Yeni ortaya çıkan bir durum bu saydıklarımızdan çok daha ciddi tehlikelere işaret ediyor.
Wikileaks önceki gün binlerce yeni belgeyi ortaya dökerek Amerikan istihbaratı CIA’nın günlük hayatımızda kullandığımız televizyondan cep telefonuna dek elektronik aygıtları, onu kullanan kişiyi izlemeye yönelik vericilere çeviren teknolojiyi geliştirdiğini öne sürdü.
Bilim kurgu kâbusları gerçek oluyor, “Büyük Abilerin” gözü kulağı her daim üzerimizde; ya da buna inanıp o endişeyle yaşamamız isteniyor.
Ama size aktaracağım yeni gelişmeler bunun da ötesinde, bireylerin ne yaptığının izlenmesini değil, toplumların, ülkelerinin ne yapacağının, hem de seçimlerin oy sandıkları yoluyla manipüle edilmesi, yönlendirilmesini ilgilendiriyor.
Biri, dün sürpriz bir şekilde Antalya’da başlayan Türkiye, ABD, Rusya genelkurmay başkanları toplantısı; Suriye, Irak, IŞİD’le mücadele masada. ABD Başkanı Donald Trump’ın yeni stratejisini de bu toplantıyla ters düşmeyecek şekilde açıklayacağı anlaşılıyor.
Diğeri, Türkiye-Almanya gerilimi... Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu hem Alman mevkidaşıyla konuşacak, hem de referandum için konuşacak ve bu konuşmayı evetçi-hayırcı bütün milletin mülkü olan başkonsolosluk binasında mı yapacak?
Birbirinden çok ayrı görünen bu gündemi birleştiren bir konu var, o da göç ve mülteciler sorunu.
Mülteci akını öteden beri sorundu ama, Suriye iç savaşıyla adeta patladı. Dünyanın en zengin ekonomik bölgesi olan ve bazı en gelişmiş demokrasi örneklerini barındıran 28 ülkeli AB, toplam 2 milyon 300 bin kadar mülteciyi ne yapacağını düşünüyor kara kara. Türkiye ise malum, çoğu Suriye’den 3 buçuk milyon kadar mülteciyi barındırıyor.
Türkiye ile AB arasında imzalanan göçmenlerin kontrolü anlaşması, en çok göçün bir numaralı hedef ülkesi olan ve Eylül ayında seçimlerin yapılacağı Almanya’yı ilgilendiriyor.
Mülteciler sadece Suriye’den değil; Irak, İran, Afganistan, Fas, Mali, Somali, Pakistan, Bangladeş en çok mülteci kaynağı olan ülkeler.
Bunların tamamı Müslüman nüfuslu, bazıları Şeriat ile yönetilen ülkeler.
Peki, bu ülkelerden kaçan Müslümanlar neden başka Müslüman ülkelere değil de çoğu Hristiyan nüfuslu Batı ülkelerine yerleşmek istiyor? (Türkiye, Ürdün, Lübnan gibi yönetim şekli din devleti olmayan birkaç ülke kısmen bunun dışında.)
Adeta CHP’nin kendi kendine kuracağı tuzaklara göre planlar yapılmış.
Şimdi, onlar olmadıkça, zamanında en çok şikayet ettikleri konu olan “niyet okuyuculuğu” sırası AK Partililere geliyor sanki.
Nereden mi çıkarıyorum bunları?
Mesela dün AK Parti Grup Başkan Vekili Naci Bostancı CNN Türk’te dedi ki “Genel dilleri bu olsaydı”, ki bununla CHP’nin ‘pozitif kampanya’ dediği üslubu kast ediyor, “öne çıkarmazlardı”.
Yine dün Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’den CHP kampanyasına bir eleştiri: “Tanımasak biz bile inayazınınacağız”.
Canikli’nin eleştirisi belki de CHP’nin izlediği yöntemin yankı bulduğunun dolaylı kabulüdür.
CHP’nin 16 Nisan referandumu üzerine “Hayır” kampanyasında AK Partinin beklediği gibi davranmamasının rahatsızlığı artık açığa çıkmış durumda. O kadar ki Abdülkadir Selvi “Bir tek rabia işareti yapmadığı kaldı” diye yazarak rahatsızlığı dile getirdi.
