Alves’in kırmızı kart görmesine kadar oyunun ne kadar dengede ilerlediğini görmek için için 70 dakika içinde iki tarafa sadece birer kez ofsayt bayrağı kalktığını hatırlamak bir veri olabilir belki...
‘Bitiricilik’ sorunu
EKSİLEN rakibinin karşısında ibreyi lehine çeviren Galatasaray’ın “Gerekli iştahı” sahaya yansıttığını söylemek abartılı olur. Rakibinin yalpa vurduğu anlarda Hamit’le, Drogba’yla, Selçuk’la heyecan yaratacak pozisyonlar üretse de bitirici vuruş üretemedi bir türlü...
Maçın son düzlüğünde Galatasaray Umut’la hücum hattını güçlendirirken, Fenerbahçe doğal olarak gedikleri kapatmak adına Kadlec’le savunmasını takviye etti.
Kapıkule’den sonra...
EKSİLMESİNE rağmen özellikle Mert’in üstün performansı ve Kadlec’in pozisyon okuma konusundaki öngörüsüyle maça tutunan sarı lacivertliler sallansa da devrilmedi ve uzatmaya taşıdı maçı... Uzatma sürecinde baskısını sürdüren Galatasaray Drogba’nın “Benim işim bu!” diyerek attığı muhteşem kafa golüyle öne geçti.
Kalan süreyi rakibe değil de zamana karşı oynamak gibi kimine göre doğru, kimine göre vahim algılanabilecek bir tercih yapan sarı kırmızılılar neticede yeni sezona yine kupayla başlamış oldu.
Belli ki heykelcikte durduğun gibi durmuyorsun.
Times’a ilan verip Gezi’ye sahip çıkan Sean Penn’e ödül vermek sende (hem de iki kere!), Susan Sarandon’u en iyi kadın oyuncu seçmek sende; sen ne biçim organizasyonsun, öksür de bilelim, annadın mı?
Niye benim Necati Şaşmaz’ıma hiç ödül vermezsin? Çünkü senin aklın fikrin çapulculukta.
Koy sandığı bakalım ‘Şefkat Tepe’ mi kazanıyor, ‘Kara Kuğu’ mu; ‘Olsa da Yesek Keşkek’ mi kazanır, ‘Cinema Paradiso’ mu?
Keza eyy Tony, sözüm sanadır.
Vanessa Redgrave’e nasıl ödül verirsin sen?
Bu Vanessa namlı komünisttir bir kere. Sen Devrimci İşçi Partisi kuracaksın, kızıl bayrak açıp Londra’da nümayiş yapacaksın, Oxford Sitrit’i tarumar edeceksin, sonra gelsin Oscar, gitsin Tony.
Karşıma aldım, esneyerek ve omzumdan öteye, uzaklara doğru bakmasına aldırış etmemeye çalışarak açıklamaya çalıştım: “Veterinerler, nakliyeciler ve ustalar sandığının aksine bizim dostumuz, hepsi de hayatımızı kolaylaştırmaya çalışıyor, tamam mı birader?”
Kediyi taşınmaya ikna etmeye çalışıyorum ama kabul etmeliyim ki haklı olduğu bazı noktalar var.
6-7 yıl önce, bir kutuda kapıdan girdiğinde yaklaşık 10 yıldır oturduğum dairede yaşıyordum.
“Bir deneyelim, sevmezsek ayrılırız” diye başladığımız ilişkimiz yedinci yıla doğru koşuyor.
Kedi geldikten birkaç ay sonra uzun yıllar, hem de severek oturduğum o evden taşınmam gerekti.
Hiç direnmediğini hatırlıyorum; sakince kutuya girmiş, yolda otomobil seyahatlerinden kısa da olsa hoşlanmadığını belli eden bazı sesler çıkartmış, yeni eve girince tepkisini birkaç saat ortalıktan kaybolarak göstermişti.
Malumunuzdur, ev işi baht işi. O evde sadece yedi ay yaşadık. Eski mahallemizde ikimizin de seveceğini düşündüğüm bir ev bulunca hiç alışamadığımız yeni evden apar topar palamarı çözdük.
“Gezi patladı böyle oldu” demek çabuk tarafından, gerçeklik payı inkâr edilemeyecek, hem de hemen taraftar toplayacak bir görüş.
2 aydan fazla bir süredir olaylar, olaylar, olaylar... Civarda yaşayanlar biber gazına, tazyikli suya vesaireye karşı uyum sağlayacak şekilde evrim geçirdi.
