1968’de "Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması" (NSYÖA) imzaya açıldığı zaman, o tarihte nükleer silahlara sahip ve aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan beş ülke dışında hiçbir ülkenin artık nükleer güç olmaya kalkışmayacağı umuluyordu.
Nükleer olmayan ülkeleri tatmin için de en kısa zamanda nükleer silahsızlanmaya gidileceği vaat edilmişti. Tabii bu platonik bir vaatti. Nükleer silah tekelini ellerinde bulunduranların bu imtiyazdan vazgeçmeye hiç niyetleri yoktu. Daha o tarihte antlaşmaya Hindistan şiddetle itiraz etmiş, Çin gibi bir diktatörlük nükleer silahlara sahip olabilirken dünyanın en büyük demokrasisinin bu haktan mahrum bırakılmasını kabul edemeyeceğini belirtmişti. Hindistan antlaşmayı imzalamayınca Pakistan da onu takip etti. İsrail de aynı yolu seçti.
* * *
Hindistan ilk defa 1974’te bir yeraltı nükleer infilak gerçekleştirince Pakistan da ne pahasına olursa olsun nükleer silahlara sahip olmaya azmetti. Fakat her iki ülkenin de hiç değilse resmen nükleer güç olduklarını gösterecek hareketlerden, özellikle yeni nükleer infilaklardan kaçınacakları beklentisi vardı.Bu nedenlidir ki 11 Mayıs 1998’de Hindistan’ın bir nükleer denemede bulunması ABD için sürpriz teşkil etti. Başkan Clinton zamanında Dışişleri Bakanlığı’nın ikinci adamı olan Strobe Talbott o günün aslında komik bir tarafına da Hindistan hakkındaki kitabında yer veriyor. Talbott odasında sakin sakin otururken Hindistan’ın nükleer denemesi haberi gelmiş. Talbott haberin kaynağını sorunca da "CNN’den duyduk" cevabını almış. CIA Başkanı’na telefon etmiş, o da haber kaynağının da CNN olduğunu bildirmiş. Hatta "Haberi CNN’den duymak yine de ilkönce Dışişlerinden duymaktan iyidir!" demekten kendini alamamış. CIA’yı gözlerinde sürekli büyütenler, onda şeytani bir kudret vehmedenler galiba aldanıyorlar!
* * *
Hindistan’dan sonra Pakistan da nükleer denemede bulunmakta gecikmedi. Güvenlik Konseyi’nin nükleer programlara son verilmesi çağrısına iki ülke de uymadı. Ayrıca bu ülkelerin NSYÖA’ya göre barışçı amaçlarla nükleer enerjinin kullanılması alanında her türlü yardımdan yoksun bırakılmaları lazımdı. Ne var ki daha birkaç ay önce Başkan Bush bu hükümlere aykırı bir anlaşmayı Hindistan ile imzalamakta sakınca görmedi. Bush için daha önemli olan Çin’e ve Rusya’ya karşı Hindistan’ı ABD’nin yanına çekmekti. Kuşkusuz ABD’nin bu davranışı İran’a karşı güttüğü politikayla tam bir tezat teşkil ediyor ve onun inandırıcılığını zedeliyordu.
NSYÖA’ya taraf olan İran’a gelince, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermesi amacıyla özellikle ABD tarafından yapılan baskıya oldukça başarılı bir diplomasi ile mukavemet ediyor. Bir Avrupa gazetesinin belirttiği gibi "Washington poker oynarken İran satranç oynuyor". AB ülkelerinin, uranyum zenginleştirmesinden vazgeçmesi karşılığında barışçı amaçlarla nükleer enerji alanında işbirliği önerisine birkaç gün önce cevap verdi. Bunda, ciddi müzakerelere hazır olduğunu bildiriyor, fakat uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermeyi taahhüt etmiyor. Oysa Güvenlik Konseyi uranyum zenginleştirme faaliyetlerine 31 Ağustos’a kadar son verilmesine, aksi takdirde yaptırım uygulama yoluna gidileceğine karar vermişti.
* * *
Ancak Lübnan’daki krizin derinden etkilediği bugünkü koşullar altında İran’a karşı en yumuşak yaptırımların uygulanması konusunda dahi Güvenlik Konseyi’nde bir oydaşmaya varılması olasılığı çok zayıf. Lübnan’da İsrail’in askeri ve ve siyasi başarısızlığı Irak savaşından çok kárlı çıkan İran’ın elini daha da kuvvetlendirdi. Artık nükleer güç haline gelmesi bir zaman meselesi. Siyasi baskı yolu ile bu gelişmeyi önlemek imkánı pek kalmadı. Askeri müdahale yolu ise bölgedeki bütün dengeleri sarsar, hatta onun ötesinde bütün dünyayı etkileyecek ekonomik sonuçlar doğurur. İran nükleer kulübün artık potansiyel bir üyesidir. Her ülkenin politikasını bu gerçeğe göre ayarlaması doğru olur.