Naci Cem Öncel

‘Duydun mu haberi’

25 Eylül 2020
“ÇOK güvenilir bir yerden geldi...”, “Arkadaşım yakın arkadaşından duymuş...”, “Şirketindeki biri anlatmış...”, “Kuzenim öğrenmiş...” 

Sosyal medya, her gün böyle “güvenilir kaynaklara” dayanan sayısız mesajla dolup taşıyor. Pek çoğu “asparagas” çıkmasına rağmen ne uydurma haberler azalıyor, ne de sansasyonel mesajlara duyulan ilgi. Tabii bir de yakıştırma “güzel sözler” var. Gandi, Einstein gibi isimlerin yanında Ömer Hayyam, Mevlânâ, Neyzen Tevfik de söylemedikleri sözlerin sahibi gibi gösteriliyor. Hal böyle olunca, tüm bu haberlerin doğruluğunu araştıran özel siteler bile kuruldu: Haberleri araştırarak “doğru, kısmen doğru, yanlış” gibi temel kategoriler altında değerlendiriyorlar. İşin ilginci tüm bu süreç, yani -uydurma haber, doğruluk kontrolü- hiç de yeni bir olgu değil. Örnekleri 7. yüzyıla bile uzanıyor!

SÖZ DİNLEYENLER

Malum... Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına “hadis” denir. Hadis kelimesi, esasen “haber” anlamına gelir. Hadisler, Kuran’dan sonra Müslümanların en önemli başvuru kaynağıdır. Sahabe Resulullah’ın her sözünü dikkatle dinlese de bunların pek azı o hayattayken yazıya geçirilmişti. Çünkü son Peygamber, -büyük olasılıkla- Kuran ayetleriyle karışmasını önlemek maksadıyla sözlerinin yazıya dökülmesini tavsiye etmiyordu. Öte yandan anlattıklarının doğru biçimde aktarılmasını teşvik etmiş ve bazı durumlarda güvendiği kişilerce yazılmasına karşı çıkmamıştır. Hz. Peygamber’in vefatı ardından onun ezberlenmiş sözleri, öğrenilen davranışları, parça parça yazıya geçirilmeye başlandı. Peygamber’i bizzat tanıyıp dinleyenler dünyadan birer birer göçtükçe, hadislerin yazılması daha da önem kazandı. Çünkü İspanya’dan Orta Asya’ya uzanan dev bir imparatorlukta herkes için geçerli “standart” dini bilgilere ve kurallara ihtiyaç vardı. Kuşaktan kuşağa ezberden aktarılan bilgiler, artık tek başına yeterli değildi.

FABRİKASYON HADİSLER

Elbette Müslüman coğrafyasında sadece hadisler değil, “uydurma hadisler” de hızla yayılıyordu! Bunların önemli bölümü, erken dönemlerdeki iç savaş ve çekişme dönemlerinde türetilmiştir. Uydurma hadisler gerek iktidar, gerekse isyan kanadından yayılıyor, taraflar birbirini “Peygamber’in çok önceden -isim vererek!- uyardığı” fitne kaynağı olmakla suçluyordu. “Madem Hz. Peygamber’in böyle bir uyarısı vardı, neden kendisi veya ilk halifeler bununla ilgili somut önlem almadı?” sorusu, “hadis fabrikatörlerinin” meselesi değildi. Önemli olan, Hz. Peygamber’in manevi kişiliği üzerinden bir propaganda savaşı yürütmekti.

BANA KAYNAĞINI 

Yazının Devamını Oku

İnce çizgiler

18 Eylül 2020
Zorluklara rağmen çalışmakla “İlla ki olsun” diye zorlamak arasında...

 

Sabretmekle “salmak” arasında...

*

İlkeli olmakla sabit fikirli olmak arasında...



Yazının Devamını Oku

Çalış çalış nereye kadar?

11 Eylül 2020
UZUN çalışma saatleri nedeniyle özel hayatına/ailesine yeterince zaman ayıramayanlardan mısınız? Hiçbir işe tam yetişemiyor musunuz? Cevabınız “Evet”se, bilin ki yalnız değilsiniz!

ZORLU GELİŞİM

Hiç şüphesiz iş/özel yaşam dengesizliği, en fazla kadınları, özellikle de çocuklu kadınları etkiliyor. 1950’lerden bu yana kadınların iş hayatına etkin katılımı onlara bireysel olarak çok şey katarken, ekonominin büyümesinde de kritik rol üstlendi. Öte yandan aynı gelişim süreci kadınların üzerindeki çalışma baskısını da arttırdı. Çünkü işteki mesainin yanında bir de evdeki mesai var. Malum, “Çocuk da yaparım, kariyer de” meselesi. Üstelik kadınlar, toplumsal beklenti gereği görünümlerine erkeklerden daha fazla özen göstermek durumunda.

