Dayanılmazlığıyla, karşı koyulmaz davetkarlığıyla…
Gözleriniz siz istemeseniz de…
Bir anda kapılıverirsiniz.
Okşar, sever, sizi sarar sıcaklığıyla.
Onu körü körüne izlersiniz.
Kendinizi onun kollarına bırakırsınız, bir anda koyuverirsiniz.
Bedeniniz gitgide gevşer, biraz sonra belli belirsizce içi boşalır sanki.
Görünmez gibi olur, yok gibi.
İlkokulda öğrendiğimiz, toplumlar üzerinde etkili olan önemli sosyal ve siyasi olayların sınır kabul edildiği; M.Ö 3200'de yazının bulunmasıyla başlayan İlkçağ, M.S 375'te Kavimler Göçü'yle başlayan Ortaçağ, Fatih Sultan Mehmet'in 1453 yılında İstanbul'u almasıyla başlayan Yeniçağ ve 1789 Fransız İhtilali'nden günümüze kadar süren Yakınçağ'ı hatırlatmak değil amacım.O çağları öğrenip, geçeli çok oldu.Şimdi hangi çağdayız peki?Çağ atladığımızı, yavaş yavaş da olsa Batı'lılaştığımızı sanıyoruz.Ama Batı'nın yörüngesinde değiliz aslında.Teknoloji çağında da değiliz.Eskidi o da!Başka bir çağ hâkimiyetini sürdürüyor günümüzde.Gürültü çağı!Sözlerin gürültüsü ile başlıyor hayat, her gün.
Söylediğimiz cümlelerin baş döndürücü hızıyla…Sizler de farkında mısınız?Herkes bir şeyler söylüyor, herkes konuşuyor, herkes anlatıyor. Ama kimse dinlemiyor!O yüzden, yükselen sesler arasında, kalabalıklar içinde bir başımıza olduğumuzu iliklerimize kadar hissedişimiz.Bakın bir etrafınıza… Bizi ‘sözde' dinleyenler var ama ‘özde' dinlemeyenler de aynı kişiler.Bu sebepledir ki, içimizdeki ‘gerçek biz'i tanıyamayanlar da…Ruhumuzdaki incelikleri fark edemeyenler…O yüzden bizi gerçekten anlayanlar çok değil.Hep anlatma derdinde olduklarından duyamıyorlar, bazen içimizdeki kırılan çocuğun sesini.Tenimizin duvarına çarpıp dönen, içimizde yankılanan çığlıkları…Duymadıkları yetmediği gibi görmüyorlar da.Mutlu olduğumuzda içimizde uçan kelebeği; üzüldüğümüzde de kelebeğin kırılan kanadını görmemeleri de bundan…Görmedikleri için de; söylenen sözler boşlukta kaybolup gidiyor, biz de kendi dünyamızda…Kaybolduğumuz o dünyadan çıkmamız da kolay olmuyor haliyle.İşte o anlara tanıklığımızın başladığı dakikada, ruhumuzdaki incelik ve kırılganlık, hoyratlığa, hiddete bırakmak istiyor yerini.Ve hatta bazen de şiddete…
Hoş bunu da yapımız nedeniyle gerçekleştiremeyince de…‘Suçlu kim?' diye soruyoruz bu kez.
Karşımızdaki kişilerden; çok değil gerçekten bir parça anlaşılmayı ve inceliği bekleyen bizler mi, yoksa kendimizi anlatmaya çalıştığımız halde bizi anlamayanlar mı?Bu noktada suçlu aramak da anlamsız aslında.Çünkü herkes kendi gürültüsünde.İçindeki o bağıran yalnızlığın, anlaşılmamanın, gerçekten değer verilmemenin ruhuna çarpan yankılarında.Modern hayatın getirdikleri… Devir hız devri. Kimse beklemek istemiyor. Her şeyin en hızlısı, en küçüğü, en incesi, en hafifi moda! İnsana yük ihtimali olan her şey kalkıyor tedavülden. Sanırım en çok duygular yük oluyor. Bu yüzden durup da karşımızdakini yürekten dinleyemiyoruz.Derdi varsa, gönülden ortak olamayışımız bundan işte.Ya da o kişinin mutluluğunu gerçekten paylaşırsak o sevincin çoğalıp bize de yansıyacağını anlayamadığımız için belki de.Modern hayatın gürültüsündeki yalnızlığın çağındayız şimdi.Sesim geliyor mu?Beni, sizi duyan var mı?
Radikal’den Ömer Erbil’in haberini diyorum.
“Başbakan tarafından özelleştirileceğinin duyulmasıyla ilgili kararın ardından Bakanlar Kurulu’nda gündeme alınan 'Devlet Tiyatroları'nın geleceği için iki ayrı taslak çalışma yürütülüyor. Radikal, Başbakanlık ve Kültür Bakanlığı'nın iki koldan yürüttüğü taslaklara ulaştı. Birinci senaryo DT'yi kapatırken, ikincisinde yola sözleşmeli sanatçılarla devam ediliyor.
