Paylaş
Bu başlık, Faruk Bildirici'nin Hacıbektaş'ta tuttuğu notların altına düştüğü cümleydi. ‘‘Ölüm mecbur muydu o kamyona binmeye?’’ diye soruyordu.
Notlar şöyle sürüyordu:
‘‘Mecbur muydu gerçekten? Onlar, yani kurbanlar, küçük bir araçtaydılar. Yaşam pınarları mutlu şırıldayan üç kız kardeştiler. İkisinin eşleri de birlikteydi. Dingin ve de huzurlu bir yaşamları vardı. Doludizgin yaşanan dönemleri geride bırakmışlardı. Güvenli limanlara sığınacak yaştaydılar.’’
* * *
Kimdi bunlar biliyor musunuz? Muharrem Sarıkaya'nın, yani bu köşeyi her hafta üçer gün paylaştığımız, büroda bitişik masalarda oturup aynı dolabı kullandığımız genç arkadaşımın annesi, babası ile iki teyzesi ve eniştesiydi. Bildirici'nin notları duygu yüklüydü:
‘‘İbrahim ve Fitnat Sarıkaya, yıllarca Ankara'da yaşamıştı. Emeklilik yıllarını, Hacıbektaş'ta geçirmek istiyorlardı. Baba ocağında... ‘Bir arsa alıp ev yaptıralım, orada yaşayalım' diyorlardı. Sığınaklarını seçmişlerdi. Beş gün önce gelmişlerdi Hacıbektaş'a. Akrabalarını ziyaret edip özlem giderdiler. Ve o gün, arsa bakmak için ayrıldılar. Arabada üç kişi daha vardı; Aliye (Çelebi), Şakire (Güneş) ve onun eşi Cuma... Hep birlikte yola çıktılar. Kime randevu verdiklerini bilmiyorlardı! Çevre yoluna doğru ilerlediler. Direksiyonda İbrahim Sarıkaya vardı. Tam Çilehane Kavşağı'na geldiklerinde...’’
Faruk’un notları burada bitiyordu. Zaten, beş kişinin hayat öyküleri de burada noktalanıyordu. Çilehane Kavşağı'nda... İnanılır gibi değil, böyle bir felaketi düşünmek bile imkânsız. Ama felaket haber vermeden geliyor. Ve yakıyor, yıkıyor, ezip geçiyor.
Kara haber de tez geliyor. 13 Ekim Salı sabahıydı. Saat 11.30'u iki-üç dakika geçiyordu. Meva Arıkan, ‘‘Naki Bey arıyor’’ deyip Muharrem'e bir telefon bağladı. Naki Bey, Gülhane'de doktor. Plastik cerrah ve teyzesinin oğlu. Muharrem, onu 'Ağabey' diye çağırır, 'Ağabeyim' diye takdim ederdi. Muharrem'in sesi birden değişti, ‘‘Annem nasıl abi? Babam! Teyzelerim de birlikte mi?’’ derken, Sedat Ergin'e de Kayseri bürosundan haber gelmişti. Endişe acıya, acı dehşete dönüştü; ucu bucağı olmayan bir dehliz gibi.
Çilehane Kavşağı'ndan kopan kara haber tez gelmişti. Ölüm mecburmuş gibi o kamyonun üstüne binmiş, beş kişinin üstünden silindir gibi geçmişti. Haber 15 dakikada hha Kayseri Temsilcisi Oktay Ensari'ye ulaşmıştı. Nevşehir muhabiri Metin Yıldırım ve Hacıbektaş muhabiri Yakup Polat'tan isimleri alırken, ‘‘Bunlar Muharrem Abi'nin yakını?’’ deyip şoka girmişti.
Muharrem, İdari Müdür Barbaros Muratoğlu ile hemen yola çıktı. Yarım saat geçmeden ben, Faruk ve Kemal Saydamer hareket ettik. Emin Çölaşan, ‘‘Benim arabayı alın’’ dedi. Tamgaz Hacıbektaş. İlçeye girmedik. Çevreyolu ile karakavşağa ulaştık. Otomobil akordeon gibi, kamyon ters dönmüştü. Ve bir vinç kaldırıyordu. 50 metre ilerde, ‘Yavaşla’ tabelası vardı. Uyarıyı kim dinler ki! Trafik canavarı, direksiyondaki Ali Öztürk'ün içine, beynine girmiş, sürekli gaza basıyordu. Çilehane Kavşağı'ndaki tali yol bence hatalıydı. Düz giderken sağa sapmak gerekiyordu. Her şey orada olmuştu!
* * *
Her gün 950 kaza olan ülkemizde, 15 kişi hayatını kaybediyordu. Salı günü bu sayı 20'ye çıktı. Her yıl 350 bin kaza olan bir başka ülke var mı? Ateş düştüğü yeri yakıyor. Doğru! Salı günü bizi yakıp kavurdu. Büyük acıyı paylaşanlar yollara düşmüştü. Susmayan telefonlarda taziye bildiren devlet adamları, meslektaşları, okurları ve mezarlığa ulaşan sımsıcak dostluklar... Nevşehir Valisi Mehmet Yılmaz'ın insanlık hamurunda yoğurduğu idareciliğini görüp yaşadık. Bu şefkatli ve sıcak dostluklar Muharrem'i ayakta tutuyordu.
Bu acı kolay dinmez, biliyorum. Ölüm mecbur muydu o kamyona binmeye?
Paylaş