Tüm bunlara bir de salgın/karantina koşullarını ekleyin...

DESTEK ZAMANI

Bilgisayardan görüntülü toplantı yaparken ağlayan ufaklıkla ilgilenmek, okulla internet bağlantısı kopan çocuğa destek olmak, “normalde” öğlen ofiste yerken evde her öğün yemek hazırlamak, iş başındaki “rasyonel” tavırla evdeki “anaç/eş” tavrının karışması... Hal böyleyken kadınlar başta olmak üzere hepimizin hem fiziki, hem de manevi desteğe ihtiyacımız artıyor.

ÖRNEK BİR EV ERKEĞİ

Yazının Devamını Oku

Bilime duacıyız

4 Eylül 2020
“İnşallah bulurlar” dedi bankta oturan genç, yanındaki arkadaşına: “Bir an önce bulsalar da biz de normale dönsek.”

Parkta yürürken kulak misafiri olduğum bu sohbette gençlerin “İnşallah bulunur” diye dua ettiği şey, COVID-19 aşısı tabii ki. Bizler ilkokuldayken bazı hastalıkların aşılarını bulan Edward Jenner, Louis Pasteur gibi isimleri birer kahraman gibi tanımıştık. Onların buluşları sayesinde çiçek, kolera gibi salgın hastalıklar, günümüzde kitlesel tehdit değiller. Aynı şekilde Jonas Salk ve ekibi, 1955’te geliştirdikleri aşıyla, virüse bağlı çocuk felcinin önlenmesini sağlamıştı. Üstelik Salk, yüz milyonlarca dolarlık patent geliri elde etmek yerine aşının formülünü ücretsiz olarak tüm ülkelerin kullanımına sunmuştu.

BİLİMSEL ETİK ŞART

Bilim insanı olup insanlığa yararlı buluşlarla, gelişime ön ayak olmak çok özel bir mertebe. Bununla birlikte bilim, etik değerlere dayanmadığında insanların elinde korkunç bir silaha dönüşebiliyor. Örneğin Nazi dönemi Almanya’sında yüksek donanımlı pek çok doktorun tıbbi uygulamaları, bugün bizler için dehşet uyandıran insanlık suçları konumunda. Ayrıca yakın dönemlerde yerli kabileler veya mahkûmlar üzerinde yapılan izinsiz deneyler tartışma nedeni. Keza hayvanlar üzerinde yapılan deneyler de... Bir diğer tartışmaysa ilaçların fiyatlanması ve dağıtım esasları. Bu örnekler ağırlıklı olarak son yüzyıla dayansa da tıp ahlakı veya bilimsel etik, sadece modern döneme ait bir mesele değil.



YA BİLİM YA BİRİKİM

Yazının Devamını Oku

En değerli maden: İnsan

28 Ağustos 2020
Karadeniz’de tespit edilen doğalgaz rezervleri, geçtiğimiz hafta Türkiye’nin en çok konuştuğu konuydu.

Yeraltı kaynakları elbette eski zamanlarda da kritik değere sahipti. Ancak geçmişte madenlerin farklı bir rolü daha vardı: İnsanın kişisel gelişimine dair benzetme olarak kullanılmak.

*

Nasıl ki yeraltı zenginlikleri gizliyse insan da kendindeki cevheri ilk bakışta göremez. Madenlerin keşfi gibi gönlündeki zenginliği keşfetmesi gerekir. Ruhundaki o cevher ortaya çıkarılmalıdır. Sonra sıra ham haldeki madenin arıtılmasına gelir. Ve nihayetinde işlenerek kıymetli bir mücevhere dönüşür. Etrafına ışık (nur) saçar, değer katar. Tüm bunlar, insanın olgunlaşma (kemale erme) sürecinin aşamalarıdır.



*

Yazının Devamını Oku

Şükrün ve hüznün ayı: Muharrem

21 Ağustos 2020
Hicri takvime göre muharrem ayının ilk günü, yeni yılın da ilk günüdür.

Dün (1 Muharrem 1442) olduğu gibi... İslam öncesinde Araplarda kutsallık atfedilen muharrem ayında savaşmak yasaktı. Nitekim bu ayın ismi “haram” kelimesinden gelir. Arapların muharremin 10. gününde (aşura/aşure) oruç tuttuğu olurdu. Hz. Peygamber de ramazan orucu farz oluncaya dek bu günde oruç tutmuş, sonrasında da dileyenlerin muharrem ayında oruç tutabileceğini belirtmiştir. İslam âlimlerince “sünnet” olarak kabul edilen aşure orucunun çok eskilere dayandığı düşünülür. Bu ayda Hz. Nuh ve gemisindekilerin tufandan kurtulup karaya çıktığı, bu nedenle oruç tutulduğuna inanılır. Keza Hz. Musa’nın kavmiyle birlikte firavunun zulmünden kurtulması, bir diğer oruç vesilesidir. Yani muharrem orucu, çekilen büyük sıkıntılardan sonra feraha erişmenin şükrü, teşekkürüdür.