Tiyatroların özelleştirilmesi ile ilgili hem Başbakanlık hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı ayrı ayrı çalışma yapıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nihat Gül’ün koordinasyonunda Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, Opera ve Bale Genel Müdürü ile Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ortak bir yasa tasarısı hazırladı. Bu taslağa göre Devlet Tiyatroları (DT) kapatılmıyor, sanatçılar sözleşmeli hale getirilip, repertuvar kurulu oyunlara müdahale ediyor. Diğer yandan Başbakanlık’ta ise Eskişehir Milletvekili Nabi Avcı başkanlığında bir başka yasa taslağı hazırlanıyor. İşte bu çalışmanın ayrıntıları Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı taslaktan çok farklı: DT kapatılıyor, sanatçılar emekli oluyor, emekliliği gelmeyenler ise evlerinden maaşlarını almaya devam ediyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin Şehir Tiyatroları’nın yönetmeliğini değiştirmesiyle başlayan tartışma Başbakan’ın “Tiyatroları özelleştireceğiz” sözleriyle tırmanmıştı. Bunun üzerine Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi için hükümet düğmeye bastı. Bakanlar kurulunda tartışılan tiyatroların özelleştirilmesi için kanun taslağı Kültür Bakanlığı’na havale edildi. Bakanlık bu konuda yasa taslağını Bakan Ertuğrul Günay’a sundu. Bu taslağa göre DT’de kadrolu sanatçıların özlük hakları korunacak ve bundan sonra kadrolu sanatçı alınmayacak. Emekliliği gelen personel yüksek tazminatla emekli edilecek. Kalan personel ise yıllar içinde eritilecek. DT bünyesinde bir repertuvar Kurulu oluşturulacak, oyunlar bu kurulun süzgecinden geçecek. Devlet Tiyatroları, Kültür Bakanlığı bünyesinde varlığını sürdürecek.
Diğer yandan Başbakanlıkça görevlendirilen Eskişehir Milletvekili Nabi Avcı başkanlığında hazırlanan yasa taslağı ise Kültür Bakanlığı’nca hazırlanan taslakla taban tabana zıtlıklar oluşturuyor. Uluslararası Tiyatro Festivalleri Enstitüsü Başkanı Refik Erduran’ın fikirlerini de alan Avcı’nın hazırladığı taslak metninde Devlet Tiyatroları tamamen kapatılıyor.”
Tiyatro ve oyuncularla ilgili yapılan açıklamanın devamında sıralanan maddelerin yanı sıra Refik Erduran’ın konuyla ilgili söyledikleri can acıtan cinsten…
Refik Erduran (Uluslararası Tiyatro Festivalleri Enstitüsü Başkanı) “Böyle gitmeyeceği belliydi. Özelleştirme bir dil sürçmesidir. Kimse zarar eden bir kurumu satın almaz. Belki özerkleştirme denebilir. Nabi Avcı Bey beni aradı. Bir rapor şeklinde değil, bir sohbet gibi fikirlerimi aktardım. Yıllar önce DT’de bir reform yapılmalıydı. Tiyatrocular kurumlarını iyileştirmek yerine birbirlerini yemeği tercih ettiler. Tiyatronun bu haliyle gitmeyeceği belliydi. Tiyatrocular bir takım formüllerle kendi sorunlarını çözmeye çalışabilirlerdi. Bir boşluk oluşturuldu. Politikacılar da bu boşluğu doldurdu.”
Mesele onun veya bunun söylemiş olmasından çok böyle bir kararın alınmış olması.
N’apar biliyor musunuz?
Kilim dokur!
Evet, kilim…
Çünkü kilim kalbin aynasıdır, gönlün sesidir.
Tüm bunlara yetişmeye çalışırken yorgunluktan ölüyor ve sesimin çıkmayacak hale gelişi bile engel olamadı, çekim sonrası koşturduğum iki gece önceki Sadri Alışık Ödül Töreni’ne gitmeme.
Sonra…
Hayatın bana attığı çalımla atan kalbimin sesini duyamama ve sesimin çıkmamasına rağmen SESSİZ KALAMAZ – SUSAMAZDIM! Bu sebeple 9 Mayıs Çarşamba akşamı da; sanatın özgür çığlıklarını duyamayacak kadar sağırlara SUSARAK SESLİ ÇIĞLIKLAR atanlardan bii olarak Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi önündeydim.
BİZ 2500 YILDIIR KİM OLDUĞUMUZU BİLİYORUZ!
SUSMUYORUZ dedikten sonra sıra geldi, kim olduğumuzu bilmeyenlere usta isimlerle cevap vermeye!
Nasıl?
18. İstanbul Tiyatro Festivali Açılışı’nda (İKSV) binlerce yürekle bir araya gelerek.
İstediği okulda okusun.
İstediği hayali kursun.
İstediği işi yapsın.
İstediği yere tatile gitsin
Dil uzatılıyordu.
Sanata!
Laf atılıyordu.
Cümlelerle ok ok…
Evet.
Tabii ya!
Nasıl daha önce düşünemedik?
Tüh!