Yıllardır müdavimi olduğum restoranlarda, kahvelerde, kitapçılarda artık dostum olan esnaf lafa “Bittik...” diye başlıyor.
Personel azaltanlar, borçlarını krediyle çevirmeye çalışırken mali karambole sürüklenenler, siftah yapmadan kepenk kapatanlar var.
Aynı zamanda otel işletmecisi olan komşularım, 200 Euro’ya verdikleri odalara 60 Euro’ya müşteri bulamadıklarını, yüzde 20 dolulukla çalıştıklarını anlatıyordu geçen akşam.
Sadece Beyoğlu’nun değil, İstanbul’un, hatta memleketin sayılı restoranlarından birinin sahibi olan bir başka ahbabım belki de ilk kez çaresizliğin bu kadar kuşatıcı olduğunu söylüyor.
Her türlü darbeye, nevzuhur uygulamaya direnmiş köklü Nevizade, Çiçek Pasajı mekânları bile enseyi karartmış durumda.
Vardır.
Bu memlekette derin devlet var mıdır? Vardır.
Bu memlekette faili meçhullerle, suikastlarla, komplolarla, karanlıkta ayak oyunları yapanlar var mıdır? Vardır.
Böyleleri cezalandırılmalı mıdır? Cezalandırılmalıdır.
Son bir soru, sonra istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz, tükenmezkalem kullanabilirsiniz...
Bu ülkede adalet var mıdır?
Hımmm...
*
Memleketimizde “Hürrem’in hastalığı” olarak nam salan “tükenmişlik sendromu”nun dalağını yarmış vaziyettedir.
Grup üyelerinden, stadyumlarda on binlerce kişiye konser vermekten ve hatta hayranlarından nefret edecek, “tiskinecek” hale gelmiştir.
Bir konserde, ön sıralardaki hayranının yüzüne “tuuu” diye –affedersiniz- tükürmüşlüğü vardır vesaire...
Plakları milyonlarca satan, hayatın anlamını ha söyledi ha söyleyecek gözüyle bakılan, herkesin hızla herkese benzediği rock âleminde yukarıda ve ayrıcalıklı bir konumdaki yerini koruyan grubu çatır çatır çatırdamaktadır.
Konserlerde seyirciyle arasına bir duvar çekmeyi hayal eder. Hayalde de kalmaz bu fikri, oturur “rock opera” olarak anılan “The Wall/Duvar”ı yazar.
Yazmakla da kalmaz, albümün ardından çıkılan turnede, konser sırasında yerle yeksan olacak dev bir duvar çeker seyirciyle arasına.
“Duvar”ın kahramanı (antikahramanı?) olan Pink, biraz grubun “uçup giden” has elemanı Syd Barret, biraz Keith Jarret/Mick Jagger/Eric Clapton kırması, çokça da kendisidir.
Mehmet Barlas, Mehmet Tezkan, Ali Saydam sütunlarında “Gezi ruhu bir beden arıyor” temalı yazı yazanlardan; başkaları da varsa –ki vardır- gözümden kaçmıştır, affola.
“Beden”den dem vurmak bir lider, bir aday çıkarmayı, konvansiyonel siyaset sistemine yeni aygıt üretmeyi işaret ediyor elbette.
Forum ortamlarının popüler tartışma başlıklarından biri olduğu malum.
*
Geçtiğimiz cuma neredeyse tüm öğleden sonrayı Gezi Parkı günlerini uzaktan ama yakından izlemiş sevdiğim bir arkadaşımın “Tamam, park kurtuldu ama neye evrilecek bu ruh?” sorusunu cevaplamaya ayırdım.
Böyle söyleyince hazır, net, tatmin edici bir cevabım olduğu düşünülebilir. Elbette bir cevabım var ama kendimce doğru bir cevap bu.
Arkadaşım bir türlü ikna olmadı. Sonunda “Senin duymak istediğin bir cevap var ve onu söylememi istiyorsun” diyerek isyan bayrağı açtım.
Soğuğa, sıcağa, can sıkıntısına, gençlik hezeyanlarına, aşk acılarına, parasızlığa, sigarasızlığa, kahvesizliğe karşı silahımız şiir.
Demiray, ellerinin içinde kaybolan turuncu kapaklı incecik kitaptan, bezginliğimizden beklenmeyecek bir coşkuyla okumaya başlıyor:
“Biz şehir ahalisi, Kara Şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü Severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler
Nezaketten, haklılardan yanayız hepimiz