüler darbeye kalkışmıştı. 30 yıl önce FETÖ elebaşından duyduklarını, örgütte yaşadıklarını, kopuş sürecini 15 Temmuz darbe girişiminden 9 ay önce 7 Kasım 2015 günü İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’ne verdiği ifadede ayrıntılı anlatan Gürol Doğan, 2006’da yarbay rütbesiyle emekli olmuştu.
Ama onunla aynı toplantıya katılan diğer FETÖ elemanları, 30 yıl önce kendilerine verilen görevi ifa etmek için darbe girişiminde rol alacaklardı.
O toplantıya katılanlardan
Demirtaş o bölümde Bekes isimli bir çocuğun, terör örgütü PKK/KCK’nın 2016’daki çukur ve hendek eylemleri sırasında ölü ele geçirilen “PKK/KCK Cizre Demokratik Halk Meclisi Başkanı” amcası Mehmet Tunç ile babası Orhan Tunç’tan söz ediyor.Kitabında Orhan Tunç’un adını “Ahmet Tunç” olarak yazan Demirtaş, Orhan Tunç’un Bekes isimli oğlunun 28 yaşına gelip doktor oluşunu anlatıyor.
PKK ile ortak hayallerini “kurgu” süsü vererek gizlemeyi amaçlamış olmalı ki Orhan Tunç’un adını “Ahmet Tunç” olarak yazmış. Buna karşın Demirtaş; PKK üyelerinin 2017’de örgüt yönetimine geçtikleri raporlarda “Bodrumlarda direne direne şehadete ulaşacaklarını ama teslim olmayıp diz çökmeyeceklerini haykıran Mehmet Tunç yoldaşların bizden isteği, talimatı onlardan alınan direniş bayrağının zaferle buluşturulmasıdır” şeklinde övülen “Mehmet Tunç” adını açık olarak kayda geçirmiş.
İSİMLER GERÇEK, HAYALLER ÇÖP
Demirtaş’ın kitabında anlattığı hikâye, Bekes’in 28 yaşına geleceği 2044’te Cizre’de geçiyor. Demirtaş’a göre o tarihte özerklik çoktan ilan edilmiş, düzen buna göre kurulmuş, PKK’nın projesi olan “kent konseyi” ve “mahalle meclisleri” hayata geçirilmiş, burada alınan kararla anadilde eğitim yapılmaktadır.
Demirtaş’ın kafasına göre, 28 yaşındaki doktor Bekes, yine kent konseyinin aldığı kararla, Harvard Üniversitesi’nde, “yerinden yönetim deneyimini” anlatmak için Amerika’ya gidecektir.
Demirtaş, o bölümde Bekes için şöyle bir cümle kuruyor; “Hiç görmediği babası ve amcasına layık olma bilinciyle büyümüştü...”
Bekes
Arınç travma görmek istiyorsa, 1978’de kurulan ve ilk önce bölgedeki köyleri basarak hamile kadınları, çocukları hatta bebekleri kurşunlayarak, diri diri yakarak öldüren PKK’nın terör tarihine bir baksın. O kadar geçmişe gitmek istemiyorsa, daha yakın zamana bizzat Demirtaş’ın içinde olduğu, Kobani ayaklanması ya da PKK’nın çukur eylemleri hatta sözde özerklik ilan ederlerken ki hallerine, PKK’lıların katlettiği Yasin Börü’ye, Eren Bülbül’e, 11 aylık Bedirhan bebeğe baksın.
Ama Arınç o vicdan noktasından oldukça uzak, havayı koklayan bir siyasetçi. En iyisi ben ona Selahattin Demirtaş’ın neyin arkasında olduğunu ve nasıl bir gelecek hayal ettiğini anlaması için ‘Seher’ isimli diğer kitabını önereceğim.
SONU MUHTEŞEM OLACAKMIŞ!
Hikâyesi farklı anlatılsa da Demirtaş’ın kitabına ‘Seher’ adını, 13 Mart 2016 günü Ankara Kızılay’da toplam 38 kişinin hayatını kaybettiği, 19’u ağır 125 kişinin yaralandığı saldırıda PKK’nın canlı bomba olarak kullandığı terörist Seher Çağla Demir’e atıfla verdiği basına yansıdı.
