Paylaş
Dow Jones Endeksi’ndeki düşüş anında Türkiye’ye dolardaki yükseliş olarak yansımış. Ancak, bu ay içindeki yazılarımdan birinde de belirtmişti. Şimdi farklı bir durum var. Türkiye’nin krizler karşısında daha sağlam durduğu, dayanıklı bir yapı sergilediği dikkati çekiyor.
Tabloya dikkatle bakmanızı öneriyorum. 2002 yılından bu yana gerçekleşen global dalgaları, sürelerini ve Amerikan Doları’nın YTL karşısındaki değerini ortaya koyuyor.Bu tablo ve son yaşadıklarımızdan çıkan sonuçları şöyle değerlendiriyorum:
-Neredeyse dalgalar 1 ay kadar sürüyor. Ama önemli bölümünün bir aydan fazla etkili olduğunu da belirtmekte yarar var.
-Tamamına yakınında yüzde doların yüzde 10 düzeyinde artış yaptığı görülüyor. Sadece 2007 yılındakiler dışında… Doların zayıf kalmasında, para birimi olarak global piyasalardaki düşüşünün de etkisi var. Ancak, eskiden, bir panik halinde, yurtdışındaki gücü ne olursa olsun, mutlaka dolarda çıkış olurdu.
-Bir önemli konusu ise dalganın süresi… 2002 ve öncesinde dalgalar daha uzun sürüyordu. Dünyadaki yeni ekonomik düzen ve likidite bolluğu, bu süreleri bir miktar aşağıya çekti. Dalgalar daha az sürüyor.
-Hepsinden önemlisi, dalgalar Türkiye’ye dolar ve faiz açısından büyük zarar vermiyor. Geçmişteki gibi bir günde dolara hücum, tahvil ve bonoya satışlar gelmiyor. Ortalıkta bir panik havası görülmüyor. Oysa, gazetelerin ekonomi sayfalarına bir bakın… 2006 yılında yaşanan son dalgada piyasada ciddi bir panik olduğunu, Merkez Bankası’ndan müdahale beklentileri olduğunu göreceksiniz.
-Bence bunun 3 önemli nedeni var. Birincisi, son 2001 krizinden sonra alınan önemli kararlar, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve çıkarılan yasal düzenlemeler… İkincisi, sağlam bankacılık sistemi… Üçüncüsü ise yabancıların piyasa ve iş dünyasındaki ağırlığı. Artık onların da “taşın altında elleri” var. Eskiden olduğu gibi her sarsıntıda ne var ne yok satıp Türkiye’yi terk etmiyorlar.
Ancak, bu yazdıklarımdan doların bu düzeyde kalacağını da çıkarmamak gerekiyor. Bunun için önce Amerika piyasalarının sakinleşmesini, olup bitenlerin nasıl sonuçlanacağını görmek gerekiyor. Belki son söz olarak şunu söylemek mümkün: Her yükselişin, doğal olarak her düşüşün sonu var. Bunun da olacak. Zamanını birkaç hafta içinde anlayacağız sanıyorum.
2000 dolarlık ceketten üreticiye ne kalıyor?
Son birkaç yıldır Anadolu’da çok sayıda toplantıya katıldım. Bunları bir bölümü marka yaratma konusundaydı ve KOBİ’leri hedefliyordu. Toplantılara, marka konusuna büyük ilgi vardı. Ancak, çok sayıda KOBİ patron ve yöneticisinde şöyle bir görüş öne çıkıyordu: “Marka olmak, büyükler içindir. Orta ve küçük ölçeklilerin işi zor.”
Önce gerçek dünyadan bir örneği sizinle paylaşıp, sonra bu konuda birkaç değerlendirme yapmak istiyorum. Geçenlerde büyük bir hazır giyim şirketinin genel müdürü ile sohbet ettim. Dünyanın önde gelen markalarına üretim yaptıkları için benimle paylaştığı rakamların doğru olduğuna eminim.
Lüks bir markadan ceket aldınız ve 2 bin dolar ödediniz. Bu 2 bin doların 1200 doları perakendecinin, yani satın aldığınız yerin cebine geriyor. 140 doları kumaş, 140 doları yardımcı malzemeler, 80 doları da işçiliğe gidiyor. Dev bir tesis kurup gece gündüz üretim yapan şirketin cebine ise 400 dolar kalıyor. Yani yüzde 20.
Markanın gücü işte burada. Aslan payını perakendeci, markayı yaratan yiyor. Ha deyince marka olunmuyor. Gerçekten uzun bir yolculuk. “Ben marka olamam” diyenlerin, en azından farklılaşmaya ihtiyacı var. Kendini çevresindeki benzerlerinden ayırması, bir farkındalık yaratması ve iyi bir imaj oluşturması gerekiyor.
Örneğin, Anadolu’da bir ilde, cadde üstünde bir mağaza olsanız bile, diğer mağazalardan ayrışmaya ihtiyacınız var. Aşağı yukarı aynı şeyleri satıyorsanız, müşteri neden size gelmeli sorusuna iyi bir yanıtınız olması gerekiyor.
Hiç işten çıkarılan genel müdür duydunuz mu?
Geçenlerde bir genel müdür ile sohbet ediyordum. İlginç bir soru ortaya attı: "Yıllardır iş dünyasını izliyorsun. Hiç başarısız olduğu, şirketinin parasını batırdığı için işten çıkarılan genel müdür, CEO oldu mu?"
Tabii Türkiye'den söz ediyordu. Ardından da ekledi: "Görüyorsun, Amerika'da adamların gözünün yaşına bakmadan milyarlarca dolarlık yöneticileri işten kovuyorlar."
Gerçekten de doğru. Çok uzağa gitmeden, sadece son 10 yıla baktığımda bile çok sayıda başarısız profesyonel yöneticiye şahit olduk. Bazıları şirketlerinin ciddi parasını batırdılar, bazıları ciddi hatalı karar aldılar. Ancak hiçbiri ABD'de de olduğu gibi alenen işinden olmadı. Hiçbir patron, "İşimi batırdığı için çıkardık" açıklaması yapmadı. Başarısız genel müdürler sessiz sedasız ortadan yok oldular. Aralarında patron danışmanlığı, yönetim kurulu üyeliğine çekilenler de oldu.
Burada "genel müdürler kovulsun" demek istemiyorum. Ama iki ülke, daha doğrusu Batı'daki iş yapma biçimi ile Türkiye arasındaki farka dikkat çekmek istiyorum. Bakın, rakamlar daha açık ortaya koyuyor. Booz Allen Hamilton adlı danışmanlık şirketinin araştırmasına göre, 1996 yılında her 7 genel müdürden 1'i işinten çıkarılıyormuş. Aradan geçen 10 yılda bu oran her 3 genel müdürden 1'i düzeyine yükselmiş. Galiba 2007 yılında biraz daha yükselecek gibi görünüyor. Piyasalarda yaşanan kriz, risk yönetimi ve geleceği öngörme konusunda CEO'ların becerilerini açıkça ortaya koydu. İyi yönetemeyenler yavaş yavşa dökülmeye başlandı.
Türkiye'de ise fatura genellikle orta ve alt kadrolara çıkarılır, üst yönetim bir şekilde aradan sıyrılır. Oysa, başarıyı olduğu gibi başarısızlığı da paylaşmak gerekiyor.
Paylaş