Ama benim gibi sıradan futbol seyircisine sorarsanız bunun bir tek anlamı var: “Aman gol yemeyelim, denk getirirsek bir tane atar, maçı götürürüz!”
*
İki takım da rakibe baskı yaparak oynamak istedi ki bu doğru bir tercihti. Çünkü iki takımın defansı da baskıyı görünce adeta kendini kaybediyor ve ayağındaki topu ne yapacağını bilemiyor.
Tudor’un Serdar Aziz’in sakatlanarak çıkmasından sonra oyun düzenini değiştirmesine ne demeli, bilmiyorum.
Sahaya çıkarken kurduğu taktik mi yanlıştı, sonra yaptığı mı?
*
Maçın hakemine gelince: Türkiye’nin en iyi hakemi buysa, çekiverin kuyruğunu gitsin. Janssen’in attığı golde faul filan yoktu. Denayer sarı yerine kırmızıyı görmeliydi. Aynı şekilde Ozan Tufan da en az iki sarı kartlık hareketle ilk yarıyı tamamladı. Bütün bunlar maçın ilk yarısında oldu. İlk yarıda hakem doğru kararları verebilseydi çok daha farklı bir ikinci yarı izleyecektik, orası kesin.
*
Ama bunu tercih etmedim. İstasyonu geçip, St. James’s Park’a girdim, her türden su kuşlarını ve gelip geçenlerden atıştırmalık bekleyen sincapları seyrederek parkın diğer ucundan çıktım.
Bunu yapmamın nedeni parktan Trafalgar Meydanı’na doğru yürürken yolumun üzerine çıkan bir heykel.
Büyük kâşif Kaptan James Cook’un heykeli bu. Çocukluk hayallerimin en büyük kahramanlarından birine “Günaydın” demek hoşuma gidiyordu, o beni hiç duymasa, oradan gelip geçtiğimi fark etmese bile!
Kaptan Cook ile tanıştığımda ilkokul beşinci sınıfın “bitirme imtihanlarını” yeni tamamlamıştım. O vakit öyleydi. Ortaokul ve lisede de bitirme sınavları vardı. Bütün derslerden son bir kez sınava giriyorduk. Tesadüf hepsine son giren kuşak da bizler olduk.
Hayalci bir çocuktum ve babamın bana Ankara’dan getirdiği “Kâşifler ve Mucitler Ansiklopedisi” bu özelliğimi kışkırtan bir etki de yaratmıştı.
Çocukluğumun Antalya’sında hayal kurmak için de her şey mevcuttu...
Uçsuz bucaksız bir deniz. Beş metrelik bir kayığın küreklerini çekmeye başlayınca Kaptan James Cook olduğumu hayal ederdim. Bilinmeyen kıtaları keşfe çıkmış Endeavour’un kaptan köşkündeymişim gibi gelirdi bana.
Sabahtan akşama kadar falezlerdeki girinti çıkıntıları, küçük mağaraları dolaşır, o güne kadar
Tüm maçlarını kaybetmiş bir takımın taraftarlarının, kağıt üzerinde de kaybedeceği kesin görünen bir maçta tribünleri nasıl doldurduklarını ve o takımın mucizeyi hangi destekle gerçekleştirdiğini izlerlerse, belki şapkalarını önlerine koyup düşünürler: Tuttukları takım, kendi sahasındaki maçlarda neden yalnız kalıyor?
“Yenilsen de yensen de taraftarın seninle” içi boş bir slogan belli ki.
***
Fenerbahçe, teknik direktörünün istediği gibi oynamaya yeni başlıyor. Beşiktaş maçında da bunu yapmışlardı, Akhisar’da eski günlere döndüler, dün belli ki vücut saatleri yeniden ayarlanmıştı.
Her topa atak yaptılar, kaybettikleri topu kazanmak için olağanüstü mücadele ettiler ve doğru paslarla hızla atağa çıktılar.
Ozan’ın Dirar’a, Soldado’nun Giuliano’ya maçın hemen başında attıkları iyi paslar sonuç vermedi ama Dirar’ın orta sahadan kaptığı topla hızlı çıkışı Ozan’ın saçlarının dağılması ve gol ile sonuçlandı.Giuliano’nun golü de benzeri bir hızlı çıkışın sonucu oldu. Hasan Ali’nin golü ise Giuliano’nun Dirar’a attığı muazzam topuk pasıyla gerçekleşti.
***
Maçı izleyen
Bunu bir fırsat bilip önce ameliyatımı sorunsuz şekilde yapan ve yeniden “sahalara” dönmemin yolunu açan Prof. Dr. Melih Paksoy ve Acıbadem Fulya Hastanesi personeline teşekkürlerimi ileteyim.
Bir de Ekim Devrimi’nin 100. Yılı vesilesiyle Atlas dergisinin bu ayki sayısında yayımlanan St. Petersburg yazısını yazmak için “bilgi ve görgümü” tazelemem gerekti.
Şimdi sağlık sorununu bir ameliyatla geride bırakmış biri olarak yeniden yola koyulmaya hazırım.
