Ahmet Yıldız’ı ne yapacağız?

SAAT 07.30. Haber kanalları polisin Beşiktaş’taki ilk gazlı müdahalesini canlı yayında aktarıyor.

Valideçeşme’de evde oturan adama ve kedisine (bakınız ben ve kedim Gri) “İstanbul’u izliyorum, gözlerim yaşlı” dedirtiyor şehre çöken biber gazı.
Kapalı Şehir İstanbul’da 1 Mayıs tartışılıyor. Ulaşılamayan meydan, barikat çekilmiş yollar arasında “İzin vermeyeceğiz... Gideceğiz...” demeçleri uğulduyor.
Taksim Meydanı ve 1 Mayıs bağlantısının önemini gayet iyi bilenlerdenim. Çoğunlukla görevli gazeteci olarak, bazen de “fikir işçisi” kontenjanından kesintisiz olarak 20 yıldır filan Taksim’de oldum. 1989’da Mehmet Akif Dalcı polis kurşunuyla öldürüldüğünde de oradaydım, geçen sene Gezi Parkı’na oturup gelip geçeni seyredip “Ne güzel” diyen güzel insanın sigarasını yakarken de.
Tarafım belli. “1 Mayıs, hallaç pamuğu gibi atılmış Taksim’de yapılır mı?” sorusuna “Evet yapılabilirdi istenseydi” diyenler tarafındayım.
Kazlıçeşme’yi işaret etmenin, “Her büyük şehre bir miting alanı yapacağız, isteyen gidip orada yapacak. Kafasına göre her yerde miting olmaz” zihniyetinin kazdığı bir çukur olduğuna inananlardanım.
“Ben izin verdim kutladınız/Ben izin vermiyorum kutlayamazsınız” mantığıyla bu kadar oluyor işte “Özgür 1 Mayıs”.
Ve bizler, kitleler, yığınlar, 1 Mayıs’ı televizyon ekranı karşısında dayatılan/sıkıştırılan suni çerçeveden izliyoruz.
1 Mayıs’ı “kutlanabilen/kutlanamayan” bir bayram olarak algılıyor ve tartışıyoruz.
Engellenmeseydi “En renkli kortej kimindi?”, “Hangi kortejde göbeği açık kızla başörtülü kız birlikte yürüdü?”, “Hangi takımın taraftarı daha kalabalıktı, daha espriliydi?” hattında okuyacak/seyredecektik.
Engellenince “barikat/biber gazı/seyahat özgürlüğünün engellenmesi/coplama/‘TOMA’lama vb” üstünden okuyor/seyrediyoruz.
Oysa biliyor musunuz; daha geçen hafta sendikalar “Yuharillo artık!” diye isyan etmeseydi Çalışma Bakanlığı’nın kıymetli katkılarıyla Maslak Sheraton’da “İşten Çıkarma Stratejileri” başlıklı bir panel düzenlenecekti.
Tepkiler artınca önce adını “İş İlişkilerinin Sonlanması-Fesih” diye değiştirerek kıvırmaya çalıştılar, sonra iptal ettiler.
Oysa biliyor musunuz; 2013 model Türkiye’de grev bir hak değil “azmışlık” olarak algılanıyor, taşeronluk sistemi gazlanıyor, sendikalar ve sendikacılık toptan potansiyel terörist muamelesi görüyor, işkollarına getirilen baraj sistemiyle altta kalanlara örgütlenme hakkı tanınmıyor.
Oysa biliyor musunuz; çılgın gündemimizin içinden “Bangladeş’te bina çöktü, 386 ölü” şeklinde uzak bir memleketten uzak bir haber olarak geçen faciayı üstümüzde başımızda taşıyoruz. Tüm dünyada ve haliyle Türkiye’de de satılan, “hanımların indirimini dört gözle beklediği” markaların üretiminin yapıldığı bir binaydı çöken. Bangladeş’te çöken bina, duvarlarındaki çatlaklar nedeniyle “potansiyel tabut” olarak görülen, ucuz işgücü sömürüsüyle moda üretilen yüzlerce/binlerce merkezden biriydi.
Oysa biliyor musunuz; ucuz istihdam taktiklerinin en alçakça olanı, yani çocuk işçiliği 2013’te Türkiye’de de can aldı. Adana’da haftalık 100 liraya çalıştırılan Ahmet Yıldız kafasının prese sıkışması sonucu öldüğünde, cansız bedeni patronu tarafından “Araba çarptı, plakasını alamadık” diye hastaneye bırakıldığında 13 yaşındaydı ve okul harçlığı peşindeydi.
1 Mayıs’ı nasıl kutlayıp, nasıl kutlayamadığımızı konuşalım elbette. Şiddeti, gerginliği, barikatları konuşalım, eleştirelim elbette. Demokrasinin ilerisini, gerisini her tarafını utandıran, hastane bile tanımayan polis şiddetini hiç unutmayalım, vicdan ve hafızalarımıza emanet edelim...
Peki ama Ahmet Yıldız’ı ne yapacağız mesela?
Yazarın Tüm Yazıları