Kitabın adının nereden geldiği de önemli değil, içinde ne yazdığı önemli. O yüzden Bülent Arınç’a, özellikle ‘Seher’ kitabının sonunda yer alan ‘Sonu Muhteşem Olacak’ bölümünü dikkatli okumasını öneriyorum. Demirtaş’ın orada hâlâ PKK’nın “özerklik” hayalinin sözcülüğünü sürdürdüğünü görecektir.
Demirtaş o bölümde, babası PKK’nın çukur eylemleri sırasında öldürüldükten hemen sonra dünyaya gelen Bekes isimli bir çocuğun 28 yaşına gelmiş ve doktor olmuş oğlunu anlatıyor.
İlk okuyuşta isimler ve olaylar kurgu gibi gelebilir ama küçük isim değişiklikleri ya da üstü örtülü geçen olaylarla anlatılanlar gerçek hayatla son derece uyumlu.
‘Atilla’, Alaattin Çakıcı’ya MİT’çiler tarafından kullanılırken verilen kod adıydı. ‘Atilla Çelik’ olan kod ad ve soyadının baş harfleri, gerçek adının baş harfleriyle aynıydı.
Kurumları, işadamlarını hatta bazen gazeteleri bu adla arardı. Bu dönemde, ‘Atilla Yılmazer’, ‘Atilla Vural’ ve ‘Nuri Akyıldız’ isimlerini de kullandı.
1990’lı yıllar “derin devlet, Susurluk, cinayet, mafya, ihale, yolsuzluk” gibi kelimelerle hatırlanır. Mafyanın karışmadığı devlet ihalesi, tehdit etmedikleri kişi kalmamıştı.
Eski dönemlerin “kabadayıları” gitmiş, yerine “çeteler” gelmişti. Çeteler ise “mafya” denilen “organize suç örgütleri” halini aldı. Çakıcı da en bilineni hatta marka ismiydi. O yıllarda neredeyse “Ülkücü mafya” ifadesinin en bilinen simasıydı.
Alaattin Çakıcı, 1953 yılında Trabzon’un Arsin kasabasının Fındıklı köyünde doğdu. Babası Ali Çakıcı, kan davası nedeniyle ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti ve Karadenizlilerin yoğunlukta olduğu Gültepe Mahallesi’ne yerleşti.
Babası kahvecilik yaparken, Alaattin Çakıcı gençlik dönemlerinde Kağıthane Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptı. 1970’lerin sonunda babası ve amcasının oğlu solcu örgütler tarafından öldürüldü. Babasının cenazesini morgdan alan, tanıdık bir siyasetçi, Hüsamettin Cindoruk’tu.
Kız kardeşi
Bunu daha çok sosyal medyadaki yalan içerik üreten ve üretilen bu yalanı sırf işine yaradığı için tüketen, hatta bu yalanı yayarak başkalarının da kullanmasını sağlayanlar için söylüyorum. Bir de siyasetçilerin topluma karşı söylediği yalanlar var.
Hiç düşündünüz mü, bir siyasi parti lideri neden yalan söyler?
Üç kelime ile “halkı kandırmak için” diyebilirsiniz.
Ancak bu hakikati perdeleyen çok genel bir ifade olur. Çünkü bir siyasi parti lideri, toplumun geneline hitap etmez. İster seçmeni deyin, ister destekçileri veya yandaşları; bir siyasi parti lideri sadece ona oy verenleri ikna etmek için, daha kaba bir ifadeyle “kandırmak” için yalan söyler.
SİYASETÇİ NEDEN YALAN SÖYLER?
Bir siyasetçi, karşı tarafın seçmeni açısından, ne söylerse söylesin asla inandırıcı bulunmaz. Hatta gerçeği söylediğini bilse dahi ona inanmaz, kabullenmez hatta reddeder.
Sorumu şöyle sorayım: Peki bir siyasi lider, karşı tarafın inanmayacağını bildiği halde neden yalan söyler?
Cevap: Elbette kendi yandaşlarını kandırmak için.
3 Mart 2011 günü ‘Ergenekon Terör Örgütü üyesi olmak’ suçlamasıyla gözaltına alındım. Dört günlük gözaltı süresi 7 Mart günü dolacak, savcılığa sevk edilecektik. Ancak kamuoyu tepkisinin büyüklüğü, kumpasın mimarı FETÖ’cüleri panikletti. Kumpasın başında Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarının baş mimarı, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı istihbaratçı Ali Fuat Yılmazer vardı. Çünkü ben Yılmazer ve FETÖ’cü istihbaratçıların Dink cinayetindeki rollerini ortaya çıkarmıştım. Daha önce defalarca “tutuklanacağıma” dair haber gönderen Yılmazer, beni gözaltına alarak amacına doğru ilerliyordu.
