Elbette sadece rock diyerek kısıtlama getirmemek gerekiyor. 1960’larda ABD’deki sivil haklar hareketinde folk müziğin etkisi ve katkısını, pop, punk, rap, blues, caz, soul vb hemen her müzik türünden çıkma şahane şarkıları vardır isyan ve direnişlerin.
Taksim Gezi Parkı’ndan başlayan ve İstanbul’dan tüm ülkeye yayılan, dünyanın dört bir yanından ve ‘meşhurlardan’ destek alan Gezi direnişi için bir şarkı listesi çıkartmak istedim.
Yüzlerce, belki binlerce şarkı arasından ‘adil’ bir seçim yapmak güç iş. Hele bir de canınız bir an önce yazıyı toparlayıp ‘çapuling’ yapmak istiyorsa.
İlk sıraya, dinledikçe hep bu günleri hatırlayacağımız, direnişin 1 numaralı şarkısını koymak gerekir: Duman’dan ‘Eyvallah.’Yola ilk çıktıkları günden itibaren yakından takip ettiğim Duman’ı (üstte) neden bu kadar çok sevdiğimi bir daha anlamış oldum: Eyvallah…
Sonra hemen Twitter’da bir arkadaşımın paylaştığı bir ‘cover’ çalışmasını koymak durumundayım. LMFAO’nun ‘Party Rock Anthem’ını -ki ‘Everyday I’m Shufflin’ diye de bilinir- YouTube’da ‘Everyday I’m Çapuling’e dönüştürmüşler. İzlemeyen pişman…
Gezi’den bağımsız olarak (sanki mümkünmüş gibi), müzik ve direniş tarihinin ortak güzelliklerine girelim. Belli bir sıralama gözetmeden yapalım bu işi de…
Rage Against The Machine, bu hususta hangi şarkısına el atsanız olacak, hatta çok şahane olacak ekiplerden. ‘Settle For Nothing’i tek geçerim, orada durmam bir de ‘No Shelter!’ eklerim.
Ezber kuyularına devrilenlerin...
Demokrasi kaplamaları hemencecik dökülenlerin...
Küflü siyasi bagajları çok kıymet verdikleri çer ve çöple dolu olanların...
Güdük adımlarla yerlerinde saydıkları yoldan çıkmaktan feci şekilde korkanların...
Bu alandan yapılan hoşgörü, barış, özgürlük, birlikte yaşama, başkaldırı temalı şahane yayını uydudan alanların...
Siyaseti sadece –simgesel olarak- Ankara’da yapılan bir meslek veya bir kimlik kartı olarak kucaklayanların anlamakta güçlük çekebilecekleri bir alan.
Gezi Parkı’ndan yayılan protesto dalgası başladıktan sonra Başbakan Erdoğan yaptığı ilk konuşmada “Muhatabım kim?” diye sormuştu.
Bir muhatap listesi çıkarmak hâlâ mümkün: Dikte eden, kendi doğrusundan başkasını kabul etmeyen, her itiraz kaynağını “Bana yanlış yapan vesayet artığıdır, darbe âşığıdır vb” şeklinde algılayan ve öyle muamele eden dil ve tavrına itiraz biriktirenlerdir muhatap.
Bir lideri olmayan, bir parti, bir siyaset veya örgüt lideri değildir muhatap.
O eylemleri biraz “Bunlar kim?” diye gözlemleyen herkesin fark edebileceği üzere “lider, örgüt bayrağı, parti çatısı” istemeyen hatta bu yapıdan yaka silkmiş olanlardır muhatap.
Kitleden nemalanmaya çalışan parti ve örgütlere itibar etmeyen, hatta arasında o kimlikleriyle görmek istemeyenlerdir muhatap.
“Size bir köprü uygun gördüm, adını da Feriha değil, Yavuz koydum” dediğinde kırılanlardır muhatap.
Yapraklarının müziği, sessizlikte gölgesine sığınan şehirli gergin insanın üstüne süzülerek inen ve “dayanabileceğinin üstünde huzur veren” bir ses örtüsüdür.
*
İlk tanışmamız, atmosferik bir hadiseye verilebilecek en güzel ada sahip olan “kırkikindi yağmurları”ndan birine denk geliyor.
Sık yaprakları yağmuru tutabildiği kadar tutarken hayattan yediğimiz çalımları, kayarak yaptığı müdahaleleri filan konuşmuştuk bilge ve bezgin bir dostla.
“Perişan” adını verdiğimiz, terk edilmiş ve öksüz yelkeni rüzgârlara pırtıl pırtıl yenik düşmüş tekne ve bir paspası düşman bellemiş “sarsak popolu köpek arkadaşım Punto” dışında kıpırdayan yoktu.
“Hayatın dertleri zehir, Müzeyyen Senar panzehir” diyerek altına bir masa kurma kararını o kırkikindi yağmuru aldırmıştı bize.
*
Haddimiz değildir demeden o masaya da isim koyduk:
Alt katıma taşınalı bir hafta olmuş olmamıştı. Eve döndüğüm, ceketi çıkarmadan müzik setine yöneldiğim anda kapı çaldı.