Buna göre Münbiç ve civarındaki YPG militanları elindeki mevzileri Beşar Esad yönetimindeki Suriye rejim güçlerine bırakarak çekileceklerdi.
Rus Genelkurmayının Ana Harekât birimini yöneten Sergey Rudskoy, 3 Mart, yani dünden itibaren Münbiç ve çevresinden artık Suriye hükümetinin sorumlu olduğunu da vurguluyordu.
Bunun bir anlamı da, 2016 Ağustosunda, ABD Merkezi Komutanlığının (CENTCOM) desteğiyle IŞİD elinden YPG ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolüne geçen Münbiç’in, ülkedeki ağır Rus askeri varlığının teminatı altındaki Suriye rejim güçlerine teslim edilmesidir.
Bu açıklama, Dışileri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2 Mart’ta YPG geri çekilmezse Türk askerinin El-Bab’tan sonra Münbiç’e yürüyerek YPG’yi vuracağı çıkışından bir gün sonra geldi.
Çavuşoğlu bu çıkışıyla aslında ABD’den PKK’nın Suriye kolu PYD’nin silahlı gücü olan YPG üzerindeki etkisini kullanıp, Türkiye’ye daha önce söz verdiği gibi Münbiç dışına ve Fırat doğusuna çekmesini istiyordu.
Bu çıkış Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump’a yaptığı “PYD’yi bıraktığı halde IŞİD’e karşı birlikte savaşma teklifi ile, o teklife cevap beklemesiyle uyumluydu.
Ama cevap Türkiye’nin beklediği üzere ABD’den değil Rusya’dan geldi.
Rusya’nın bu hamlesi, altı yılını dolduran Suriye iç savaşına dair birkaç önemli noktayı gündemimize getiriyor:
Bazılarınız diyebilir ki, “Kardeşim Almanya orada senin Adalet Bakanını konuşturmuyor, Avusturya Cumhurbaşkanına ‘gelmesin’ diyor, Yunanistan darbe zanlısı subaylarına sığınağına dönmüş, dünyanın dört köşesi içerideki gazetecileri konuşur olmuş, Dışişlerinin Batı ülkelerine resmi ziyaret taleplerine kapı duvar haldeyken, sen kalkmışsın Trump’ın Obama paşalarına inanıp inanmayacağını soruyorsun.
Diyebilirsiniz ki, ne ilgisi var bunun Türkiye’nin dış politikasıyla, güvenliğiyle, yaşadığımız acı gerçeklikle?
O zaman iki dakika sabredin lütfen, uzatmadan anlatayım.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu dün, 2 Mart’ta YPG Münbiç’i boşaltmazsa Türk askerinin El-Bab’tan sonra oraya ilerleyip vuracağını söyledi.
Bu çıkışı Meclis Dışişleri Komisyonuyla bilgilendirme toplantısının ardından yaptı.
Çavuşoğlu soru üzerine, ÖSO tarafından YPG’den alındığı açıklanan El-Bab doğusundaki köylerin de YPG tarafından Rusya’nın talebi üzerine boşaltıldığına dair anlaşma haberlerinin de doğru olmadığını söyledi.
Şimdi konumuz bu olmadığı için bu gelişmelerin acaba YPG’nin bağlı olduğu PYD’nin (ya da PKK’nın) hem ABD, hem de Rusya nezdinde yaptığı diplomasinin sonuç almasına mı, yoksa hem ABD, hem Rusya’nın PYD’yi Türkiye’ye karşı manivela olarak kullanmasına mı bağlı olduğunu tartışmıyoruz.
Ama neticede Çavuşoğlu’nun bu çıkışından bir gün önce Suriye’deki Amerikan birliklerinden bir bölümünün oradaki YPG militanlarını muhtemel bir Türk vuruşundan korumak amacıyla Münbiç’in doğusunda –araya girmek suretiyle- konuşlandığı bir gerçek.
Örneğin, 'gerçek-ötesi' ya da 'gerçeklik-ötesi' de denebilir. Almanlar “gerçek” sözcüğü yerine “olgu” sözcüğünü tercih ediyorlar örneğin.
Şükrü Hanioğlu’nun 26 Şubat’ta Sabah’taki makalesindeki “gerçeklik sonrası” tanımını, daha iyisi üretilene dek kullanmaya karar verdim ben de; Necmiye Alpay’a duyurulur.
