ÇOK affedersiniz, acayip pis televizyon seyrederim...
Televizyon kanallarının el üstünde tutması gereken türde bir seyirci sayılırım. Şuurumu vestiyere bırakıp ekran karşısında oturmayı, maceradan maceraya sürüklenmeyi, çeşitli badireler atlatmayı ve bu sırada aklı fikri ziyan etmeyi seviyorum. Tamam... Danimarka yapımı şahane polisiyeler, History Channel’ın takıntılı şekilde seyrettiğim yapımları, iki gri hücrenin tesadüfen karşılaşması neticesi fikir üreten tartışmacıların gündem değerlendirdiği programlar ve elbette TBMM TV de var gündemimde. Ciddi insan rolü de yapabilecek donanıma sahip olduğumu belirtmek isterim bu vesileyle ve bu paragrafla! Ama asıl meraklı olduğum alan en absürd tarafından yarışmalar, ‘reality show’lar, Flash TV yapımı eğlence programları/dramalar (canlarım benim, seviyorum...), toplumsal duygu santralI görevini üstlenen “sizden elektring aldım, almadım” çalışmaları. “Hayatın dertleri zehir, Flash TV panzehir” diyerek bu yola baş koydum. Bir nevi “Varoluşçuluk/Egzistansiyalizm” yolunda Kierkegaard-Sartre-Camus hattında ilerlemek yerine benliğini Türk televizyonlarına emanet etmenin yeterli olabileceğine inanmamı sağlayan uzun bir süreçtir hasılı kelam... Her şeyin manasızlaştığı, 16:9 boyutunda paralel bir evrenin keşfedildiği, yolunuza her an Ferhat Göçer’in Memleketim atağının çıkabileceği (geçecek Ahmet Hakan, beraber atlatacağız, korkma!) maceralı bir süreç... Çoğu tarihi hadiseyi canlı yayında yakalamışlığım vardır. Örnek vermek gerekirse “Mehmet Ali Erbil’in Hilmi’nin donunu indirdiği an” ekran karşısındaki talihli (talihsiz?) milyonlar arasında bir neferdi bu satırları yazan şahıs... Kaçırdığım “olaylar, olaylar, olaylar”ı da sağ olsun web sayfaları sayesinde takip ediyorum: Hangi yarışmacı ağzından ayıp laf kaçırmış, hangi spiker omuzlarını titrete titrete ağlamış, hangi şöhretli şahıs şoklanmış palmiyeye evrilmiş veya flaşlar patlarken haksızlığa uğramış kurbağa ifadesiyle objektiflere takılmış vesaire vesaire. Son olarak Milliyet’in web sayfasında basit gibi dursa da çok yerinde bir başlıkla (Damat adayından şaşkına çeviren dans) sunulan video ile titredim ve kendime geldim. Olay 2013 senesinde bir evlendirme programında geçiyor. Erkek sunucu gelin adayına “Apaaçi (iki ‘a’ ile) dansı biliyor musun?” diye soruyor. Gelin adayının “Ama ne alaka?” ifadesiyle ilk olarak bu anda karşılaşıyoruz. Erkek sunucu, damat adayının “Apaaçi” dansını çok başarılı yorumladığını söylüyor ve “İster misin oynasın?” diyor. Bu aşamada gelin adayının yardım istercesine -biraz da karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaya edasıyla- kafasını sırasıyla önce sola sonra sağa sonra tekrar sola çevirdiğini gözlemliyoruz. Beklenen yardım gelmiyor... Damat adayı piste çıkıyor ve yukarı bakıp “Uzaydan bir mesaj bekledimse de boşuna” ifadesiyle dansını icra ediyor. Dansın sonunda programın kadın sunucusu Abdullah Öcalan’ın “modernist paradigma yerle yeksan olsun” haykırışına nazire yaparcasına “Ne yani bu dans? Modernizm bu mu? Ne güzel halaylarımız var bizim omuz omuza” değerlendirmesiyle devreye giriyor. Ve işte bu noktada gelin adayı yabancılaşma efektinin dibine vuruyor, bir nevi varoluşçuluk hırkası giymiş insana dönüşüyor. Olaylar böyle gelişiyor. İyi pazarlar, demiştim acayip pis televizyon seyrederim diye...