Paylaş
Durum ortaya çıkınca kıyamet koptu tabii.
Ve Başbakan Valls şu açıklamayı yapmak zorunda kaldı:
“İki çocuğumun 2 bin 500 Euro’luk masrafını üstleniyorum. Bir daha asla böyle bir şey için uçağı kullanmayacağım.”
Valls, Fransız değil de Türk olsaydı, bunu yapmasına gerek kalmayacaktı.
Zaten medyada bunu sorgulamaya kimse cesaret edemeyecekti.
Olur da bunu eleştiri konusu yapan birisi çıkarsa da ağzının payı verilecekti tabii:
“Ne demek efendim, ülkenin koskoca başbakanı, tarifeli uçakla mı gitseydi maça? Bu ülkenin bir gururu var! Artık küçük düşünmeyi bırakın!”
Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron da geçen gün ucuz havayolu şirketi EasyJet’in ekonomi sınıfında Portekiz’e uçtu.
Biletini kendi cebinden aldığı için ucuz uçuşları tercih ediyordu zaten. Yolculardan biri Cameron’u uçakta ikram edilen biberli cipsi yerken görüntüledi, gazetelerde fotoğrafı yayımlandı.
Cameron İngiliz değil de Türk olsaydı, o tatile devletin uçağıyla ailecek gidebilirdi.
Tatil için Portekiz’in ucuz otellerini tercih etmesine de gerek kalmazdı. Partiye yakın bir işadamı onu lüks otelinin en lüks odasında ağırlar, odasında kuşsütünü bile hazır bulundururdu.
Tabii karşılığını da devletten ihale ya da arazi tahsisi olarak alırdı.
İtalya Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, sarayın masraflarını azaltmak için sert tasarruf önlemleri aldı.
Bundan böyle saray personeli, oturdukları lojmanların kirasını cepten ödeyecekler. Kiralar, lojmanın büyüklüğüne göre 800 ile 4 bin 350 Euro arasında. Tasarruf paketi 2018 yılbaşından itibaren lojmanların tamamen boşaltılmasını da içeriyor.
Bizim Cumhurbaşkanı resmi bütçesinden tasarrufu bırakın, elini örtülü ödenek havuzuna da soktu!
Bu devlet o kadar zengin ki eski Cumhurbaşkanı’na bile tarihi bir Köşkü onarıp tahsis etti, boş kalıp canı sıkılmasın, parti işlerine burnunu sokmasın, vakıf makıf kursun oyalansın diye!
Üç ülkenin Gayrisafi milli hasılası, bizimkinden misliyle büyük.
Dünya politikasındaki yerleri diye baksanız, İtalya’yı bir kenara ayırsak bile diğer ikisi her zaman başrolde.
Hiçbirinde devleti yönetenler, devletin hazinesini, olanaklarını babalarının malıymış gibi kullanamıyorlar. Onu kullanamadıkları gibi kendilerine o makamda bulundukları için verilen hediyeleri de ya kabul edemiyorlar, ayıp olmasın diye kabul etmek zorunda kalırlarsa da götürüp hazineye teslim ediyorlar.
Bakın şimdi aklıma geldi yine: Suudi Arabistan Kralı’nın Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın eşlerine verdiği hediye mücevherler beyan edildi mi? Beyan edilip Hazine’ye devredildi mi?
Her şeye cevap yetiştiriyorsunuz da yedi yıldır sorduğum bu soruya neden bir tek satırlık olsun bir yanıt vermiyorsunuz?
Mercedes sevdasında son durum nedir?
İTALYA Cumhurbaşkanı’nın, kendi bütçesi için tasarruf tedbirleri aldığı ile ilgili haberleri okurken, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da hatırladım.
Başkanlığın, kendisine ayrılan yıllık bütçeyi yedi ayda tükettiğini ve ek ödenek istediğini de bu hafta Cumhuriyet’te Çiğdem Toker’den öğrendik.
Diyanet İşleri Başkanı, kendisine 1 milyon liralık Mercedes aldırmıştı. Hatırlarsınız “O kadar pahalı değil” demişlerdi ama belgesini bu köşede yayınlamıştım.
Diyanet İşleri Başkanı, eleştiriler üzerine Mercedes’i geri verdiğini açıklamıştı.
Tabii bu Recep Tayyip Erdoğan’ı kızdırmış, ona sanki kendi kesesinden hediye ediyor gibi Saray’ından bir Mercedes göndermişti.
Diyanet İşleri Başkanı, Mercedes’i iade ederken “İbret-i âlem olsun diye iade ediyorum” demişti, bunu da hatırlayalım.
Ben geçen ay bu köşede kendisine bazı sorular sordum, hâlâ yanıt alamadım.
Soruları yeniden hatırlatıyorum, acele cevap lütfen!
1– Milyon liralık Mercedes’i kime iade ettiniz? Diyanet İşleri bütçesinden bu araç için çıkan 1 milyon lira geri geldi mi?
2– Saray’dan size gönderilen Mercedes’i kullanıyor musunuz? Kullanıyorsanız kime “ibret-i âlem” oluyor, kullanmıyorsanız kime?
Bu savaşın kazananı olmaz
UZMAN Çavuş Muhammet Tufan, son 29 gündeki 50. şehit olarak istatistiklere geçti.
Bu verdiğim önceki geceki rakam. Bugün akşama kadar daha kaç can yanacak, kaç evde feryat yükselecek bilmiyorum.
Şehit cenazesini bile bir seçim mitingine çeviren Cumhurbaşkanı’na bakarsak, şehitlerin aileleri çok mutlu olmalı, “şehadet şerbetini” içtiler diye!
Karşı tarafta neler olduğunu, kaç kişinin öldüğünü de tam olarak bilmiyoruz. 300–400 kişiden söz ediliyor, hepsi bu ülkenin insanlarının çocukları.
Ama vahşetin, öldürülmüş bir genç kadını çırılçıplak soyup sokaklarda teşhir etmeye kadar vardığını biliyoruz.
Bu böyle sürdüğü sürece kazanan kim olacak?
Cevabını biliyoruz, kimse kazanamayacak.
Kimsenin kazanamayacağını bildiğimiz için zaten önce “Kürt açılımı”, sonra “barış süreci” başlamamış mıydı?
AKP iktidarının “barış sürecini” ciddiye almadığını, bunu bir seçim malzemesi olarak kullanmaktan öteye niyetinin olmadığını bu köşede çok yazdım.
Çünkü bu sorun, demokratikleşme dışında çözülemezdi. Tek adam olmak, her türlü gücü eline geçirmek özlemiyle yanan birisi mi sağlayacaktı demokratikleşmeyi?
Nitekim o özleme veda edeceğini anladığı gün çark etti.
PKK’nın, KCK’nın savaş ağaları da bilmiyorlar mı bu savaşı kazanma olanaklarının olmadığını?
Onlar da çok iyi biliyorlar. Kendileri Kandil’de güven içinde otururken gencecik insanları, bilerek ölüme yollamakta tereddüt de etmiyorlar. Çünkü varlıklarını zaten öldürmeye ve ölümlere borçlular.
Türkiye, doludizgin çok kanlı bir sürece giriyor.
Ve ülkenin başında ne şart altında olursa olsun iktidarını korumaktan başka bir şey düşünmeyen birisi var.
Bunun böyle gitmeyeceğini görebilmemiz için daha kaç kişinin ölmesi gerekecek?
Yurtdışında olduğumdan yazılarıma pazartesi gününe kadar ara veriyorum. Okurlarımın bilgisine.
Paylaş