Oxford Sözlüğü 2016 yılının sözcüğü olarak seçti…
Bunun nedeni kavramın Donald Trump’ın ABD Başkanı seçildiği seçim kampanyası boyunca, “yalan haber” kavramıyla birlikte dünya çağında kullanılır olması.
Olgulardan kopuk bir sahte gerçekliğin üretimi ve bunun sürekli tekrarlanarak kullanımını anlatıyor.
Aslında bütün “gerçeklik sonrası” siyaseti Trump’a yıkmak da haksızlık, çünkü bu kavram dünya siyasetinde son 10-20 yıldır giderek artan şekilde kullanılıyor. Dijital ansiklopedi Wikipedia –bu sırayla- Rusya, Çin, ABD, Avustralya, İngiltere, Hindistan Japonya ve Türkiye.
Bizdeki “Kırk defa söylersen gerçek olur” sözünü andırıyor, ama o kadar masum değil, çok tehlikeli biçimler alabilir.
Örnek mi? Araştırma kuruluşları IPSOS ve MORI’nin yaptığı, benim Münih Güvenlik Konferansı 2017 raporunda gördüğüm bir çalışma var.
Emri veren Başkomutan sıfatıyla Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan oldu.
İster Türkiye gibi NATO üyesi, isterse Rusya, İran gibi NATO’ya rakip safta ama Suriye sahasında olan pek çok ülke bu hamleyi riskli buldu.
Evet, 2011 baharından bu yana iç savaşta olan Suriye toprağına girmek başlı başına riskti ama asıl risk ordunun kendisinde görülüyordu.
Çünkü daha beş hafta önce ordunun içinden Fethullahçıların örgütlediği bir grup, 15 Temmuz’da bir askeri darbe girişimi, Başbakan Binali Yıldırım’ın deyimiyle bir “kalkışmada” bulunmuşlardı.
Binlerce karacı, denizci ve havacı subay ve astsubay ya suçüstü yakalandıkları, ya da gizli Fethullahçı örgütlenmeyle irtibatları şüphesiyle içeri alınmış, işten atılmıştı; aralarında kilit nitelikteki birliklerin komutanları vardı.
Buna rağmen Fırat Kalkanı –ağır kayıplara rağmen- sürdürülebildi, henüz istenen hedeflere ulaşılamamasına karşın önemli ilerleme sağlandı.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yara almış olsa da savaşma yeteneklerini yitirmediğini bu kadar ağır bir travmanın hemen ardından kanıtlamış oldu.
İstenen hedefler şunlardı:
Cumhurbaşkanı, gerekirse bir referandum da idam için yapabileceklerini söyledi.
Gerçi 15 Temmuz’dan bu yana gündemde ama son alevlendiren yine MHP lideri Devlet Bahçeli oldu, 22 Şubat’ta AK Parti hükümetine yaptığı “Getirim Meclis’e geçirelim” çağrısıyla.
Ertesi gün Başbakan Binali Yıldırım, biraz da bıyık altından gülümseyerek, “Önce referandum” dedi, “Sonra düşünürüz”.
Ardından Erdoğan çıtayı yükseltti, “Gerekirse referandum” diyerek.
Tabii PKK ve IŞİD’in tırmandırdığı ölümcül terör eylemleri bu söylemi besliyor bir yandan ne yazık ki.
İdam cezasına Avrupa öyle ister diye karşı olanlardan değilim; iki nedenden dolayı karşıyım: insanın bir başka insanı öldürme hakkı –meşru müdafaa ayrı- bulunmadığından ve hata anlaşıldığında tazmin edilememesi nedeniyle ceza değil, intikam sayılacağına inandığımdan.
Durumlarını karşılaştırmak için söylemiyorum, ama Adnan Menderesler, Deniz Gezmişlerin yeterince acı dersler verdiğini düşünüyorum bizlere.
Ama idam cezasının Avrupa sisteminde yeri olmaması da bir gerçek… Türkiye’nin kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’nde, Avrupa siyasetinin çerçevesini çizen Venedik Komisyonunda, Avrupa Birliği anayasası gibi sayılan (Türkiye’nin de anayasanın 90’ıncı maddesiyle bağlı olduğu) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) ve Avrupa Birliği’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri arasında yeri yok.