2 aydır üzerinde çalıştığım bir projemi hayata geçirecek aşamaya geldim.
Aslında Quaresma iki dakika önce direkt kırmızıdan atılmalıydı, çünkü attığı tekmenin pozisyonla da, topla da alakası yoktu. Ama hakemin bu hoşgörüsünün değerini anlamadı, iki dakika sonra görmek için çırpındığı kartı gördü.
◊ Bu nasıl bir takım disiplini, bilemedim. Güneş’in çözmesi gereken bir sorun gibi görünüyor. Ama bunu çözecek hocanın sinirini kim yatıştıracak, o da ayrı bir soru!
- Neto’nun kırmızısına söyleyecek bir şey yok. Orta sahada durduk yerde aptalca kaptırılan top pozisyona dönüşürken, “belki hakeme yuttururum” diye bir faul yaptı, hakem yutmadı. İlk yarı boyunca Fenerbahçe’nin istediği gibi bir oyun oynandı.
- İki kenar bekinin orta sahaya korkusuzca çıkabiliyor olmalarında Babel ile Quaresma’nın arkalarındaki oyunculara yardım niyeti içinde olmamalarının da rolü vardı elbette.
OZAN’IN TALİHSİZLİĞİ
- Kocaman’ın vaat ettiği oyun yavaş yavaş şekilleniyor sanki. Başakşehir maçında sonucunu alamamışlardı ama Alanya maçı ileriye yönelik olumlu bir sinyaldi. Nitekim ilk yarı boyunca bir çok hızlı hücum fırsatı buldular, birinde penaltı kazandılar, Ozan’ın volesinin auta çıkması talihsizlik sayılabilirdi. Böyle hızlı bir atakta, dokuzuncu dakikada Hasan Ali’nin sıfıra kadar getirdiği topu kaleye neden vurduğunu da anlayamadım. Bir sert pas, gol olurdu.
- İkinci yarıdaki zorunlu Ekici-Topal değişikliği, oyuncu değiştirmekten öteye bir anlam taşıdı ve Fenerbahçe’yi günümüzden altı ay öncesine ışınladı. Topu ileriye taşımakta yine zorlanmaya başladılar, Beşiktaş baskısını kıramadılar, uzun süre dönen hiç bir topu alamadılar. Bu süre içinde Beşiktaş gol atamadıysa Talisca-Negredo değişikliğinin çok geç kalmış olmasındandır da diyebiliriz.
Alper-Valbuena
Birisi, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, Cumhurbaşkanı önünde bel bükmesi, diğeri Genelkurmay Başkanı’nın eşinin başını örtmesi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın tutumu, Türkiye’nin nereye gitmekte olduğunun bir göstergesi.
O da biliyor ki artık yargı bağımsız değil, tek patron var ve o tek patrona bağlılığını göstermek kendisi için daha hayırlı olacak.
Onun için ondan ABD’li yüksek yargıçlar gibi davranmasını beklememek gerek, çünkü konumu onlar gibi değil.
Genelkurmay Başkanı’nın eşinin başını örtmesi konusuna gelince: O sırada Kuran–ı Kerim okunuyor ve buna inanan bir kadının başını örtmesi son derece normal bir durum.
Anormal olan şey, bir milli bayramın kutlaması için verilen resepsiyonda Kuran–ı Kerim okunması.
Milli bayramlar, adı üzerinde her türlü inançtan bağımsız olarak kutlanması gereken ve bize aynı tarihi ve ortak geçmişi paylaşan bir millet olduğumuzu hatırlatan günlerdir.
Bu millet içinde dini İslam olmayanlar da var. Bakmayın “Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman” denmesine. Kaldı ki öyle bile olsa geride hâlâ yüzde bir kalıyor, bu bayram onların da bayramı.
“Sivas Kongresi’nde hâkim olan milli birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu, günümüzde de milletimize, bayrağımıza, vatanımıza ve devletimize yönelen tehditler karşısında en büyük gücümüzdür.”
Biliyorsunuz, devletimizi yönetenlere göre Türkiye büyük bir saldırı altında.
Bazen ismi “üst akıl” oluyor, bazen “dış güçler” ama böyle bir güç elindeki bütün olanakları kullanarak Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkmaya çalışıyor.
PKK’yı da, FETÖ’yü de üstümüze salanlar bunlar. Onlar yetmedi mi, IŞİD’i icat edip, üstümüze saldırtan da o dış güçler.
Bir de üstüne zaten kendi güçleri var, onu da kullanıyorlar. Faiz lobisini harekete geçiriyorlar, dövizle oynuyorlar, iklim değişikliğiyle sokaklarımızı sele boğuyorlar.
Ama Allah’tan büyük bir şansımız var, devletimizi yönetenler bu saldırının farkındalar.
Gördüğünüz gibi bu saldırıya karşı nasıl mücadele edeceğini de çok iyi biliyorlar, tarihten örneklere de vâkıflar.
Peki tehdit bu kadar büyük, çözümü de belli, gereğini yapan var mı?