Açtım, tanımadığım bir tip, kucağında tuttuğu viski şişesini “pişpişler gibi” sallayarak “Çocuk uyandı da... Ben yeni komşu” diyor.
Hemen buyur ettim, sohbet, muhabbet, kimsin, necisin derken 10 yılı aşan ve halen süren arkadaşlığımız başlamış oldu.
*
Sonraki evlerimde böyle komşuluk fırsatlarım olmadı açıkçası. Başbakan’ın “Milli içkimiz ayrandır” şeklindeki “talimat/demeç” karışımı sözleriyle yelkenini dolduran düzenleme, Meclis’te bekleyen Petrol Yasası’nı filan sollayarak bayilerin içki satışına yasak getirilen saatlerde çalışmak suretiyle hızla geçiverince “Faydası da olabilir yahu!” diye düşündüm.
Ne gibi? Mesela komşuluk ilişkilerini geliştirmek gibi... Diyelim saat 22.01. Müslüm Baba dürtmüş, “Kalk gidek meyhanaya çayhanaya/ Baba gönlüm eğlensin/ Yarın hakkın divanında doğru söylensin” diye okumaya başlamış.
*
Seri hareketlerle buzdolabı mevkiine varıyoruz, kapıyı açıyoruz manzara kurak ve sıkıcı! Olası tek alkollü içecek kış aylarında alınıp dolabın derinliklerinde unutularak fermantasyonun dibine vurmuş bir şişe boza ki; her şey bir yana leblebi yok evde!
Kendimi ‘muhafazakâr’ olarak tanımlayabileceğim en net alan, gittiğim mekânlarla ilgilidir herhalde. Sevdiğim, ayağımın alıştığı restorana, bara, meyhaneye, çay bahçesine fanatizm seviyesinde bağlanırım.
Mönüsü, servis elemanları, dekoru -ki dekor sevmem, sade ve temiz iyidir- değişsin istemem; değişirse bozulurum, hatta çocuk gibi küserim ve bazen de gitmeyi keserim.
Müdavimi olduğum adresler semtlere göre kategorik olarak kafamda sıralıdır. Manyak gibi algılanmayı da göze alarak belirtmek isterim ki; sırayla yapacağım şeyler bile bellidir.
Mesela Kadıköy’e mi geçiyorum. Sahaflara gitmeden önce Adapazarı Islama Köftecisi ilk durak. Sahaf seferi sonrasında Moda’nın içlerine kadar ilerlediysem üşenmem, Burun’a yürürüm, Koço’da rakılanırım. Yok, Çarşı civarında kaldıysam öğrencilik yıllarından kalma alışkanlıkla Fasıl’a kurulurum soğuk bir bira için. Vapur öncesi de mutlaka Baylan’da Kup Griye. 100 Kadıköy seferimin 90’ı muhakkak böyle seyreder.
ŞU BİZİM BEYOĞLU
Beyoğlu’yla mazimiz epeyce eskidi sayılır. Sevdiğim pek çok dükkân kapandı. 1990’ların önemli bir bölümünü yaşadığımız Kaktüs gitti mesela ki Kaktüs örneğine sonra döneceğim. Hacı Salih gitti (Gezi’de mönü çıkarıyor. Gezi de alışkanlıklarım arasındadır ama eski yerin tadı olmuyor) falan filan.
Neyse ki İmroz yerli yerinde, Pasaj’daki Kime Ne (Tam adı Biz Bize Diz Dize Kime Ne’dir ve çok severim), devam ediyor. Kime Ne’de kapının önündeki iki kişilik masaya kalpten bağlıyımdır, kışın kakırdasam da orada oturmak isterim. Rahmetli babamın Krepen’de gittiği, beni de yanında götürdüğü Neşe yıllarından beri tanırım Kime Ne’nin işletmecisi Osman Bey’i. Zaten Neşe’yi işletmiş olan Bayram Bey’in (Bayram Amca) Seviç’i de hemen karşıdadır.
Bir yandan da “performansını” yorumluyor geri zekâlı: “Canları da yanmıyor haa! Elim acıyor gıkını çıkarmıyor, görüyon de mi? Elim acıyor yemin ederim. Böyle bildiğin çakıyom tokadı, sana vursam ah uh dersin, bağırırsın. Ama bu hiç, nasıl bir can var?”
*
Antalya Duacı Köyü’ndeki merkeze eğitim amacıyla bırakılan köpekleri tekme-tokat, üstüne bir de demirle döven iğrenç yaratığın haberini DHA’dan arkadaşımız Mehmet Çınar sayesinde öğrendim.
Haberin videosunu tamamlamak mümkün olmadı. Çaresizce köşeye sıkışmış ağzı var dili yok o tatlı köpeklerin bu ruhsuz paçavra vurdukça çıkardıkları inleme sesine dayanamadım.
İyi bir insan olmak için kendince mücadele eden, şiddete ve hakarete karşı istisna oluşturmaksızın karşı çıkmaya “çalışan” biri olduğumu varsayıyorum. Ama af buyurun bu hödüğe biraz hakaret edeceğim.
*