FETÖ’CÜ DUMANLI SIZDIRDI
Kamuoyu tepkisi yanına bir de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yapacağı açıklama eklenmek üzereydi. Gül, 5 Mart 2011 günü FETÖ’cü Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’yı sabah saatlerinde İstanbul’da Huber Köşkü’ne çağırdı. Gözaltına alınmamıza tepkisini gösteren şu açıklama metnini verdi: “Kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor. Bu hal, Türkiye’nin geldiği ve herkes tarafından takdir edilen görüntüsünü gölgelemektedir. Bundan kaygı duyuyorum. Savcılardan ve mahkemelerden sorumluluklarını yerine getirirken daha titiz davranmalarını; insanların ve kurumların onur ve hukuklarının zedelenmesine yol açmayacak şekilde davranmalarını beklemekteyim.”
Aynı açıklama o tarihte çalıştığım Milliyet gazetesinin Ankara temsilcisi Fikret Bila’ya ulaştırıldı. 5 Mart günü verilen açıklama, 6 Mart günü, yani daha savcılığa sevk edilmeden yayınlanacaktı.
Gözaltına alınmamıza kamuoyunun gösterdiği tepkiye Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklaması eklenince 7 Mart günü savcılığa sevk edildiğimizde tahliye edilmemiz kesin gibiydi.
Bu da FETÖ’cü istihbaratçı Yılmazer, savcı Zekeriya Öz ve FETÖ’cü hâkimlerin kurduğu kumpasın çökmesi demekti. O nedenle dört günlük gözaltı süresi dolmadan cumartesi olmasına rağmen bir anda nezarethaneden çıkarıldık ve savcılığa sevk edildik. Belli ki Abdullah Gül’ün açıklaması gazetelerde yayınlanmadan tutuklamak istiyorlardı.
YILMAZER: ‘TUTUKLA’ DEDİĞİMİ SAVCI BIRAKMAZ
Emniyet
Ortaya çıktı ki Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Halkların Demokratik Partisi, yalnız kamuoyundan değil kendi parti üyelerinden bile gizli bir şekilde, 13 Ocak 2018 ile 7 Mayıs 2018 tarihleri arasındaki dönemde, bir Anayasa değişikliği çerçeve metni oluşturmuşlar. Kılıçdaroğlu’nun “elimizde” dediği mutabakat metnini hazırlamışlar.
ÜMİT ÖZDAĞ AÇIKLADI
İYİ Parti milletvekili Ümit Özdağ, önceki gün o mutabakat metninin içeriğini açıkladı.
Böyle bir çalışmadan bir yıl sonra, 29 Haziran 2019 günü haberdar olan Ümit Özdağ, önce kendi partisinden milletvekillerini aramış ama onlar da bilgilerinin olmadığını söylemiş.
Özdağ Anayasa taslak çalışmasının başında olan CHP’li İbrahim Kaboğlu ile görüşmesini önceki günkü basın toplantısında şöyle aktardı: “Bu konuşmayı takiben önce İbrahim Kaboğlu ile telefonda konuştum, sonra TBMM’deki odasında buluştum. Kaboğlu’na sordum: ‘İYİ Parti CHP, Saadet Partisi ve HDP ile birlikte bir anayasa taslağı çalışmalarına katıldı mı?’ ‘Evet, katıldı’ cevabını verdi. Kulaklarıma inanamadım...”
‘Anayasal Demokrasi Çalışması Yol Haritası’ başlıklı metinde, ilk toplantının 13 Ocak 2018’de yapıldığı, bundan sonra çalışmaların “mahremiyet ilkesine bağlı kalınarak yürütüleceği” kaydedilmiş.
Yol haritasında ‘Ortak İlkeler’ başlığı altında “Dört siyasi partinin liderinin katılımıyla gerçekleştirilecek bilimsel bir anayasa toplantısı vesilesiyle kamuoyu ile örtülü veya açık olarak paylaşılacaktır” kararı da yer almış.