*



10 Muharrem 61’de (10 Ekim 680) yaşanan Kerbela faciası ile muharrem ayı farklı bir anlam kazanmıştır. Katliamın nedeni, siyasi olaylardır. Emevî halifesi Muaviye b. Ebi Sûfyan’ın hilafeti oğluna devredip saltanat düzeni kurması, pek çok kişinin tepki duyduğu bir karardı. Hz. Peygamber’in torunu Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın oğlu Hz. Hüseyin de bu emrivakiye karşı çıkarak yeni halife Yezid’e biat etmeyi reddetti. Yezid’in hükümranlığından uzaklaşıp, destek vaadiyle davet edildiği Kûfe (Irak) şehrine gitmek üzere ailesiyle yola çıktı. Ancak Kerbela yakınlarında binlerce asker tarafından kuşatılıp susuz bırakıldılar. Ardından kundaktaki bebekler dahil olmak üzere kafiledeki 70 kadar insan acımasızca şehit edildi. Bu elem olay, Emevî idaresine karşı çıkan topluluklarda olduğu kadar, Hz. Peygamber’in hatırasına gönülden bağlı olanlarda da “kapanmayan bir yara” halini aldı.

*

Yazının Devamını Oku

‘Cennet gibi’ bir tatil

14 Ağustos 2020
Pek çoğumuz yaz bitmeden kendi ölçeğinde bir tatil peşinde.

Malum, “cennet gibi bir tatil” hemen herkesin hayalidir. Nitekim turizmciler tesisleri “adeta cennetten bir köşe” diyerek tanıtır. Tatil beldeleri, cennet imgesinin dünyadaki yansıması gibidir. Cennet, nasıl güzel ve makbul davranışlarla kazanılan “ecir” ile elde edilecekse, yeryüzü cennetlerine yapılan tatiller de çalışarak kazanılan “ücret” ile elde edilir. (Ecir ve ücret aynı kelime kökeninden gelir. İlki daha ziyade manevi, ikincisi ise maddi kazanımlarla ilgili kullanılmıştır.)



*

Elbette bugün anladığımız şekliyle “tatil” yeni sayılabilecek bir kavram. Her ne kadar cumartesi günü Yahudilik, pazar ise Hıristiyanlık’ta tatil günü olsa da bunlar özünde ibadet ve şükran günleriydi. Müslümanlık’ta ise belirli bir tatil günü veya günlük çalışma yasağı yoktur. Öte yandan dinlenmek bir ihtiyaç ve hak olarak nitelenir. Örneğin geceler, Kuran’da dinlenme zamanı olarak tanımlanmıştır. Yani günümüzdeki fonksiyonuyla hafta tatilleri ve yıllık izinler, dini inançlara değil endüstri devrimine dayanır. 

*

Yazının Devamını Oku

Önlemler neden önemsenmez?

7 Ağustos 2020
“Evde otura otura bunaldık, bir kendimize gelelim”, “Bütün yıl çalıştık. Şunun şurasında iki hafta tatil yapacağız. Biraz rahat olalım”, “Oh be, dünya varmış. Kendimi normal bir insan gibi hissettim”... 

Görünen o ki hemen herkes, salgın nedeniyle tedbirli yaşamaktan sıkıldı. Bunun en açık kanıtını geçen hafta gördük. Bayram tatilinde hemen herkes kendini dışarı attı. Caddeler, sahiller, meydanlar, hemen her sınıftan, her kültürden insanla dolup taştı. Herkesin rahatlayıp “normal” hissetmesi, alıştığı gibi davranması ve tabii turizmin canlanması ne güzel bir gelişme. Ama...

*

“Gitmezsek çok ayıp olur”, “Halaysız düğün mü olur?”,  “Aylardır kapandık. Gelin bir görüşelim işte, ne olacak”... Taziyeler, kutlamalar, düğün-dernek, halaylar, ve tabii bayram ziyaretleri... Zor zamanlarda birbirine destek olmak, en mutlu anları yakınlarımızla paylaşmak ne kadar güzel. Ama...

*

“Ama”sı belli. Bilmeyen, duymayan kalmadı: “Maske, mesafe, hijyen”. Ama uzmanların tüm ısrarlı uyarılarına rağmen “normal” davranmak, alıştığımız gibi hareket etmek istiyoruz. En çok duyulan savunmalardan birisi de “Canım o kadar da ince eleyip sık dokuma”. Peki ama söz konusu hastalığın bizi, yakınlarımızı etkileyeceğini bile bile neden böyle davranıyoruz? Nedenlerden birkaçına değinelim. 


Yazının Devamını Oku